Zamansız zamanların içinde.. Otomobilini; “Otomobilim uçar gider/Kalbim gibi kaçar gider” şarkısının eşliğinde hızla sürerken, karşıdan gelen traktörün böğrüne kelle sallayan ve bu olayın ardından yaşadığı beyin sulanmasının etkisiyle milletvekilliğine adaylığını koyan ünlü türkücü, kazada alnında açılan yaraya aynada baktıktan sonra şöyle dedi: “Kalbimizi yaraladılar, iz bıraktılar. Şimdi de alnımıza yara vuruldu, ama orada iz bırakamayacaklar!”
Çarpan kendi, yakınan kendi, yaradan yağ çıkaran kendi.. Kanı bile reklam yapıyor adamın. Ah ulan ah, bir türkücü bile olamadık şu dünyada. Düdükçü olacağımıza türkücü olmalıymışız.
Sayın türkücü kendi neden olduğu kazadan sonra öyle söyledi ama kamyonların çarptığı, tepelerine yağan bombaların yerlerinden yurtlarından ettiği koyunlar öyle diyemediler. Onların kanı, oğlunu kurban etmeye kalkışan peygamberden bu yana helaldi ve asla milletvekili olma şansları yoktu.
Yaylaları ellerinden alınıyordu koyunların. Her yan mayın tarlasıydı. Her tarafta asker postalı ve dışkısı kokuyordu. Gece gündüz mermilerin vızıldadığı çayırlarda barut kokusu otları sarartmıştı. Zaman zulüm zamanıydı. Ormanlar yanıyorlardı.. Koyunların önderi Kösemen düşünceliydi.
İnsanlar “Ekoloji, mekoloji ve bataklığı kurutmak” teranesiyle dünyanın orta yerine ediyorlardı ve bu yetmiyormuş gibi gökyüzünde milyarlarca yıldır kendi halinde dolaşan yıldızları kurşunluyorlardı.
Kösemen düşünceliydi..
Kazayı yapan türkücü alnına estetik yaptırabilirdi ama koyunların yaylalarına estetik yapabilecek bir cerrah daha anasından doğmamıştı.  Dağlarda tanklar bağırıyorlardı, havan topları toprağı savuruyorlardı.
Kösemen düşünceliydi.
Koyunların Urfa’dan sallanıp Bingöl’de konakladıkları günlerin üzerinden tarih geçmiş, her şey anı haline gelmişti. Artık Beritanlılar dağlarda yanık uzun havalar söyleyemiyor, gençler mantar, eşkın, tırşık toplama ayağına sevdayla bakışamıyorlardı. Malabadi Köprüsü’nün üzerinden, köprünün belini kıra kıra TIR geçiyor, önündeki koyunlarıyla Kürt geçemiyordu. Çeşme başları, pınarların taşları sevda türkülerine hasret kalmışlardı. Kimse çiçeklerden kendine gelin tacı yapmıyor, kimse tırşıkların tadına bakmıyordu. Kürt gençleri kızıyla erkeğiyle hüznün derin bataklığında geziniyorlardı.
Kösemen derin düşünceler içindeydi.
Bu gidişe bir dur diyecek yüksek biri yoksa, alçak biri de mi yoktu? Bu dağlara koyun kokusu, sevda türküleri yayılmayacaksa, ne yayılacaktı? Yayılan koyunun sütünden yayıklar yağ yaymayacaklarsa ne bok karıştıracaklardı insanlar?
Kösemen kızgın düşünceler içindeydi.
Kösemen, bir lider olarak bir şeyler yapmakla yükümlüydü. Koyunların önderi olmak bunu gerektiriyordu. İlk önce kendi atılmalıydı öne, ilk önce kendi vurulmalıydı. Öyle süflü örgüt yöneticileri gibi geride durup, “Gidin, çarpışın, ölün, açlık grevi yapın, şehit olun, kurtarın, kurtulun, ordular siz önden gidin, biz arkanızdan teori üretiyoruz” demeyecekti Kösemen. Teori üretmek tatlı, dağlarda vurulmak acıydı.
Kösemen düşünceliydi. Öyle bir şey yapmalıydı ki; bütün dünya bundan bir ders çıkarmalıydı.
Kösemen oldum olası düdükçüler takımındandı, deliydi, civandı, alnına kara çaldırmaktansa gider türkücünün arabasına toslardı.
Bir sabah taktı sürüyü ardına Kösemen; “Çal lan” dedi düdükçüsüne “Çal  en oynağından bir hava!”
Dersim’de askerlerin önünden kaçan kadınlar böyle atmışlardı kendilerini uçurumlara, Yunanistan’da Nazilere karşı böyle direnmişlerdi kadınlar, oynaya oynaya uçmuşlardı uçurumlara.  Bir tarih yeniden yazılmalıydı.
“Yaşanacak dağ bırakmadı bu alçaklar bize. Ağılda yaşayan koyun olacağıma..” dedi Kösemen ve “Size etimden bir parça yedirenin” diye bağırarak uçuruma atladı.
Alında açılan yara kapanırdı belki bir gün, ama kalpte açılan yara onarılamazdı.
İnsanlık, Kösemen’in ardından uçuruma atlayan 300 koyunun bu atlayışlarından hiç ama hiçbir şey anlayamadı.
Çünkü insanlar koyun bile değillerdi..”
Share To:

ozgurhabernet

Post A Comment:

0 comments so far,add yours