Yılın kitlesel röportajı; „O ADAM“! Gazeteler “O Adam”dan söz etmeye başladıktan sonra, o adamı tanıyanlar, dergimize onu anlattılar. Biz de sizlere anlatıyoruz:
İLK OKUL MÜDÜRÜ anlatıyor:
Bir çok ayrımı unutmuş olabilirim. Ama onu iyi tanıyorum. O da beni iyi tanır. İyi bir öğrenci olarak öğretmenini unutmuş olması olanaksız. Beni mutlaka arayacağını düşünüyorum.
Durun bakayım, 20 yıl oluyor galiba. Ama hayır, 25 sanıyorum. Onu birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar okuttum ben. Yani 25 yıl önce okula girmişti, 5 yıl sonra, yani 20 yıl önce de pekiyi derece ile mezun ettim onu.
Babası elinden tutup okula getirdiği zaman onun bakışlarından anlamıştım bir gün mutlaka büyük bir adam olacağını. Bizim halkımız ; “Adam olacak çocuk bokundan belli olur” der. Onun adam olup olmayacağına karar vermem için babasına; “Bunun bokundan biraz getirseydin” diyemezdim her halde. Bana göre bu söz kendi içinde bir yığın yanlışı taşıyor. Çocuk o akşam ne yedi, ona bakmak gerekir. Eğer çocuğun adam olup olmayacağına bokunun rengine bakarak karar vereceksek onun neler yediğini de iyice incelememiz gerekir. Maydanoz yediyse başka, ıspanak yediyse başka, kuru ekmek yediyse başka, kuru fasulye yediyse başka olur bokun rengi. Yok eğer renge değil de kıvama bakacaksak yine yenilen şeylerin önemli olduğunu görürüz. Bazı mideler ne yerlerse yesinler iyi hazmedemediklerinden bizleri yanıltabilirler. Ayrıca çocuğun hiç bir şey yemediğini de hesaba katmak gerekir. Bu nedenle bana gore bu söz yanlış.
Bu doğruyu saptadıktan sonra rahatlıkla şöyle diyebilirim: Bir çocuğun adam olup olamayacağı onun bakışlarındaki ışıktan, nurdan anlaşılır. Babası onun küçücük elini tutarak okula getirdiği zaman teninin renginin sarı olması, zayıflığı, sarı saçları, boyunun kısalığı beni hiç ilgilendirmemişti. Bunların hiç biri onun ileride ünlü biri olmasının engeli değildi. Bildiğiniz gibi çocuklukta saçları sarı olanların bir çoğunun saç rengi sonradan kumrallaşabiliyor. Ayrıca ilerleyen yaşlarda saçlar aklaşarak döküldüğü için rengin hiç bir önemi kalmıyor. Tanınmış ünlü insanların bir çoğunun saçsız olduğunu biliyoruz.
Hayır, o sözcüğü kullanmak istemiyorum. Saçı dökülen insanların hepsi kel değildir. Kellik özel bir saç hastalığıdır ve bunun erkeğe ayrı bir olgunluk havası veren normal saç dökülmesiyle hiç bir ilgisi yoktur.
Dediğim gibi, boyu kısaydı. Ne önemi var efendim, değil mi? Boyu sırık gibi uzun olsaydı daha mı iyi öğrenecekti yani? Ayrıca ilkokul birinci sınıfa kaydını yaptıran bir çocuğun boyunun kısa olması kadar doğal biro lay olamaz. İnsan yaşlanınca boyu kısalmıyor mu? Boy yılların çekimiyle uzar, selvileşir. Uzamasa ne yazar? Napolyon’un boyu uzun muydu? Neron’un boyu ne kadardı? Turgut Özal o boyuyla bu ülkeye cumhurbaşkanı olmadı mı? Dünya, mesleki alanlarında başarıyla ünlenmiş az mı cüceye tanık? Kaldı ki bu çocuğa cüce demek haksızlığın ötesinde bir hakaret olurdu. Boyu kısaydı ve bu beni hiç ilgilendirmiyordu. Gözlerindeki o ışık, onun parlak geleceğinin kesin belirtisiydi.
Teninin renginin sarı oluşunu ilk bakışta besin yetersizliğine bağlamak olanaklıydı. Bunu yapmadım. Bir öğretmen olarak önyargılardan kaçınmak zorundaydım. Babasının ekonomik durumunun ne olduğunu bilmiyordum. Yoksul da olabilirdi, zengin de. Bir zenginin çocuğunun teni de pekala sarı olabilir, değil mi? Tenleri sarı diye Çinlileri, Japonları kim aptal ilan edebilir?
Gözlerindeki şimşeklere, o müthiş ışığa, yani nura bakıp, onu okula kabul ettim. Böyle davranmakla yanlış yapmadığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Öğretmen arkadaşlarıma hep; ‘bu çocuk bizim yüzümüzü bir gün ak edecek’ demişimdir, hepsi şahittir. Onun ilkokul diplomasında imzamın bulunması benim için onurdur.
Her ne kadar şimdi emekli olsam da, bu günü okulumuzun tarihinde önemli bir gün olarak ilan ediyorum. Şu anda görevli müdür arkadaşın da bunu Kabul edeceğini gözüm gibi biliyorum. Öğretmenler kurulunda alacakları kararla bu günü ‘Okul bayramı’ olarak her yıl kutlayacağız. 100 yıl sonra bile okulumuzda okuyacak öğrenciler bu güzel, başarılı, ünlü insanı tanıyacak, onun gibi olmaya çalışacaklar.
Kendisine sağlık diliyorum. Mezun olduğu halde unutmadığına, bizleri hep aklında tuttuğuna kesinlikle inanıyorum.
İLKOKUL ÖĞRETMENİ anlatıyor
Bir kötü niyetten kaynaklandığını düşünmemekle birlikte yıllar önce okulumuzdan emekli olan müdür beyin bazı sözlerinin yanlış olduğunu açıklamak zorundayım. Bildiğiniz gibi ‘Beşerdir, şaşar’. Ya da; ‘Hafız-i beşer nisyan ile malüldür’. Yani insan yanılabilir, unutabilir. Müdür beyin yaşlı bir insan olduğunu, bazı olayları net hatırlayamayacağını, ayrıca son yıllarda Alzheimer hastalığı belirtileri gösterdiğini belirtmek gerekir. Bilirsiniz, Alzheimer hastalığı insanda basit unutkanlıklarla başlar. Bir soruyu on, onbeş dakika içinde bir kaç kez sormak, aynı konuyu yirmi dakika içinde yeniden gündeme getirmek, derin unutkanlı bu hastalığın başlıca belirtileri arasındadır. Diyebilirim ki; bu belirtiler müdür beyde her zaman görüldü, şimdi daha ağırlaşmış olduğunu anlıyoruz.
Neyi unutuyor müdür bey? Ben neyi anımsamak ve düzeltmek istiyorum? Önce bu soruların yanıtlarını vermek gerekir. Sorunun yanıtını vermeden önce soruyu iyice anlamak, çözüm yollarını düşünmek ve yanıtı öyle vermek tutulabilecek en doğru yoldur. Yanlış yapılan matematik işlemlerini ortaya çıkaran bir sağlama işlemi her zaman vardır. Yanlış sözlerin de düzeltilebileceği böyle bir sağlama ortamı yaratmak sanıyorum müdür beyi üzmeyecektir.
Müdür bey bu değerli, ünlü kişiyi okula kaydetmiştir. Bu doğrudur. Kayıt işlemi sırasında ben de oradaydım ve müdür beyin o günkü davranışlarını, aradan 25 yıl geçmiş olmasına karşın dün gibi anımsıyorum.
Bu sayın kişi o zaman müdür beyin söylediği gibi babasıyla birlikte girmişti müdür odasına. Müdür bey o gün eşiyle kavga etmiş, burnundan soluyordu. Sinirli bir şekilde ‘Ne istiyorsunuz’ diye sordu.
‘Çocuğu okula kaydettirmek istiyorum’ dedi bu sayın kişinin babası. ‘Kaç yaşında bu yaratık’ diye bağırdı müdür bey. ‘Sayenizde yedisine giriyor’ dedi çocuğun babası. ‘Girdi mi, giriyor mu’ diye yeniden bağırdı müdür bey.
Zavallı adam bu bağırtı karşısında ne söyleyeceğini şaşırdı. Ya da kafasından çocuğunun yaşını hesapladığı için bir süre sessiz kaldı, sonra ‘Girdi’ dedi, “Yedisine girdi!’
Müdür bey okula kayıt işlemleri sırasında aranan ilk özelliğin çocukta bulunmasına daha çok sinirlenmiş gibi homurdanarak; ‘neden bu okula kaydettirmek istiyorsunuz, başka okul mu yok bu şehirde’ dedi.
Suçu sadece çocuğunu okula kaydettirmeyi istemek olan baba boynunu bükerek, ‘Bu mahallede oturuyoruz sayın müdürüm, en yakın okul burası’ diye yanıtladı onu.
‘Ben nereden senin müdürün oluyor muşum’ diye çıkıştı müdür, ‘Seni ben mi okuttum?’
‚Hayır, ben okula gidemedim‘ dedi adam ezik bir sesle. ‚Gitseydin ne olurdu‘ diye mırıldandı müdür ve ‚Evrakları tamam mı‘ diyerek dövecekmiş gibi baktı çocuğa. Konuşulanlar çocuğun umurunda değildi. O cin gibi bakışlarıyla odayı inceliyor, gözlerini bir fotoğraf makinesi gibi kullanarak her şeyi beynine resmediyordu. Bunu farketmiştim. Bu çocukta müthiş bir zeka olduğu bakışlarından belliydi. Bu konuda müdür beye katılıyorum. Ama sözün gerçeğini söylemek gerekirse müdür bey yoksul giyimli, sarı saçlı, sarı tenli çocuklardan oldum olası hoşlanmazdı. ‚Okula bağış istersin getirmez, kitap al dersin almaz, kantinden alışveriş yapmaz böyleleri‘ diyordu müdür bey. Ona göre öğrencinin zengin bir ailesinin bulunması bir çok sorunun çözümünü kolaylaştırıyordu. Karne parasını zamanında ödüyordu böyleleri, okula bağışta bulunuyor, sınıfa yeni araç-gereç yardımı yapabiliyorlardı.
