Kedileri neden hiç sevmediğimi, cezaevi yıllarında hücrelere neşe katan kedilere karşı düşmanca davranışlarımın nedenini sorgulayınca daha iyi fark ettim.
Burdur zindanının idamlıklar hücrelerinde arkadaşlarımın çok sevdikleri, benim yanıma bile yaklaştırmadığım neşeli, hep minicik kalan bir kedi vardı. Hücrelere geldiğinde bebekti, miyavlamayı bile beceremiyor, “Mehhh-miiih” ediyordu. Gönlü hangisini isterse o hücreye giriyor, her tarafı geziyor, istediği yatağın üzerinde de mırıl mırıl uyuyordu.
Bir sabah üstümde birinin kıpırdadığını hissettim ve ayağa fırladım. Kedi hanım gelmiş, üstüme yatmış, mırıltıyla uyuyordu. Tekmeleyerek kovaladım onu hücremden. Sonra kedi hücreme bir daha girmedi. Bazı günler hücremin karşısında duruyor, bana “Pis adam” der gibi bakıyordu. Git diyordum, bağırıyordum, ama gitmiyordu kedi, biliyordu benim hücreden çıkamayacağımı.
Bir gün koridorda kovaladım bu kediyi. Kedi gitti, ara kapıdan çıktı, oradan gıcık gıcık bakmaya başladı bana. Arkadaşlar gülmekten yerlere yattılar. O gün, anlatıldığında kimsenin inanmayacağı bir olay gerçekleşti ve bu olaya zindan arkadaşlarım canlı tanıktı. Havalandırma bahçesine çıkmıştık. Bir saat sonra geri döndüğümüzde kediyi hücremde, fotoğraf albümümün üzerinde yakaladım. Kedi bir fotoğrafımı dişlemiş, fotoğraftaki yüzümü neredeyse paramparça etmişti. Zindan arkadaşım Muzo bu olayı yıllar sonra bile anımsayacak, bana da zindandan yazdığı bir mektupla anımsatacaktı.
Kedilere düşmanlığımın bilinç altına yerleşmiş bir nedeni vardı. Babam eve gelince o gün evde yaşayan kedi hemen onun kucağına atlıyor, mırıl mırıl uykuya dalıyordu. Çocuklardan biri ne zaman babama yaklaşacak olsa aynı sözleri duyuyordu babamdan: “Kediyi rahatsız etmeyin!”
Babam işe gidince, bizden kıçına tekmeyi yiyen kedi kendini kapının önünde buluyordu. Akşama kadar kapının önünde, babamın gelişini bekliyor, babamla birlikte bahçeden içeriye girerken kuyruğunu ve kafasını “Sıkıyorsa şimdi de saldırın bakalım” dercesine kaldırıyor, sonra yine babamın kucağına oturuyordu.
Ayrımsız bütün kediler yaptı bu alçaklığı bizlere, babamızın kucağına bir kez oturamadan, onun yağlıboya kokan elleriyle bir kez olsun okşanmadan, onun deyimiyle “Eşşek kadar insanlar” olduk.
Babamın ‘Kedi sevdası’nın kökeninde de bir gerçek duruyordu. Küçük Pavyonlar’daki evimizin bahçesinde tavuk civcivlerini yiyen bir kediyi bir çuvala koyup, sopalayarak öldüren babamın bu olaydan bir süre sonra kedilere toz kondurmaması elbette anlamlıydı. Babamın öldürdüğü o kedi geceler boyu babamın rüyasına girmiş, ona uyku uyutmamıştı. Kedilerin evde tanrılaşmaları babamın suçluluk duygusuyla ilintiliydi.
Kedilere olan düşmanlığım köpeklerde kendini hiç göstermedi. Köpekler bahçede, kendilerine ait kulübelerde yaşıyordular ve hiç biri gelip babamın dizlerine oturmamıştı. Üstelik köpeklerle oynamak, onlarla koşmak, onları beslemek çok hoşuma gidiyordu.
Küçük Pavyonlar’da yaşamıma renk katan “Bidili” isimli kocaman, ama gerçekten kocaman bir çoban köpeğimiz vardı. Küçük çocuklar için o köpek bir eşek büyüklüğünde sayılırdı. Nedendir, kimse bilmiyordu ama sırtına sadece benim binmeme izin verirdi Bidili. Onu kapının eşik taşının yanına çeker, sırtına biner, sokakta öteki çocuklara hava atardım.
Bir gün komşulardan birinin oğlu atladı Bidili’nin sırtına ve bir anda kan içinde yerde buldu kendini. Bidili onun burnunu ısırmış, deriyi sıyırıp almıştı bir saniyede. Bu olay yaşamımda ilk “Mahkum ziyareti”ni yaşattı bana.
Bidili, komşular tarafından belediyeye şikayet edildi. Belediye zabıtaları harekete geçtiler, Bidili’yi yakaladılar, mahallenin yakınında bulunan demir parmaklıklı, küçücük hücrelerden oluşan “Köpek hapishanesi”ne atıldı Bidili.
