Sürgünlük insan hayatını altüst eden bir süreçtir. Yalnız topraktan kopmak değildir mesele, tarihten, hayattan, kültürden ve hasılı doğup büyüdüğün bütün anılarından kopmaktır. İnsanın damarını kesmek gibi bir şeydir. Damarların paramparça olmuştur, kan durmaz akar, hücrelerin bozuulmuş, etlerin büzülmüş, yaşlı bir insan gibi sadece bir noktaya bakar olursun. Gidebiliyor olsan ülkeye, olgular değişmez biliyorsun ama, gidemiyorsan bu seni dirhem dirhem kemirmeye devam eder. Sürgünlük acı bir yaşam serüvenidir, ya da dirhem dirhem ölüme yatmak gibi bir şeydir...
2002 yılı olsa gerek. Sürgünlüğümün 7 yılını dolduracağım. Yani kendi topraklarımdan uzaklaştığım ve ülkemin bana yasak olan bir döneminiden bahsediyorum. Beni öyle bir hasret sarmış ve beni öyle bir ağustos sıcağı kavurmuş ki, adeta ülke burnumda tütüyor. Babam, ablam, yeğenim ölmüş. Arkadaşarımı yoldaşlarımı kara toprağa vermişim. Birçoğu ise 12 Eylül zindanlarında....Onların mezarlarına bir kürek toprak dahi atamamışım. Annem ise hergün adımı sayıklayarak yaşıyor ölümü beklerken. Ve ben yanlarında olamadığımın ızdırabını yaşıyorum. Türkiye haricinde bütün dünya ülkelerine seyahat edecek pasaportu aldığımda ilk aklıma ülkeye yakın bir adaya gitmek gelmişti nedense. Sonra bunun Rhodos adası olacağına karar kılmıştım. Ada serüvenim böyle başlamıştı.
Sabaha doğru Köln havaalanın bekleme salonunda uçağa alınacağız. Kalabalık arasında sanırım tek kara kafa benim. Yani hemen tümü Avrupalı yolcular. İlk vukuat burada başlamıştı. Kalabalık arasını yara yara gelen polisleri görmüştüm. O da ne? Polisler bana doğru geliyorlar. Evet yanılmamışım bana geliyorlarmış. İlk sordukları pasaportumdu. Gösterdim. Yaklaşık on dakika sonra ‘’Schuldigen’’ diyerek ayrılmak oldu. Neyse sorunu kolay atlatmış oldum. Sanıyorum başka bir kara kafayı arıyorlardı.
Adaya iki haftalığına gelmiştim. Otelim denize sıfır güzel bir yerdeydi. Yemekleri ise Anadolu kültürüne çok benzeyen Yunan yemekleriydi. Yunan halkıyla iki alanda farklılışamıştık. Biri dini diğeri de dili...yemek kültürü, müzikleri ve diğer sanatsal özellikleri birbirimize çok benziyordu. Gündüzleri adanın tarihi güzelliklerini geziyordum. Bu ara eski bir camiisini ve caminin türkçe bilen görevlisiyle uzun sohbetlerimi de saymalıyım. Ada müslümanları bile hem modern hayata hem de sekürel kültüre göre bir yaşam sürdürüyorlardı. Akşamları ise otelime yakın bir taverna-cafe bar olan bir yere gidiyordum. Taverna kültürünü İstanbuldan tanıyordum. Ben 1969 yılında İstanbula geldiğimde başta Beyoğlu ve Beşiktaş olmak üzere birçok yerde taverna vardı. Maalesef barbarlığımız nedeniyle hem rumları hem de o kültürleri yok ettik.