Çocuğun babası, müdür beyin „Evrakları tamam mı“ sorusuna sözlü yanıt vermektense elindeki dosyayı uzatmayı yeğledi. Müdür bey her zaman sorusuna sözlü yanıt isteyen biri olarak elbette bu davranışı hiç de beğenmedi ve „Sana bir soru sordum“ diye bağırdı adama.
„Tamam“ dedi adam çabucak, „Evrakların hepsi tamam müdür bey. İşte nüfus kağıdı. İşte 6 adet vesikalık fotoğraf. İşte aşı kağıdı. İşte sağlık belgesi. Bu da ikametgah belgesi.“
Şimdi şaşarıcağınızı iyi biliyorum, ama gerçek bu anlatacağım olay. Müdür bey kafaya takmıştı bir kez, bu sarı çocuğu okula almayacaktı. Adama; „Evrakları tamam diyorsunuz. Hani bu çocuğun sabıka kaydı“ diye çıkıştı. Adam şaşırmıştı. Ben de şaşırmıştım doğrusu.
„Sabıka kaydı mı“ diye sordu adam hayretle. „Küçücük çocuğun ne sabıkası olacak müdür bey?“
„Konuşma, konuşma“ diye bağırdı müdür bey. „Ne sabıkası olacakmış.. Küçücük çocukmuş.. Bunlar çocuk değil efendi, kuşak kuşak. Baksana sokaktakilere, neler yapıyor o senin küçücük çocuklar dediklerin. Esrar bunlarda, eroin bunlarda, saç sakal dersen bunlarda. Hepsi hippi efendi, bitlinik!“
Ben dayanamadım, karıştım. Türkçeyi, güzel dilimizi bozan kim olursa olsun dayanamam efendim. Hemen; „Bitlinik değil müdür bey, ‚Beatles‘ diye düzelttim sözcüğü.
„Ne boklarsa“ diyerek kızgın kızgın baktı müdür benim yüzüme. Sonra da „Sabıka kaydı olmadan okula alamam bunu“ dedi ve kapıyı gösterdi adama.
Adam odadan çıkınca koridorda oğluna; „Beni bahçede bekle, az sonra gelirim“ deyip gitti. Çocuk bahçe duvarının dibine oturdu ve babası gelinceye kadar orada kumlara bir şeyler karaladı. Mutlaka bir sanat eseri yaratmıştı orada, biliyorum bunu. Ama gidip bakamadım. Elbette sonradan bakmayı da unuttum. Bunun için özür dilemeye hazırım şimdi. Oysa sonradan gidip o sanat eserinin fotoğrafını çekebilirdim. Elimde böyle bir fotoğraf olsaydı şimdi onu kendisine şerefle armağan edebilirdim. Yazık oldu, çok yazık.
Neyse efendim, dedim ya; beşerdir, şaşar. Benim de hatalarım var elbette. Bir saat sonra getirdi adam çocuğun sabıka kaydını. Bana kaydı yaptırdıktan sonra anlattı emniyet müdürlüğünde yaşadıklarını. Adam savcılığa gideceğine „sabıka“ denilince aklına polis geldiğinden emniyet müdürlüğüne gitmiş. Polisler onunu isteğini duyunca gül baba gül gülmüşler. Bir babaya bakmışlar, bir de çocuğun fotoğrafına, güle güle yerlere yatmışlar. Emniyet müdürü çocuğun babasını iyi tanıyormuş. Başlamış; „Yoksa bizim bilmediğimiz bir örgüt mü kurdunuz ailece. Bu çocuk gitar çalıyor mu“ diyerek dalga geçmeye. En sonunda müdüre belki bir ders olur diyerek, antetli bir kağıda „Adı geçen kişininin dünyada yaşadığı 6 yıl boyunca bazı geceler altına işemenin dışında hiç bir sabıkasına rastlanmamıştır. 7 yaşından sonra ne yapacağı belli değildir“ yazıp, mühürlemiş, babanın eline tutuşturmuş.
Müdür bey kendisine verilen bu kağıdı okumadı bile. Kağıttaki anteni görmesi yetmişti ona. Artık hiç bir itirazda bulunamazdı. Kaydı benim yapmamı istedi ve ben de gelecekte mutlaka ünlü olacağını bilidiğim bu saygıdeğer kişinin kaydını 75 numarayla birinci sınıfa yaptım. Kayıt işleminin karşısında benim imzam bulunmaktadır ve hala arşivde olduğunu bildiğim-çünkü dün gidip baktım- kayıt defteri tanığımdır.
Müdür beyin ikinci yanlışı da yine unutkanlıktan kaynaklanan bir yanlış. Bu saygıdeğer kişiyi kendisinin 5 yıl okuttuğunu söylüyor müdür bey. Ne ilgisi var efendim?
Diplomayı o imzaladı, ama bitirme sınavlarını ben yaptım, notları ben verdim ve o diplomada sınıf öğretmeni olarak benim el yazım, benim de imzam var. Müdür beyin iyi bir yönetici olarak bunları anımsaması gerekirdi.
Kısacası efendim, memleketimizin böyle bir değere kavuşmasında, atasözümüzde olduğu gibi ‚Kendi yanan, ama çevresini aydınlatan bir mum‘, bir öğretmen olarak karınca kararınca bir katkım olduğu için onur duyuyorum.“
İLK OKUL VE MAHALLE ARKADAŞI anlatıyor.
mu? Onu elbette iyi tanıyorum. Hatta ve rahatlıkla, onu benden iyi hiç kimse tanıyamaz diyebilirim. Bir insanın bir çok çocukluk arkadaşı olabilir. Ama onun bir tek arkadaşı vardı, o da bendim. Yani o zamanlar öyleydi ve o zamanlar öyle olduğu için ben şimdi müthiş bir mutluluk duymaktayım.
Ünlü kişilerin çocukluklarında yaptıkları masum davranışların anlatılmasından sıkıntı duymayacaklarını düşündüğüm için, birlikte yaşadığımız her şeyi açıkça anlatmak istiyorum. Böylece şimdi onun arkadaşları olduklarını söyleyerek ününden yararlanmak isteyenlerin foyalarını da açığa çıkaracağımı düşünüyorum. Eğer kırılacağı bir şey söyleyecek olursam ondan şimdiden özür diliyorum.
Biz bir kaç ay arayla gelmişiz dünyaya. Benim annemin söylediğine göre ben ondan üç ay büyüğüm. Onun annesinin söylediğine göreyse o benden üç ay büyük. Bunun önemli bir ayrıntı olduğunu sanmıyorum. Biz aynı mahallede, birlikte büyüdük, aynı ilkokula birlikte gittik. Yani birlikte başladık okula, beş sınıfı birlikte okuduk, ama o benden bir yıl önce bitirdi okulu.
Küçükken onun çok sevdiği oyun toprağa işemek ve sidiğin oluşturduğu çamurla kamyon yapmaktı. O zamanlar taksiyi tanımadığımızdan yaptığı şeyler çoğunlukla burunlu Ford kamyonlarına benziyordu. Ona suyla daha çok çamur yapabileceğimizi söylüyordum, ama o yine de sidiğiyle çamur yapmayı yeğliyordu. Çamuru bitince, daha tam bitmemiş olan kamyonunu kurumasın diye bir bez parçasıyla örtüyor, bir köşeye çekilip yeniden işeyebileceği anı bekliyordu. Onun bu davranışı bana elbette çok aptalca geliyordu. Ama şimdi onun neden böyle yaptığını çok iyi anlıyorum. O emeğiyle, malzemesiyle tamamiyle kendisine ait olan bir üren yaratıyordu. Sık sık ishal olmasaydı ve boku kokmasaydı belki çamur yerine kendi bokunu kullanarak ürünü yüzde yüz kendi malı yapabilirdi. Bu kadar yaratıcı biri olduğunu çocuk halimle anlamamam ayıp sayılmaz her halde.
Pipisi küçüktü. Gerçekten çok küçük bir pipisi vardı. Benimkinin yarısı kadar bile yoktu. Birlikte oynadığımız günlerde elbette sadece işemek için çıkarmıyorduk onları. Arada bir tüylerine bakıyor, bazen de ellediğimizde nasıl büyüdüklerini izliyorduk. Pipisinin küçük oluşu onu hiç rahatsız etmiyordu. Bir de teni ne kadar sarıysa pipisi de o kadar karaydı. Bu beni elbette şaşırtıyordu. Onun pipisinin etrafında oluşan tüyler de karaydı ve annem bazı insanların ziyaret özelliği taşıdığını söylüyordu. Böyle insanlardan bazılarının vücutlarının gizli yerlerinde iri, siyah benler oluşurmuş. Bazılarında bu özellik kendini siyah killer şeklinde gösterirmiş. Onun da benden özel bir yanı olduğuna daha çocukken inanmıştım. Bu nedenle ona elimi bile kaldıramıyordum. Ayıptır söylemesi, çocuk aklı işte, çarpılırım diye korkuyordum. Yoksa onu bir tutuşta yere çaldığım çok oldu güreşlerde. Beş kilo patates gibiydi.