Evet, aynen öyle oldu. O günlerde Erzincan kerhanesinin yakınında sahipsiz köpeklerin hapsedildiği, çevresi açık bir köpek zindanı vardı. Belediye zabıtaları sahipsiz köpekleri getiriyor, burada hapsediyor, insanlar da o köpekleri ziyaret ederek yiyecek-içecek veriyordular. Sonraki yıllarda zabıtalar insanlıklarını iyice yitirince sokak köpeklerini hapsetmek yerine zehirleyerek öldürmeyi tercih edecektiler.
Köpek hapishanesi insanlar için kurulmuş hapishanelerin bir maketi gibiydi. Yüksekliği bir metreden fazlaydı hücrelerin. Her hücrede bir köpek vardı. Bu hapishanenin bir nizamiyesi, nizamiyesinde eli silahlı jandarmalar, içlerinde işkenceci gardiyanlar yoktu. Jandarmalı, gardiyanlı hapishanelerde yıllar sonra ben yaşayacaktım.
Bidili bir ay hapis cezası almıştı. Bidili’yi kimler yargılamış, kararı kimler almıştı kimse bilmiyordu. Bidili’ye her gün yemek götürüyor, hücresinin önünde saatlerce konuşuyorduk. Bidili bizlere ağlayan gözlerle bakıyor, “Ne olur çıkarın beni buradan” dercesine inliyordu. Babam günlerce uğraştı onu kurtarmak için, sonunda evden uzaklaştırılması koşuluyla Bidili özgürlüğüne kavuştu.
Babam sözünde durdu, Bidili’yi o günlerde “Poşa” diye anılan Romanlar’a verdi. Bir adam onun boynuna kalın bir urgan bağladı, sürükleyerek çekti götürdü. Günlerce ağladım Bidili’nin ardından, günlerce yas tuttum. Yaklaşık üç ay sonra bir akşam Bidili’yi babamla birlikte gelirken gördüm. “Kahvehanede oturuyordum” diye anlattı babam o akşam, “Baktım Bidili elimi yalıyor.”
Ama bir süre sonra zabıtalar yine gelip gittiler ve en sonunda Bidili yine bir “Poşa”nın arkasında gitmek zorunda kaldı ve bir daha geri gelmedi. Belki iki kez kovulduğu eve geri gelmeyi onuruna yediremedi, kimse bilmiyor bunu. Ben de yaşamımda hep öyle yaptım. Her hangi bir nedenle terk etmek zorunda kaldığım evlere bir daha hiç girmedim.”
A. KADİR KONUK
Burdur zindanının idamlıklar hücrelerinde arkadaşlarımın çok sevdikleri, benim yanıma bile yaklaştırmadığım neşeli, hep minicik kalan bir kedi vardı. Hücrelere geldiğinde bebekti, miyavlamayı bile beceremiyor, “Mehhh-miiih” ediyordu. Gönlü hangisini isterse o hücreye giriyor, her tarafı geziyor, istediği yatağın üzerinde de mırıl mırıl uyuyordu.
Bir sabah üstümde birinin kıpırdadığını hissettim ve ayağa fırladım. Kedi hanım gelmiş, üstüme yatmış, mırıltıyla uyuyordu. Tekmeleyerek kovaladım onu hücremden. Sonra kedi hücreme bir daha girmedi. Bazı günler hücremin karşısında duruyor, bana “Pis adam” der gibi bakıyordu. Git diyordum, bağırıyordum, ama gitmiyordu kedi, biliyordu benim hücreden çıkamayacağımı.
Bir gün koridorda kovaladım bu kediyi. Kedi gitti, ara kapıdan çıktı, oradan gıcık gıcık bakmaya başladı bana. Arkadaşlar gülmekten yerlere yattılar. O gün, anlatıldığında kimsenin inanmayacağı bir olay gerçekleşti ve bu olaya zindan arkadaşlarım canlı tanıktı. Havalandırma bahçesine çıkmıştık. Bir saat sonra geri döndüğümüzde kediyi hücremde, fotoğraf albümümün üzerinde yakaladım. Kedi bir fotoğrafımı dişlemiş, fotoğraftaki yüzümü neredeyse paramparça etmişti. Zindan arkadaşım Muzo bu olayı yıllar sonra bile anımsayacak, bana da zindandan yazdığı bir mektupla anımsatacaktı.
Kedilere düşmanlığımın bilinç altına yerleşmiş bir nedeni vardı. Babam eve gelince o gün evde yaşayan kedi hemen onun kucağına atlıyor, mırıl mırıl uykuya dalıyordu. Çocuklardan biri ne zaman babama yaklaşacak olsa aynı sözleri duyuyordu babamdan: “Kediyi rahatsız etmeyin!”
Babam işe gidince, bizden kıçına tekmeyi yiyen kedi kendini kapının önünde buluyordu. Akşama kadar kapının önünde, babamın gelişini bekliyor, babamla birlikte bahçeden içeriye girerken kuyruğunu ve kafasını “Sıkıyorsa şimdi de saldırın bakalım” dercesine kaldırıyor, sonra yine babamın kucağına oturuyordu.