Her akşam bu tavernaya gidiyordum. Cafe tıklım tıklımdı. Yunanlılar eğlenmeyi çok severler. Bunu Almanyadan da biliyorum. Saatlerce içerler eğlenirler ama tek bir taşkınlık göstermezler. Tavernanın sahibi amcayla giderek yakınlaşmıştık. O bana, sen karşıyakalısın derdi. Karşıyakalı demek denizin ötesi yakası olan Türkiye anlamına gelirdi. Bol paralı Almanlar yerine benimle ilgilenir, mutlaka yemek ve içki sonrasında bana Türk kahvesi getirirdi. Ve benden bunun parasını almazdı. Ben Türk kahvesi demesem de ‘hayır hayır bu Türk kahvesidir’’ derdi. Biliyordum, sadece beni mutlu kılmak için söylerdi. Birgün ona buraya neden geldiğimi anlattım. Akşam saatlerinde saatlerce deniz kenarında Marmaris koylarına baktığımı söyledim. Yarım saatlik bir yol olan oraya neden gidemediğimi, geride neler bıraktığımı anlattım. Bu ara belirteyim taverna sahibi amca çok güzel Türkçe biliyordu. Her yıl gidiyormuş karşıyakaya. Tabii o da çok üzülmüştü. Son yolculuğumda bana bir şişe Rhodos  şarabı hediye etmişti.    
Tavernaden el etek çekilir ve bir ben kalırdım. Anlardım. Ben de kalkarkerken otur derdi. Biz daha açığız. Şimdi ailece yemek yiyeceğiz. Yemek biterse sen de gdersin derdi. Tavernanın hemen kapı önünde yere yemekleri koyarlar, eşi, kızı, oğlu, damadı hep birlikte yemeklerini yerlerdi. İlginçtir, tıpatıp Anadolu uygarlığının ortak kültürel özelliklerinin aynısıydı.
Birgün yaşlı bir Alman karı kocayla içerlerken beni de çağırmışlardı yanlarına. Laf lafı açmıştı. Bu aile şimdi hatırlamıyorum ama oldukça saygın ve kültürlü bir aileymiş. Sanıyorum eşi Üniversitede hocaymış. Benim hikayemi öğrenmek istemişler. Ben de biraz alkolün etkisiyle boş bulunmuş ve yaşadığım serüveni anlatmıştım. Tabii Alman aile çok üzülmüştü. Onlar üzüntülerini ifade ederken ben boşalmışım. Gözyaşlarımı silecek kağıt peçete yetersiz hale gelmişti sanki...bir birikimin dışa vurumuydu...onlar da çok üzülmüşlerdi. Ama sonra kendi kendime kızmış, ne diye yabancıların karşısında kendini acınacak duruma düşürdün diye hala bugün kendime kızarım.
En güzel yanlarından birisi günü birlik Sömbeki (Simi) adasına yolculuk etmemdi. Sömbeki adası marmaris ile Datça adası arasında adeta butik bir adaydı. Harika bir yerdi. Hala görmek istediğim bir adadır. Oval bir kıyı, sırtını dağlara yaslayan, insanlar bu dağ yamaçlarında ev kurarak yaşayan, pırıl pırıl bir deniz...denize atlıyorsunuz ve çıkınca balık lokantalarında en taze balıkları yediğiniz bir ada Sömbeki.. Adaya giderken, Datça kıyılarından geçiyorsunuz. Gemiden atlasanız on dakika sonra yüzerek Datçaya çıkarsınız...içimden geçirmedim değil...ama iyi bir yüzücü olmadığımı da biliyordum...Can Yücel’e ulaşmak çok uzak değildi hani..yıllar sonra Can babanın evine ve mezarına gidecektim...ve bu anımı onunla paylaşacaktım. Nedense ben resimlere karşı bir yapımın oluştuğunu gördüm. Dünayayı gezdim, ama çok fotograf çekmedim. Çektiklerim ise kaybolup gitti.
Her zaman dönüşler hüzünlüdür. Acıdır, yara tazedir hala, yarana neşter atılmış gibi gelir, yürek ise buruk ve kırgındır...Hem Rhodosa hem de Almanyaya dönüş bu kırgın yürekle birlikte oluşacaktı...kim bilir beni ne yaşamlar, ne hayatlar bekleyecektir daha...
20 Eylül 2017

Share To:

ozgurhabernet

Post A Comment:

0 comments so far,add yours