Zayıftı, evet. Zayıf oluşu yoksulluklarından kaynaklanıyordu. Bir at arabaları vardı ve babası gece gündüz o arabayla yük taşıyarak geçimlerini sağlıyordu. Atın kemikleri görünüyordu. O kadar bakımsızdı hayvan. Bizim evde karpuz yendiği zaman kabuklarını hep onlara götürüyordum. Bir kere işte bu gözlerimle gördüm, onun kabukları once kendisinin kemirdiğini, sonar ata verdiğini. Annem bunun kötü bir şey olmadığını, karpuzun da nimet sayıldığını, bu nedenle kızarık yerlerinin iyice kemirilmesi gerektiğini söylemişti.
Onun ağladığını çok ender gördüm diyebilirim. Düşse de, günde annesinden beş posta dayak yese de ağlamazdı. Dayağı yer, biraz uzağa çekilir, kendisini döven insana bir şeyler anlatmak istercesine bakardı. Annem bu davranışın kutsal insanlara özgü bir davranış olduğunu hep söylemiştir.
Özellikle okulda, öğretmen onu kıyasıya dövdüğü zaman öyle bakardı öğretmene. O iri, simsiyah gözlerini öğretmene dikip öğretmene bakınca öğretmen iyice çileden çıkar, onu eşek sudan gelinceye kadar döverdi.
İnanın bana, söz gelimi öyle söylemiyorum. Bizim sınıfta öğretmenin „Eşek“ diye isimlendirdiği bir arkadaşımız vardı. Aptalın tekiydi. Öğretmen onu okulun bahçesindeki çeşmeden su içmeye gönderir, döveceği insanı alırdı eline. Eşek 3 dakikada suyu içip geleceği yerden 10 dakikada dönmezdi. Yalvarırdık ona ders aralarında, biraz daha çabuk gelmesini söylerdik. Gülerdi eşşoğlueşşek. Özellikle de şimdi hak ettiği üne kavuşmuş olan saygıdeğer okul arkadaşım dayak yiyeceği zaman eşek 20 dakikada dönmezdi geriye. Neden? Çünkü çalışkandı arkadaşım. Gerçekten sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Eşek de onun bu yanına kinleniyordu. Öğretmenin onu sık sık dövmesinin nedeniyse her şeyi anında yanıtlaması, bir de aklın hayalin almayacağı sorular sormasıydı. Nereden buluyordu öyle soruları hiç birimiz anlayamıyorduk.
Diyelim sınıfta tam bir sessizlik içinde Hayat Bilgisi dersi yapıyoruz. Dersin yarısı geçmiş. Herkes zilin çalmasını beklerken bu saygıdeğer arkadaşımız parmağını kaldırıyor ve öğretmen daha ‚Söyle‘ demeden, ‚Örtmenim uzayda kaç yıldız var acaba‘ sorusunu yapıştırıyordu. Şimdi eğri oturup doğru konuşmak gerek değil mi; nereden bilsin bizim öğretmen gökte kaç yıldız olduğunu? Hem konumuz da bu değil. O bize ayın etrafında geceleri gördüğümüz beyazlığın ayın nuru olduğunu anlatıyor, bizimki gökte kaç yıldız var diye soruyor. Olacak şey mi yani? Sanki bizim öğretmenin gökteki yıldızları saymanın günah olduğunu yüz kez söylediğini bilmiyormuş gibi soruyor hem de. Ayrıca öğretmenimiz gökteki yıldızların sayısını allahtan başka kimsenin bilemeyeceğini, allaha en yakın meleklerin bile bu konuda bir bilgiye sahip olmadıklarını coğrafya dersinde de, tarih dersinde de, Türkçe dersinde de yüzlerce kez söyledi. Gökte o kadar çok yıldız varmış ki; yeryüzü kurulduğundan beri, yani Ademle Havva cennetten kovulup dünyaya atıldıktan sonra allah doğacak herkes için bir yıldız yapmış gök yüzüne. Biri ölünce onun yıldızı kayıp gidermiş karanlığın içine. Bazı geceler gökyüzünde kayan yıldızları ben de görmüştüm ve böyle anlarda annemin ‚Yine gitti biri‘ dediğini de çok iyi biliyorum. Şimdi diyelim öğretmen dünyanın nüfusunu biliyor ve o kadar yıldız olduğunu söylüyor. Bu doğru bir yanıt olur mu? Elbette hayır! Çünkü daha doğmamış, ama bir gün mutlaka doğacak olanların da yıldızları duruyor gökyüzünde ve öğretmen bir ermiş olmadığından kıyamet kopuncaya kadar daha kaç insanın doğacağını da bilemez.
Bizimki o günkü cezayla asla yetinmezdi. Coğrafya dersinde öğretmen Missisipi Nehri’nin uzunluğunu anlatıyorsa o hemen ‚Ordu deresinin uzunluğunu‘ sorardı. Öğretmen Niyagara şelalesinin yüksekliğini anlatsa o „Pamukkale ne kadar yüksek acaba“ diye çomağı sokardı arı kovanına.
Nereden bilisin bizim öğretmen Ordu deresinin uzunluğunu, Pamukkale’nin yüksekliğini değil mi? Bir sınıfta, öğrencilerin önünde bir soruya yanıt verememek bir öğretmen için utanç değilse nedir? Öğretmen böyle bir utancı yaşamaktansa ‚Allahın işine ne burnunu sokuyorsun it oğlu it‘ deyip elbette dayağa girişirdi. O zaman bizim eşek suya gider ve bu saygıdeğer arkadaşımız da yüzünde kızarmamış iğne ucu kadar yer kalmayıncaya kadar yerdi tokatları.
Hayret ki nehayret, ağlamazdı adam. Öğretmen vurdukça öyle bakardı. Yüzünde güller açılır, güller kana boyanır, o yine öyle bakardı. Öğretmen de ‘Bakma ulan bana öyle şey şey’ diyerek, çılgınca vururdu.
Çok dayak yedi arkadaşım, çok. Bu dayak faslı birinci sınıfta başladı, beşinci sınıf bitinceye kadar sürdü diyebilirim. Onun yediği dayaklardan okyanusun üzerine köprü kurulurdu.
Utanıyorum ama söylemeliyim. Onu kıskandığım anlar çok oldu. Şimdi onunla övünüyorum. Böyle değerli, böyle saygıdeğer birini kıskanmayıp da kimi kıskanacaktım. Defterleri tertemiz olurdu. Ne eder, ne yapar bir yerlerden cilt kağıdı bulur, ciltlerdi defterlerini. Bir keresinde de defterini kapladığı gazete kağıdının üzerinde çıplak kadın resmi var diye dayak yediğini anımsıyorum.
Biliyor musunuz, arkadaşımın sidikle Ford kamyonu yapmanın dışında, bizde olmayan bir özelliği daha vardı. Çok güzel at resimleri yapardı ve yaptığı atların hepsi de tavlı, şişman olurdu. Renkleri de iyi tanırdı arkadaşım. Ders aralarında renkli tebeşirle çiçekler yapardı kara tahtaya. Öğretmen onun bu özelliğini de pek sevmezdi. Çünkü öğretmene gore; resim yapanlar şeytanın evine yiyecek taşıyanlardı. Resim yapmak allahı inkar etmek gibi bir şeydi. Hele de insan yüzü çizmek allahla yarışmak anlamını taşıyordu ki; bunun bedeli cehennemde binlerce ahiret yılı yanmak demekti. Öğretmenden yenilecek dayaklar bu cezanın bir parçasıydı elbette.
Din mi? İslamın şartını, imanın şartlarını bile bilmezdi dersem umarım bana kızmaz arkadaşım. Sonradan öğrenmiş olabilir, bilemiyorum. Öğretmen ne zaman; ‘Saum, selat, hac u zekat, kelime-I şehadet getirmek‘ dese, bizimki hemen mırıldanmaya başlar; ‚Somun, salata, bacaya çıkıp çökelek yemek‘ derdi. Meleklere inanmazdı, allahın birliğine, ‘Kim görmüş, kim saymış’ diye karşı çıkardı. Hele de öldükten sonar dirileceğine hiç mi hiç inanmazdı. Zaten bizimle birlikte teravi namazlarına da gelmezdi ramazanda. Oruç için de; ’Ben her gün niyetliyim aslanım’ derdi.
Dini bilmezdi diyorum ya, bu onun din dersinden zayıf not aldığı anlamına gelmez. Sınavlarda her sorunun yanıtını doğru yazardı. Hep pekiyi, pekiyi.. Bir kere iyi almıştı da öğretmene; ‘Beni bir daha imtihan edin’ diye yalvarmıştı.
İlkokuldan sonra bizim mahalleden ayrıldılar. Babasının kentin arkasındaki tepelerin birinde gecekondu kurduğunu, oraya taşınacaklarını söylemişti. Sonra ondan bir daha haber alamadım. Şimdi gazetelerde onun resmini görünce dünyalar benim oldu. İki gündür telefon, faks, internet ne varsa onu deniyorum ama daha kendisine ulaşamadım. Elbette böyle saygıdeğer insanlara kolaylıkla ulaşılamaz değil mi? Ona sadece eski günlerimizin anısına bir merhaba demek istiyorum. Beni unutmadığını gözüm gibi biliyorum. Çünkü onun biricik arkadaşı bendim.
ORTA OKUL ÖĞRETMENİ anlatıyor:
O mu? Ünlü mü olmuş? Neresi değerliymiş o itoğluitin? Ona saygı duyan teresler saygının ne demek olduğunu biliyorlar mı acaba?