Ayrımsız bütün kediler yaptı bu alçaklığı bizlere, babamızın kucağına bir kez oturamadan, onun yağlıboya kokan elleriyle bir kez olsun okşanmadan, onun deyimiyle “Eşşek kadar insanlar” olduk.
Babamın ‘Kedi sevdası’nın kökeninde de bir gerçek duruyordu. Küçük Pavyonlar’daki evimizin bahçesinde tavuk civcivlerini yiyen bir kediyi bir çuvala koyup, sopalayarak öldüren babamın bu olaydan bir süre sonra kedilere toz kondurmaması elbette anlamlıydı. Babamın öldürdüğü o kedi geceler boyu babamın rüyasına girmiş, ona uyku uyutmamıştı. Kedilerin evde tanrılaşmaları babamın suçluluk duygusuyla ilintiliydi.
Kedilere olan düşmanlığım köpeklerde kendini hiç göstermedi. Köpekler bahçede, kendilerine ait kulübelerde yaşıyordular ve hiç biri gelip babamın dizlerine oturmamıştı. Üstelik köpeklerle oynamak, onlarla koşmak, onları beslemek çok hoşuma gidiyordu.
Küçük Pavyonlar’da yaşamıma renk katan “Bidili” isimli kocaman, ama gerçekten kocaman bir çoban köpeğimiz vardı. Küçük çocuklar için o köpek bir eşek büyüklüğünde sayılırdı. Nedendir, kimse bilmiyordu ama sırtına sadece benim binmeme izin verirdi Bidili. Onu kapının eşik taşının yanına çeker, sırtına biner, sokakta öteki çocuklara hava atardım.
Bir gün komşulardan birinin oğlu atladı Bidili’nin sırtına ve bir anda kan içinde yerde buldu kendini. Bidili onun burnunu ısırmış, deriyi sıyırıp almıştı bir saniyede. Bu olay yaşamımda ilk “Mahkum ziyareti”ni yaşattı bana.
Bidili, komşular tarafından belediyeye şikayet edildi. Belediye zabıtaları harekete geçtiler, Bidili’yi yakaladılar, mahallenin yakınında bulunan demir parmaklıklı, küçücük hücrelerden oluşan “Köpek hapishanesi”ne atıldı Bidili.
Evet, aynen öyle oldu. O günlerde Erzincan kerhanesinin yakınında sahipsiz köpeklerin hapsedildiği, çevresi açık bir köpek zindanı vardı. Belediye zabıtaları sahipsiz köpekleri getiriyor, burada hapsediyor, insanlar da o köpekleri ziyaret ederek yiyecek-içecek veriyordular. Sonraki yıllarda zabıtalar insanlıklarını iyice yitirince sokak köpeklerini hapsetmek yerine zehirleyerek öldürmeyi tercih edecektiler.
Köpek hapishanesi insanlar için kurulmuş hapishanelerin bir maketi gibiydi. Yüksekliği bir metreden fazlaydı hücrelerin. Her hücrede bir köpek vardı. Bu hapishanenin bir nizamiyesi, nizamiyesinde eli silahlı jandarmalar, içlerinde işkenceci gardiyanlar yoktu. Jandarmalı, gardiyanlı hapishanelerde yıllar sonra ben yaşayacaktım.
Bidili bir ay hapis cezası almıştı. Bidili’yi kimler yargılamış, kararı kimler almıştı kimse bilmiyordu. Bidili’ye her gün yemek götürüyor, hücresinin önünde saatlerce konuşuyorduk. Bidili bizlere ağlayan gözlerle bakıyor, “Ne olur çıkarın beni buradan” dercesine inliyordu. Babam günlerce uğraştı onu kurtarmak için, sonunda evden uzaklaştırılması koşuluyla Bidili özgürlüğüne kavuştu.
Babam sözünde durdu, Bidili’yi o günlerde “Poşa” diye anılan Romanlar’a verdi. Bir adam onun boynuna kalın bir urgan bağladı, sürükleyerek çekti götürdü. Günlerce ağladım Bidili’nin ardından, günlerce yas tuttum. Yaklaşık üç ay sonra bir akşam Bidili’yi babamla birlikte gelirken gördüm. “Kahvehanede oturuyordum” diye anlattı babam o akşam, “Baktım Bidili elimi yalıyor.”
Ama bir süre sonra zabıtalar yine gelip gittiler ve en sonunda Bidili yine bir “Poşa”nın arkasında gitmek zorunda kaldı ve bir daha geri gelmedi. Belki iki kez kovulduğu eve geri gelmeyi onuruna yediremedi, kimse bilmiyor bunu. Ben de yaşamımda hep öyle yaptım. Her hangi bir nedenle terk etmek zorunda kaldığım evlere bir daha hiç girmedim.”
A. KADİR KONUK
Post A Comment:
0 comments so far,add yours