Elbette kızgınım efendim! Değil onu görmek, adını bile duymak sinir krizine girmeme yetiyor. Hafta başında onun resmini gazetede gördüğümden beri psikoloğa taşınıyorum. Oysa yıllardır rahattı başım. Sinir sistemim düzelmiş, derslerime neşe içinde girer olmuştum. Ama bu adam beni kesinlikle öldürmeye kararlı, biliyorum. Yıllar öncesinden biliyordum bunu ben. Bakışları; allahım o delici, kahredici bakışlarıyla her gün çıldırtıyordu beni. Öğretmenine böyle bakan biri nasıl oluyormuş da saygıdeğer, ünlü biri oluyormuş, anlayamıyorum. Belki de benim söylediğim tiple bu saygıdeğer kişi arasında bir benzerlik var. Bir hata yapmak da istemiyorum. İkiz kardeşi var mıydı, yok muydu anımsamıyorum. Bir akrabası da olabilir. İnsanlar çift olurmuş dünyada, öyle derler. Onun için eğer bu saygı değer kişi benim sözünü ettiğim o hıyaroğluhıyar değilse, lütfen sözlerimden alınmasın.
Evet, o bir itti, hıyardı, eşekti, odundu, hayır tahtaydı o. Gürgen tahtası. Böyle söylememin elbette nedenleri var. Bu adamı babası elinden tutup okula getirdiği zaman, sakin, aklı başında birine benziyordu. Babası onu kaydettirirken müdür yardımcısı olarak ‚Çocuğun notları çok iyi, neden bir sivil liseye yazdırmıyorsun onu? Oradan mezun olunca kolayca üniversiteye gider. Bizim okul lise dengi sayılmıyor‘ demiştim. Babası ‚Üniversiteyi okutacak gücüm yok, bir an önce meslek sahibi olsun istiyorum‘ diye yanıtlamıştı. Ben de söz vermiştim oğlunu 10 parmağında 10 hüner olan iyi bir usta olarak yetiştirmeye. Keşke o gün defetseydim onu başımdan.
Unuttum söylemeyi, özür dilerim; bizim okul meslek okulu. Burada insanlar marangozluk, demircilik, tesviyecilik öğrenirler. Okulun adının sanaat okulu olduğuna bakmayın siz, aslında bal gibi zanaat okuludur bizimki. Biz insana burada altın bilezik takar, hayatın içine öyle göndeririz.
Burada atölye derslerinin dışında elbette öğrencilerimizin hayatta işine yarayacak tarih, coğrafya, biyoloji, matematik, fizik, kimya bilgileri de öğretilir. Yabancı dil derslerimiz de var, ama öğretmen yokluğundan bu derslerde zaman zaman din dersi verildiği de olmuştur. Bazı zamanlarda da bu derslere öteki derslerin öğretmenleri girer. Aslında bir marangoz hayatı boyunca hiç bir zaman ‚Wat ist this‘ demeye ihtiyaç duymaz. Bir tahtaya uzaktan bakıp, elyaflarını sayamayan, bir defada tahtanın yapıldığı ağacın cinsini bilemeyen, ağacı görmeden kokusundan tanıyamayan bir maragoz ‚This is a book‘ dese ne olur, demese ne olur?
Ama bu adam onu da diyordu. Nereden bulmuşsa kocaman, deve kafası kadar bir sözlük bulmuş, ezberlemiş, olur olmaz yerde ağaçların İngilizce adlarını söyleyip, milletin kafasını bulandırıyordu.
Ben aslında atölye öğretmeniyim. Marangoz atölyesininin de şefiyim aynı zamanda. Bu hergele daha ilk derste bana da bir lakap uydurdu. Sorgulamada her ne kadar ne evet ne de hayır dediyse de, gözüm gibi biliyordum onun bu lakabı uydurduğunu. Çünkü ‚Söyle, sen mi çıkardın bunu, sen söylemediysen kim söyledi ilk olarak‘ dediğim zaman yüzüme o şeytani bakışlarla bakmanın dışında hiç bir şey yapmadı.
Hangi lakabı mı takmışlardı? „Gomlak“ diyorlardı bana. Aslını inkar eden haramzadedir, ben köylü çocuğuyum, ama okudum, bu okula öğretmen, müdür yardımcısı oldum. Dilim biraz sürçtüğünden ‚Gomalak‘ diyeceğime ‚Gomlak‘ demişsem ne olmuş yani? Gomlak, yani gomalak nedir biliyorsunuz değil mi? İspirtonun içinde eriyen, hayvan artıklarından yapılmış reçinedir gomlak. Onu mobilyaların üzerine süreriz. Kokusuna bayılırım gomlağın.
Biz de öğrenciyken öğretmenlerimize lakap takardık. Ama onu yıllarca sürdürmezdik. Bu teres bir taneyle yetinmedi, ikinci lakabı da taktı bana. Yine bir keresinde dilim sürçmüş, alet diyeceğime ‚Halet‘ demişim. Al sana bir isim daha. Akıllarına gomlak gelmeyince halet, halet gelmeyince gomlak der oldular beni görünce. Duyuyorum elbette, duyunca da deliye dönüyorum. O defoldu gitti bu okuldan, yıllar geçti her gelen öğrenci bir öncekinden miras gibi devraldı bu lakapları, hala öyle isimlendiriyorlar beni.
Bu kadar olsa neyse. Daha ilk atölye dersinde başladı bu adam beni çileden çıkarmaya. Aletleri tanıttım onlara ve ellerine birer tahta verip, en dardan başlayarak en geniş deliğe kadar matkapla delmelerini söyledim. Atölyede herkese yetecek kadar matkap var. Elbette bunlar elektrikli değil. Daha atölyeye yeni giren birine nasıl elektrikli matkap kullandıralım, değil mi?
Atölye şefine ait odada otururken baktım bu adam geçmiş elektrikli matkabın başına, ver ha deliyor. Bir koşuda yetiştim yanına, durdurdum makineyi ve ‚Ne yapıyorsun‘ diye sordum. ‚Delik deliyorum‘ dedi gözlerimin içine bakarak. ‚Sana bu makine yasak demedim mi?‘ dedim.
‚Neden yasak olduğunu anlayamadım. Bununla daha çabuk deliniyor delikler. Öteki makine kolumu ağrıtıyor.‘
‚Bu makinenin burada olduğunu unutacaksın, tamam mı?‘
‚Ama burada!‘
‚Değil ulan! Burada elektrikli matkap yok!‘
‚Peki bu ne?‘
Delireceğim. Normal bir öğrenci ‚Evet öğretmenim‘ der, çeker gider. Bu dikleniyor kardeşim.
‚Oğlum‘ dedim, sesimi yumuşatarak; ‚Bu makine elektrikli matkap, ama sen onu burada yok sayacaksın, tamam mı?‘
‚Burada olan bir şeyi nasıl yok sayabilirim? Bir şey hem burada, hem nasıl burada olmayabilir’ dedi bu kez.
Deli olmak işten değil. ‘Oğlum, yavrum’ dedim yine pedagog sesimle; ‘Say ki makine bozuk!’
‘Ama ben bu delikleri onunla deldim, nasıl bozuk olabilir? Bu makineyle daha kısa sürede ve daha az emek harcayarak işimi yapabiliyorum. Babam hep ülkemizin yoksul oluşunun tekniği iyi kullanmayışımız, insan emeğini çarçur edişimizden kaynaklandığını söylüyor.‘
‚Komünist mi ulan senin baban‘ diye bağırdığımı anımsıyorum.
‚Hayır, at arabacısı. Babam diyor ki..‘
‘Ulan senin babanın da, ananın da, seni okutanın da..’
Neyse, geçti inanın geçti.. Şimdi daha iyiyim. O günleri anımsayınca engel olamıyorum sinirlerime ne yapayım. Onu unutmak için yıllarca doktor doktor dolaştım. Sade ben mi? Bakın anlatayım.
3 Ay sonra bu adam demir atölyesine geçti. Bizde böyle. Her yıl 3 ay marangoz, 3 ay demir, 3 ay tesviye. Daha ilk gün demir atölyesinin öğretmeni sinir krizi geçirdi. Bunlara birer demir parçası verip eğelemelerini ve 3 santim inceltmelerini istemiş. Öteki öğrenciler eğelerle demirleri inceltmeye çalışırken seninki geçmiş elektrikli testerenin başına, sıkıştırmış demiri mengeneye, başlamış kesmeye.
‘Ne yapıyorsun’ diye sormuş öğretmen.
‘2,5 santim keseceğim, sonra eğeleyeceğim’ demiş seninki.
‘Ben sana eğeyle yap demedim mi?’
Elbette seninki yine emekten, boşa giden zamandan, tekniği kullanmaktan söz etmiş. Öteki öğrenciler de ona hak vermişler. Bu bir isyan efendim, bir baş kaldırı. Üstüne üstlük seninki bir de 'İlk ‘nsanlar odunları birbirine sürerek ateşi yaktılar diye şimdi biz de kibrit varken öylemi ateş yakacağız’ demiş.
Aynı şeylerin tesviye atölyesinde de yaşandığını, son sınıf öğrencilerinin bile kullanmaktan çekindiği frezeyi izinsiz kullandığını söylemek gereksiz sanıyorum.
Ama işini temiz yapıyordu o köpoğlu. Onun yaptığı tel dolabı, ecza kutusunu müdür evine götürdü. Bize hissettirmeden atölyelerdeki makineleri kullanarak bir de çocuk arabası yaptı. Bizim hanım da ha doğurdu ha doğrucak o günlerde. Atölyede illegal işler yapmak yasak olduğundan arabaya el koydum. Yapılmış, bitmiş. Atacak değildim her halde. O günlerde sadece subaylar çocuklarına böyle arabalar alabiliyorlardı.
Bu adam tanjanttan, sinüsten, kosünüsten anlamaz, gönye, minkale kullanmayı bilmez, bizim yıllardır işkence diye adlandırdığımız aletlere kıskaç der, matkaba bireyz ya da burgu desek gülerdi. Yine de okulu iyi dereceyle ve hiç takılmadan bitirdiğini söylemek zorundayım. Çünkü diplomasında benim de imzam bulunuyor.
Fakat sizin söylediğiniz adamın o adam olabileceğine dünyada inanamam. Eğer öyleyse yaşamda önemli şeyler öğrenmiş, kendisini geliştirmiş demektir. Bunda, bu gelişmede temel bilgilerle onu beslediğim için elbette benim de büyük katkılarımın olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu nedenle eğer gelecekte kendi kentine yararlı olacak bir fabrika kurmayı düşünürse orada müdür olmaya hazır bulunduğumu, onun yanında çalışmaktan onur duyacağımı belirtirim. Yıllardır emekliliğimi ertelettiriyorum. Bu tarihte emekli maaşıyla geçinmek kolay mı kardeşim?
ASKERİ KOMUTANI anlatıyor.
Bilindiği gibi biz askerler genellikle bireylerle değil, genelle ilgileniriz. Eğer sık sık önüme çıkarılmasa, askeri mahkemeye gitmesini gerektiren suçlar işlemese ve yine askerliğinin bir bölümünü disiplinde geçirmemiş olsa, onun hakkında çok fazla bir şey söylemeyecektim. Bu güne kadar tanıdığım, asker kıyafeti altında zaman dolduran bir yığın oduna baktığımızda, onunla ilgili olarak iyi bir askerdi diyebilirim. Kısa sürede onbaşı oldu. İstese çavuş da olabilirdi, ama istemedi. En iyi manga, aynı zamanda en sorunlu manga onun mangasıydı diyebilirim. Verilen emirleri anında ve eksiksiz olarak yerine getirdikleri için en iyi manga onların mangasıydı. Ama dinlenme molaları sırasında başka mangalara tezgah dizmek, çavuşları, baş çavuşları makaraya sarmak, sonra da kenara çekilip gülmekte üstlerine yoktu. Kaç kez bu nedenle manga komutanı olarak dayak yedi, anımsamıyorum. Komutası altındaki hiç bir askeri ele vermedi. Sorumlu olarak dayakları hep kendi yedi. Onu döverken içimin sızladığını belirtmeliyim. Yine de askerlik disiplin demektir, üste itaat demektir. Kimse başarılarının gölgesine sığınarak üstlerini alaya alamaz, onları küçük düşürücü oyunlar oynayamaz. İnsanların askerde adam olmaları işte bu demektir. İtaat, itaat, yine itaat.
Terhis belgesini ona verdiğim zaman hayatta başarılar dilemiştim. Dileğimin gerçekleştiğini görmek benim için sonsuz bir mutluluk kaynağıdır. Umarım beni unutmamıştır. Ben ulusumuzun her bireyi gibi asker olan bu değerli evladımızın çakı gibi insanın yüreğine işleyen bakışlarını asla unutmadım.
MAHALLE BAKKALI anlatıyor:
Valla birader ne söyleyeyim? Sessiz, dilsiz diyeceğiniz kadar sessiz biriydi. Ama bir konuşmaya görsün, adamın bir derya olduğu hemen anlaşılıyordu. Onun bir gün mutlaka hak ettiği yere varacağını düşünmüşümdür hep. Bunun bana bir yararı olur mu olmaz mı, düşündüğüm şey değil bu. İyi bir müşteriydi, veresiye alırdı, ama ay başında hiç itiraz etmeden öderdi hepsini. Tartışıp beni meşgul etmez, dükkanı işgal altında tutmazdı. Hatta biraz da fazla verir, bir de teşekkür ederdi. Hiç bir zaman niye bu kadar çok diye karşı çıkmadı hesaba. Kendisi ayrı defter tutmazdı, ama bir kez olsun belki de sen fazla yazıyorsun deftere demedi. O kadın, yani onun eski eşi her ay dünyanın masrafını yapıyor, bu yetmiyormuş gibi bir de benden nakit para alıyordu. Laf aramızda eşi diyorum ya, aslında evli değillerdi., biliyorum. Evli gibi yaşıyorlardı. O kadan da bunu iyi kullanıyor, durmadan onu terkedeceğini söylüyordu. Ben her zaman bu saygıdeğer insandan yana tavır aldım. O kadına da böyle saygıdeğer birine karşı davranışlarının hiç de doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. Ama bizi kim dinler efendi?
Böyle bir oğlum, böyle bir kardeşim olsaydı keşke. Bu çağda böyle bir insana ancak melek, ya da peygamber denilir kardeşim. Küçükle küçük, büyükle büyük olurdu, alçak gönüllüydü, mahallede kimse ondan kırıldığını, ona darıldığını söyleyemez. Eğer yolu buralara düşer, bir kahvemizi içerse elbette mutluluk duyarız. Ne de olsa birlikte yemişliğimiz, içmişliğimiz var. Gönül borcu veresiye defterindeki bonca hiç benzemez. Aslında ben hemen yanına gitmek istedim, ama onu görmeme izin vermezler, beni kapıdan çevirirler diye korktuğum için gidemedim. E, ne de olsa o artık iç dünyasında sakladığı gerçek kimliğine büründü. Bizim gibi bir bakkal parçasını kim sokar onun yanına?
SEVGİLİSİ anlatıyor
Gerçeği söylemek gerekirse ondan ayrılmakla hayatımın en büyük hatasını yaptım. Böyle olacağını nereden bilebilirdim değil mi? Ben silik, kendi halinde, hiç bir şeye karışmak istemeyen, hiç bir şeyle ilgilenmeyen, kazandığı üç-beş kuruşu dünyanın zenginliği sayan biriyle ömür boyu yaşayabilecek biri değilim. O ise paranın değil, sevginin önemli olduğunu söyleyip duruyordu. Gencim, güzelim, giyinmek, kuşanmak, gezmek, eğlenmek benim de hakkım değil mi? Beni hakimler, doktorlar, avukatlar, öğretmenler istemişti de gitmemiştim onlara. Neden? Onu seviyordum. O zaman daha çocuk denilecek yaştaydım. Eğer o kitabı eve getirmeseydi belki hep aynı duygularla yaşayacak, bir evin içinde kocayacaktım. O kitapta o şiiri okuduktan sonra birden düşüncelerim değişti. ‚İki çıplak bir hamama yakışır‘ diye yazmıştı şair. Orhan mıydı, Veli miydi, adı neydi şimdi tam anımsamıyorum. Aradan o kadar yıl geçti. Çıplak olmak, hamamda yaşamak istemiyordum. Beynimde birden değişti yaşam. Getirmeseydi o tür kitapları, geceler boyunca okumasaydı o şiirleri bana, ben de böyle olmazdım. Şimdi neden ben suçlu oluyorum?
Onu sevdiğim doğru. Şimdi de seviyor ve bir hata yaptığımı, beni anlamasını rica ediyorum. Hem de ondan küçüğüm. Büyükler küçükleri affeder, değil mi?
Allah kahretsin işte, bir aptalım ben, biliyorum. Onun o aşk dolu bakışlarının anlamını tam olarak kavrayamamış, hatta bu bakışları zaman zaman deli bakışlarına benzetmiş, onunla alay etmiştim. Onu terkettiğim gün de öyle, ama biraz ıslak bakmıştı bana. Gidiyorum, demiştim, gidiyorsun diye yanıtlamıştı beni. Bird aha dönmeyeceğim, demiştim, bir daha dönmeyeceksin, demişti. Kızmamış, küfretmemiş, beni dövmeye, gitmemi engellemeye kalkışmamıştı. Sanki memnundu gidişimden. Benden bıkmış gibi bir hali vardı. Oysa kızmasını, beni saçımdan sürükleyip tekmelemesini bekliyordum. Belki kızar diye, seni hiç bir zaman sevmedim, diye bağırdım. Beni hiç bir zaman sevmedin, diye yanıtladı.
Çıkıp gittiğim zaman içimde gizli kalmış bir aşkı da birlikte götürdüğümü nereden bilebilirdim? Şimdi o aşk bir yanardağın ağzından fışkırmaya hazır magma bir hareket halinde içimde. Yoo, lütfen yanlış anlamayın, ünlü, saygıdeğer biri olduğu için böyle söylemiyorum. Vallahi de billahi de, tillahi de öyle değil. Bir cahillikti benimkisi. Değilse adam gece-gündüz çalışıp benim istediklerimi karşılamaya uğraşıyordu. Bir sıvacı ne kadar kazanabilir değil mi? Ama beni kimselere muhtaç etmedi. Tamam, bakkaldan veresiye alıyor, bunu ezikliğini yaşıyordum ama ay başlarında resmen ödüyordu borcumuzu. Hem de bu kadar masraf yapılır mı, neden bakkaldan nakit para alıyorsun, ben sana para vermiyor muyum bile demeden ödüyordu borçlarımızı.
Ah benim aptal kafam. O adamın parayı nasıl kazandığını bile düşünmüyordum o günlerde. Gençlik işte, neylersiniz. Elleri hep nasır bağlamıştı. Beni okşamaya kalkıştığı anlarda etime eski bir kazma sapı değiyormuş gibi bir hisse kapılıyordum. Bedeni çimento, kum, harç, yanmış kireç kokuyordu. Yıkansa da çıkmıyordu bu koku üzerinden. Saçları hep kazık gibi dimdik durduğundan hoşuma gitkiyordu. Benim yüzümden hep sıfıra vuruyordu saçlarını. O zaman da çağı geçmiş askerler gibi görünüyordu gözüme.
Tamam, şekilci biri olduğumu, görünüşe önem verdiğimi kabul ediyorum. Hangi genç kız yapmaz bunu? Şimdi öğrendim gerçek sevginin içte olduğunu. Gerçek sevgi görünmez, gösterilmez.
Allahın adına yemin ediyorum, onu hep sevdim. Benimki bir yanlıştı işte. Onun da beni hala sevdiğine inanıyorum. Beni mutlaka arayıp, yanına alacak, göreceksiniz. Ona bu yakışır.
Gazetede birlikte resim çektirdiği o yarı çıplak kadınların hiç birini sevdiğini sanmıyorum. Gazetecilerin bir mizanseni bu, biliyorum. Siz asıl resmi benimle çektirdiğinde göreceksiniz. Bu gün değilse, yarın, yarın olmazsa öbür gün gerçekleşecek bu, biliyorum. Falcı bile öyle söyledi.
İNŞAATTA USTASI anlatıyor:
Ben ne söyleyeceksem insanın yüzüne karşı söylerim beyim. Ona hep, sen bu sabrın sonunda değil amacına ulaşmak, Mısır’a sultan bile olursun demişimdir. Yusuf peygamberin sabrı vardı onda. Yoruldum sözü onun ağzından çıkacak söz değildi. Yetinmesini biliyordu. Tamam, şükreden, tanrıya hamdeden biri değildi, ama yakınan biri de değildi. Ne yalan söylemeli, ben de milyar kazanmıyordum ki ona milyon vereyim. Yapılan işin kumu var, çimentosu var, suyu var, kireci, işçi parası, vergisi, sigortası, var oğlu var. Geriye kalanla çoluğumu, çocuğumu zor geçindiriyorum. Milletin ağzına bakarsan iki apartmanım varb Hem de onar katlı iki apartman. Nereden duymuşlarsa.. İki gecekondu demiyorlar da iki apartman diyorlar. İkisini toplasan 10 kat etmez birader. Hem o da oturuyordu dairenin birinde. Kirası da yüksek değildi allah için. Aybaşında para ödemesi bile gerekmiyordu. Ben hesaptan kesiyordum kirayı, onun cüzdanından da bir şey çıkmıyordu. Yani hiç bir şey ödemeden, kendi evinde oturuyormuş gibi oturuyordu.
Bir kez olsun fazla çalışmasını istemedim ondan. Ama o hep fazla çalışıyordu. Karanlık çöküp, sıvanın rengi karanlıkla bütünleşinceye kadar çalıştığı çok oldu. Adamda bir göz, bir bakış vardı kardeşim, karanlıkta bile görüyordu sıva yapacağı yeri. Zaten insana bir kere bakmasın, bitmiştir onun işi. İnsanın yüreğini deliyordu bakışlarıyla. İşçiler harca çimentoyu az katsa harcın renginden anlardı, kireç az mı çok mu, bir bakışta tamam işi. Mikroskop gibiydi gözleri.
Yemek molalarında yemeğini yerken, ya gazete okur, ya da hep cebinde taşıdığ, sık sık değişen kitaplardan birini karıştırırdı. Gören onu üniversite sınavlarına hazırlanıyor sanırdı. Bir iki defa haddim olmadan, sen garip bir sıvacısın, neyine senin kitap-gazete dedim. 2 kilo et al o parayla, kendine bak biraz, son günlerde iyice süzüldü yüzün.
Ben öyle deyince hep güldü bana. Hem ağzıyla, hem gözleriyle güldü. Ben gıdamı bunlardan alıyorum usta, dedi, kimi et, kimi ot, kimi de bilgi ile beslenir.
Bu laflar benim için büyük laflardı, sesimi çıkamaradım. Okursa okur bana ne deyip karışmadım bir daha.
Kendisinden bir şey duymadım, ama bizim kanayaklıya bakılırsa karısı, yani birlikte yaşadığı kadın müsrifin tekiymiş. Kene gibi emiyormuş adamın kanını. O da erkekliğe halel gelmesin, dedikodu olmasın diye çalışıyormuş gece yarılarına kadar.
Yetişkin adam, aklı başında, çalışmak istiyorsa çalışır değil mi? Ben kim oluyorum da içinde böyle bir cevher taşıyan birine yeter artık, git eve biraz dinlen diyecektim.
Ih demezdi adam kardeşim, sabır küpüydü sabır. Allah ona hak ettiği mertebeyi verdi. Gözü olanın gözü çıksın. Diyeceğim o ki; evimin kapısı ona her zaman açıktır. Yolu düşerse, bizi ziyaret etme büyüklüğünü gösterirse, bizlere büyük bir onur bağışlamış olur. Umarım tuttuğu altın, attığı gümüş olur.
1. KOMŞUSU anlatıyor:
Gazeteci misiniz? Beni karıştırmayın böyle işlere kardeşim. Adam yıllardır burada oturdu, kimsenin sorup araştırdığı yoktu. Şimdi her gün 10 gazeteci geliyor, 15’i gidiyor. İnsan ünlü olunca böyle oluyormuş demek. Sizin ne yaptığınız umurumda değil, bu işe beni karıştırmayın. Aynı apartman katında, yan yana dairelerde oturuyodrduk, ama pek tanımam bu beyefendiyi. Ben gececi çalışırım yıllardır. Onun eve geldiği saatlerde ben işte, o işe gittiğinde de yatağımda, uykunun göbeğinde olurdum hep. Yalan olmasın, bir ya da iki kere merdivenlerde karşılaştık. Bana baktı, nedense gözlerimi kaçırdım bu bakışlarından. Bir şeyler vardı bakışlarında. Evde karıma anlattım, o da ‚Bu adam tekin değil, ben de gördüm bir kaç defa o bakışları, ancak ermişler böyle bakar‘ dedi. Şimdi onun yanılmadığı çıktı ortaya. Böyle değerli bir zatla aynı apartman katında bir süre de olsa birlikte oturduğumuz için onur duyuyoruz.
2. KOMŞUSU anlatıyor:
Ben bu saygıdeğer beyefendinin dairesinin altındaki dairede oturma şerefine erişmiş biriyim. Bir gün olsun onun gürültüsüne tanık olmadım. Yahu hemşerim, adamın ne içkisi vardı, ne kumarı, ne sigarası, ne gece hayatı. Kuşlarla birlikte yatıp, kuşlarla birlikte uyanıyordu hep. Doğrusu başlangıçta içine tükürürüm böyle yaşamın diye az düşünmedim. Ama adam haklıymış hemşerim. Meğer bir bildiği, bir beklediği varmış. Şimdi ne yapsa yeridir. Kimse de gagasını açıp ona bir zıkkım diyemez.
BİR GENÇLİK ARKADAŞI anlatıyor:
Adımı açıklamamanız koşuluyla bazı şeyler söyleyebilirim sanıyorum. Ondan korktuğum için böyle söylemiyorum. Yine de bir tedbir bin musibeti engeller derler. Elbette gerçek söyleyeceklerim. Biz delikanlı adamız, yalana gelemeyiz.
Söyleyeceklerim size ters gelmesin, şaşırmayın sakın. Biz yıllarca önce canciğer, kuzu sarması iki dosttuk. Aramızdan su sızsa da sır sızmazdı. Siz bakmayın onun öyle sessiz sakin duruşuna. Bir fırtına, bir tufandır o. Gözleri şehla olduğundan baktığını çürütür. Bazıları bu tür bakışlara şaşı bakışı derler, ama onunki tam şaşı değildi. Şöyle yandan yandan bakar insanlara. Ben canlı tanığıyım, baktığı hiç bir kadın onun etkisinden kurtulamamıştır daha. Ama bu adamın içinde puştluk yoktur. Bakar, kadınların içine gıcık verir, göğüslerini gere gere ona doğru gelmeye başlarlar. O ne yapar? Hiç, döner götünü gider. Bir kez olsun bu adamı geneleve götüremedim kardeşim.
Nasıl kızmışımdır ona biliyor musunuz? Be hıyar, sen kendine acımıyorsan bize acı bari diye az yalvarmadım ona. Bırak kadınları gelsinler, bırak seninle konuşsunlar, bu arada biz de işimize bakalım. İnsan biraz da arkadaşını düşünür değil mi? Arkadaş arkadaşın pezevengidir derler, bu herifte bunun ‘pe’si bile yok. Böyle anlarda çıkışıp, küfüre başlayınca, ‘Herkes kendi işini kendisi görsün. El şeşiyle gerdeğe girilmez, öğren bunu. Hem ben onlara bakmadım bile. Öyle sandılarsa benim suçum ne? Ben onların arkasında duran panodaki yazıları okumaya çalışıyordum” deyip gidiyordu. Kaç kez söyledim, olsun kardeşim, güzel dostum dedim, olsun, sen yine başka yere bak, neyi okursan oku, ama kadınlar bize doğru gelince kaçıp gitme. Hiç değil ben birini ayarlayıncaya kadar katlan buna.
Hadım mıydı, neydi bilmiyorum. Bir sevgilim var ve o bana yetiyor demesinin ötesinde eviyle ilgili pek fazla bir şey de anlatmıyordu. Askerden yeni dönmüştü. Sıvacılık gibi hıyardan bir işe de soyunmamıştı daha. Bazı gecelr kentte piyasaya çıkıyorduk. Biliyordum, babası o askerdeyken ölmüştü, annesi de onun askerden dönmesini bekliyormuş gibi terhisinden bir hafta sonra öldü. Bu adam yas bile tutmadı onların ardından. ‘kendilerine gore bir yaşamları vardı, o yaşamda mutluydular. Mutlu yaşayıp mutlu öldüler’ diyerek arabacılığa başlamıştı hıyar. At ne yapsın? O kadar yıl babasına hizmet etmişti hayvan, ona dayanamadı, bir gün dikti nalları asfaltın ortasında. Bu da arabaya kendini koşup, götürdü eve arabayı. Sonra da inşaatçılığa başladı. Adamın on parmağında on marifet.. Marangozluk, demircilik, tesviyecilik, boyacılık, sıvacılık.. Komple inşaatçı mübarek. Tabii hemen iş buldu kendisine ve yollarımız ayrıldı. Biz böyle kumdan, kireçten işlerle uğraşanlarla pek dost olmayız, neylersin.
Şimdi duydum, SAYISALDA 6 TUTTURMUŞ tek başına, milyarları cukkalamış. Cebine para girince herkes ondan söz eder olmuş, adam olmuş diyorlar. Cıbıl karılarla fotoğraf da çektirmiş, gazetelere basmışlar. Eee, adamın parası olunca neresinin kalkacağını bir allah bilir.
Bakarsın bir gün buralara gelir, bakarsın biz garibanların elinden tutar, bir yerlere çıkarır. Şaşı bakışlı biri olsa da o iyi bir adamdır, içi temizdir, arkadaş canlısıdır. Unutmaz eski kentini, eski dostlarını, göreceksiniz! “
İLK OKUL MÜDÜRÜ anlatıyor:
Bir çok ayrımı unutmuş olabilirim. Ama onu iyi tanıyorum. O da beni iyi tanır. İyi bir öğrenci olarak öğretmenini unutmuş olması olanaksız. Beni mutlaka arayacağını düşünüyorum.
Durun bakayım, 20 yıl oluyor galiba. Ama hayır, 25 sanıyorum. Onu birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar okuttum ben. Yani 25 yıl önce okula girmişti, 5 yıl sonra, yani 20 yıl önce de pekiyi derece ile mezun ettim onu.
Babası elinden tutup okula getirdiği zaman onun bakışlarından anlamıştım bir gün mutlaka büyük bir adam olacağını. Bizim halkımız ; “Adam olacak çocuk bokundan belli olur” der. Onun adam olup olmayacağına karar vermem için babasına; “Bunun bokundan biraz getirseydin” diyemezdim her halde. Bana göre bu söz kendi içinde bir yığın yanlışı taşıyor. Çocuk o akşam ne yedi, ona bakmak gerekir. Eğer çocuğun adam olup olmayacağına bokunun rengine bakarak karar vereceksek onun neler yediğini de iyice incelememiz gerekir. Maydanoz yediyse başka, ıspanak yediyse başka, kuru ekmek yediyse başka, kuru fasulye yediyse başka olur bokun rengi. Yok eğer renge değil de kıvama bakacaksak yine yenilen şeylerin önemli olduğunu görürüz. Bazı mideler ne yerlerse yesinler iyi hazmedemediklerinden bizleri yanıltabilirler. Ayrıca çocuğun hiç bir şey yemediğini de hesaba katmak gerekir. Bu nedenle bana gore bu söz yanlış.
Bu doğruyu saptadıktan sonra rahatlıkla şöyle diyebilirim: Bir çocuğun adam olup olamayacağı onun bakışlarındaki ışıktan, nurdan anlaşılır. Babası onun küçücük elini tutarak okula getirdiği zaman teninin renginin sarı olması, zayıflığı, sarı saçları, boyunun kısalığı beni hiç ilgilendirmemişti. Bunların hiç biri onun ileride ünlü biri olmasının engeli değildi. Bildiğiniz gibi çocuklukta saçları sarı olanların bir çoğunun saç rengi sonradan kumrallaşabiliyor. Ayrıca ilerleyen yaşlarda saçlar aklaşarak döküldüğü için rengin hiç bir önemi kalmıyor. Tanınmış ünlü insanların bir çoğunun saçsız olduğunu biliyoruz.
Hayır, o sözcüğü kullanmak istemiyorum. Saçı dökülen insanların hepsi kel değildir. Kellik özel bir saç hastalığıdır ve bunun erkeğe ayrı bir olgunluk havası veren normal saç dökülmesiyle hiç bir ilgisi yoktur.
Dediğim gibi, boyu kısaydı. Ne önemi var efendim, değil mi? Boyu sırık gibi uzun olsaydı daha mı iyi öğrenecekti yani? Ayrıca ilkokul birinci sınıfa kaydını yaptıran bir çocuğun boyunun kısa olması kadar doğal biro lay olamaz. İnsan yaşlanınca boyu kısalmıyor mu? Boy yılların çekimiyle uzar, selvileşir. Uzamasa ne yazar? Napolyon’un boyu uzun muydu? Neron’un boyu ne kadardı? Turgut Özal o boyuyla bu ülkeye cumhurbaşkanı olmadı mı? Dünya, mesleki alanlarında başarıyla ünlenmiş az mı cüceye tanık? Kaldı ki bu çocuğa cüce demek haksızlığın ötesinde bir hakaret olurdu. Boyu kısaydı ve bu beni hiç ilgilendirmiyordu. Gözlerindeki o ışık, onun parlak geleceğinin kesin belirtisiydi.
Teninin renginin sarı oluşunu ilk bakışta besin yetersizliğine bağlamak olanaklıydı. Bunu yapmadım. Bir öğretmen olarak önyargılardan kaçınmak zorundaydım. Babasının ekonomik durumunun ne olduğunu bilmiyordum. Yoksul da olabilirdi, zengin de. Bir zenginin çocuğunun teni de pekala sarı olabilir, değil mi? Tenleri sarı diye Çinlileri, Japonları kim aptal ilan edebilir?
Gözlerindeki şimşeklere, o müthiş ışığa, yani nura bakıp, onu okula kabul ettim. Böyle davranmakla yanlış yapmadığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Öğretmen arkadaşlarıma hep; ‘bu çocuk bizim yüzümüzü bir gün ak edecek’ demişimdir, hepsi şahittir. Onun ilkokul diplomasında imzamın bulunması benim için onurdur.
Her ne kadar şimdi emekli olsam da, bu günü okulumuzun tarihinde önemli bir gün olarak ilan ediyorum. Şu anda görevli müdür arkadaşın da bunu Kabul edeceğini gözüm gibi biliyorum. Öğretmenler kurulunda alacakları kararla bu günü ‘Okul bayramı’ olarak her yıl kutlayacağız. 100 yıl sonra bile okulumuzda okuyacak öğrenciler bu güzel, başarılı, ünlü insanı tanıyacak, onun gibi olmaya çalışacaklar.
Kendisine sağlık diliyorum. Mezun olduğu halde unutmadığına, bizleri hep aklında tuttuğuna kesinlikle inanıyorum.
İLKOKUL ÖĞRETMENİ anlatıyor
Bir kötü niyetten kaynaklandığını düşünmemekle birlikte yıllar önce okulumuzdan emekli olan müdür beyin bazı sözlerinin yanlış olduğunu açıklamak zorundayım. Bildiğiniz gibi ‘Beşerdir, şaşar’. Ya da; ‘Hafız-i beşer nisyan ile malüldür’. Yani insan yanılabilir, unutabilir. Müdür beyin yaşlı bir insan olduğunu, bazı olayları net hatırlayamayacağını, ayrıca son yıllarda Alzheimer hastalığı belirtileri gösterdiğini belirtmek gerekir. Bilirsiniz, Alzheimer hastalığı insanda basit unutkanlıklarla başlar. Bir soruyu on, onbeş dakika içinde bir kaç kez sormak, aynı konuyu yirmi dakika içinde yeniden gündeme getirmek, derin unutkanlı bu hastalığın başlıca belirtileri arasındadır. Diyebilirim ki; bu belirtiler müdür beyde her zaman görüldü, şimdi daha ağırlaşmış olduğunu anlıyoruz.
Neyi unutuyor müdür bey? Ben neyi anımsamak ve düzeltmek istiyorum? Önce bu soruların yanıtlarını vermek gerekir. Sorunun yanıtını vermeden önce soruyu iyice anlamak, çözüm yollarını düşünmek ve yanıtı öyle vermek tutulabilecek en doğru yoldur. Yanlış yapılan matematik işlemlerini ortaya çıkaran bir sağlama işlemi her zaman vardır. Yanlış sözlerin de düzeltilebileceği böyle bir sağlama ortamı yaratmak sanıyorum müdür beyi üzmeyecektir.
Müdür bey bu değerli, ünlü kişiyi okula kaydetmiştir. Bu doğrudur. Kayıt işlemi sırasında ben de oradaydım ve müdür beyin o günkü davranışlarını, aradan 25 yıl geçmiş olmasına karşın dün gibi anımsıyorum.
Bu sayın kişi o zaman müdür beyin söylediği gibi babasıyla birlikte girmişti müdür odasına. Müdür bey o gün eşiyle kavga etmiş, burnundan soluyordu. Sinirli bir şekilde ‘Ne istiyorsunuz’ diye sordu.
‘Çocuğu okula kaydettirmek istiyorum’ dedi bu sayın kişinin babası. ‘Kaç yaşında bu yaratık’ diye bağırdı müdür bey. ‘Sayenizde yedisine giriyor’ dedi çocuğun babası. ‘Girdi mi, giriyor mu’ diye yeniden bağırdı müdür bey.
Zavallı adam bu bağırtı karşısında ne söyleyeceğini şaşırdı. Ya da kafasından çocuğunun yaşını hesapladığı için bir süre sessiz kaldı, sonra ‘Girdi’ dedi, “Yedisine girdi!’
Müdür bey okula kayıt işlemleri sırasında aranan ilk özelliğin çocukta bulunmasına daha çok sinirlenmiş gibi homurdanarak; ‘neden bu okula kaydettirmek istiyorsunuz, başka okul mu yok bu şehirde’ dedi.
Suçu sadece çocuğunu okula kaydettirmeyi istemek olan baba boynunu bükerek, ‘Bu mahallede oturuyoruz sayın müdürüm, en yakın okul burası’ diye yanıtladı onu.
‘Ben nereden senin müdürün oluyor muşum’ diye çıkıştı müdür, ‘Seni ben mi okuttum?’
‚Hayır, ben okula gidemedim‘ dedi adam ezik bir sesle. ‚Gitseydin ne olurdu‘ diye mırıldandı müdür ve ‚Evrakları tamam mı‘ diyerek dövecekmiş gibi baktı çocuğa. Konuşulanlar çocuğun umurunda değildi. O cin gibi bakışlarıyla odayı inceliyor, gözlerini bir fotoğraf makinesi gibi kullanarak her şeyi beynine resmediyordu. Bunu farketmiştim. Bu çocukta müthiş bir zeka olduğu bakışlarından belliydi. Bu konuda müdür beye katılıyorum. Ama sözün gerçeğini söylemek gerekirse müdür bey yoksul giyimli, sarı saçlı, sarı tenli çocuklardan oldum olası hoşlanmazdı. ‚Okula bağış istersin getirmez, kitap al dersin almaz, kantinden alışveriş yapmaz böyleleri‘ diyordu müdür bey. Ona göre öğrencinin zengin bir ailesinin bulunması bir çok sorunun çözümünü kolaylaştırıyordu. Karne parasını zamanında ödüyordu böyleleri, okula bağışta bulunuyor, sınıfa yeni araç-gereç yardımı yapabiliyorlardı.
Çocuğun babası, müdür beyin „Evrakları tamam mı“ sorusuna sözlü yanıt vermektense elindeki dosyayı uzatmayı yeğledi. Müdür bey her zaman sorusuna sözlü yanıt isteyen biri olarak elbette bu davranışı hiç de beğenmedi ve „Sana bir soru sordum“ diye bağırdı adama.
„Tamam“ dedi adam çabucak, „Evrakların hepsi tamam müdür bey. İşte nüfus kağıdı. İşte 6 adet vesikalık fotoğraf. İşte aşı kağıdı. İşte sağlık belgesi. Bu da ikametgah belgesi.“
Şimdi şaşarıcağınızı iyi biliyorum, ama gerçek bu anlatacağım olay. Müdür bey kafaya takmıştı bir kez, bu sarı çocuğu okula almayacaktı. Adama; „Evrakları tamam diyorsunuz. Hani bu çocuğun sabıka kaydı“ diye çıkıştı. Adam şaşırmıştı. Ben de şaşırmıştım doğrusu.
„Sabıka kaydı mı“ diye sordu adam hayretle. „Küçücük çocuğun ne sabıkası olacak müdür bey?“
„Konuşma, konuşma“ diye bağırdı müdür bey. „Ne sabıkası olacakmış.. Küçücük çocukmuş.. Bunlar çocuk değil efendi, kuşak kuşak. Baksana sokaktakilere, neler yapıyor o senin küçücük çocuklar dediklerin. Esrar bunlarda, eroin bunlarda, saç sakal dersen bunlarda. Hepsi hippi efendi, bitlinik!“
Ben dayanamadım, karıştım. Türkçeyi, güzel dilimizi bozan kim olursa olsun dayanamam efendim. Hemen; „Bitlinik değil müdür bey, ‚Beatles‘ diye düzelttim sözcüğü.
„Ne boklarsa“ diyerek kızgın kızgın baktı müdür benim yüzüme. Sonra da „Sabıka kaydı olmadan okula alamam bunu“ dedi ve kapıyı gösterdi adama.
Adam odadan çıkınca koridorda oğluna; „Beni bahçede bekle, az sonra gelirim“ deyip gitti. Çocuk bahçe duvarının dibine oturdu ve babası gelinceye kadar orada kumlara bir şeyler karaladı. Mutlaka bir sanat eseri yaratmıştı orada, biliyorum bunu. Ama gidip bakamadım. Elbette sonradan bakmayı da unuttum. Bunun için özür dilemeye hazırım şimdi. Oysa sonradan gidip o sanat eserinin fotoğrafını çekebilirdim. Elimde böyle bir fotoğraf olsaydı şimdi onu kendisine şerefle armağan edebilirdim. Yazık oldu, çok yazık.
Neyse efendim, dedim ya; beşerdir, şaşar. Benim de hatalarım var elbette. Bir saat sonra getirdi adam çocuğun sabıka kaydını. Bana kaydı yaptırdıktan sonra anlattı emniyet müdürlüğünde yaşadıklarını. Adam savcılığa gideceğine „sabıka“ denilince aklına polis geldiğinden emniyet müdürlüğüne gitmiş. Polisler onunu isteğini duyunca gül baba gül gülmüşler. Bir babaya bakmışlar, bir de çocuğun fotoğrafına, güle güle yerlere yatmışlar. Emniyet müdürü çocuğun babasını iyi tanıyormuş. Başlamış; „Yoksa bizim bilmediğimiz bir örgüt mü kurdunuz ailece. Bu çocuk gitar çalıyor mu“ diyerek dalga geçmeye. En sonunda müdüre belki bir ders olur diyerek, antetli bir kağıda „Adı geçen kişininin dünyada yaşadığı 6 yıl boyunca bazı geceler altına işemenin dışında hiç bir sabıkasına rastlanmamıştır. 7 yaşından sonra ne yapacağı belli değildir“ yazıp, mühürlemiş, babanın eline tutuşturmuş.
Müdür bey kendisine verilen bu kağıdı okumadı bile. Kağıttaki anteni görmesi yetmişti ona. Artık hiç bir itirazda bulunamazdı. Kaydı benim yapmamı istedi ve ben de gelecekte mutlaka ünlü olacağını bilidiğim bu saygıdeğer kişinin kaydını 75 numarayla birinci sınıfa yaptım. Kayıt işleminin karşısında benim imzam bulunmaktadır ve hala arşivde olduğunu bildiğim-çünkü dün gidip baktım- kayıt defteri tanığımdır.
Müdür beyin ikinci yanlışı da yine unutkanlıktan kaynaklanan bir yanlış. Bu saygıdeğer kişiyi kendisinin 5 yıl okuttuğunu söylüyor müdür bey. Ne ilgisi var efendim?
Diplomayı o imzaladı, ama bitirme sınavlarını ben yaptım, notları ben verdim ve o diplomada sınıf öğretmeni olarak benim el yazım, benim de imzam var. Müdür beyin iyi bir yönetici olarak bunları anımsaması gerekirdi.
Kısacası efendim, memleketimizin böyle bir değere kavuşmasında, atasözümüzde olduğu gibi ‚Kendi yanan, ama çevresini aydınlatan bir mum‘, bir öğretmen olarak karınca kararınca bir katkım olduğu için onur duyuyorum.“
İLK OKUL VE MAHALLE ARKADAŞI anlatıyor.
mu? Onu elbette iyi tanıyorum. Hatta ve rahatlıkla, onu benden iyi hiç kimse tanıyamaz diyebilirim. Bir insanın bir çok çocukluk arkadaşı olabilir. Ama onun bir tek arkadaşı vardı, o da bendim. Yani o zamanlar öyleydi ve o zamanlar öyle olduğu için ben şimdi müthiş bir mutluluk duymaktayım.
Ünlü kişilerin çocukluklarında yaptıkları masum davranışların anlatılmasından sıkıntı duymayacaklarını düşündüğüm için, birlikte yaşadığımız her şeyi açıkça anlatmak istiyorum. Böylece şimdi onun arkadaşları olduklarını söyleyerek ününden yararlanmak isteyenlerin foyalarını da açığa çıkaracağımı düşünüyorum. Eğer kırılacağı bir şey söyleyecek olursam ondan şimdiden özür diliyorum.
Biz bir kaç ay arayla gelmişiz dünyaya. Benim annemin söylediğine göre ben ondan üç ay büyüğüm. Onun annesinin söylediğine göreyse o benden üç ay büyük. Bunun önemli bir ayrıntı olduğunu sanmıyorum. Biz aynı mahallede, birlikte büyüdük, aynı ilkokula birlikte gittik. Yani birlikte başladık okula, beş sınıfı birlikte okuduk, ama o benden bir yıl önce bitirdi okulu.
Küçükken onun çok sevdiği oyun toprağa işemek ve sidiğin oluşturduğu çamurla kamyon yapmaktı. O zamanlar taksiyi tanımadığımızdan yaptığı şeyler çoğunlukla burunlu Ford kamyonlarına benziyordu. Ona suyla daha çok çamur yapabileceğimizi söylüyordum, ama o yine de sidiğiyle çamur yapmayı yeğliyordu. Çamuru bitince, daha tam bitmemiş olan kamyonunu kurumasın diye bir bez parçasıyla örtüyor, bir köşeye çekilip yeniden işeyebileceği anı bekliyordu. Onun bu davranışı bana elbette çok aptalca geliyordu. Ama şimdi onun neden böyle yaptığını çok iyi anlıyorum. O emeğiyle, malzemesiyle tamamiyle kendisine ait olan bir üren yaratıyordu. Sık sık ishal olmasaydı ve boku kokmasaydı belki çamur yerine kendi bokunu kullanarak ürünü yüzde yüz kendi malı yapabilirdi. Bu kadar yaratıcı biri olduğunu çocuk halimle anlamamam ayıp sayılmaz her halde.
Pipisi küçüktü. Gerçekten çok küçük bir pipisi vardı. Benimkinin yarısı kadar bile yoktu. Birlikte oynadığımız günlerde elbette sadece işemek için çıkarmıyorduk onları. Arada bir tüylerine bakıyor, bazen de ellediğimizde nasıl büyüdüklerini izliyorduk. Pipisinin küçük oluşu onu hiç rahatsız etmiyordu. Bir de teni ne kadar sarıysa pipisi de o kadar karaydı. Bu beni elbette şaşırtıyordu. Onun pipisinin etrafında oluşan tüyler de karaydı ve annem bazı insanların ziyaret özelliği taşıdığını söylüyordu. Böyle insanlardan bazılarının vücutlarının gizli yerlerinde iri, siyah benler oluşurmuş. Bazılarında bu özellik kendini siyah killer şeklinde gösterirmiş. Onun da benden özel bir yanı olduğuna daha çocukken inanmıştım. Bu nedenle ona elimi bile kaldıramıyordum. Ayıptır söylemesi, çocuk aklı işte, çarpılırım diye korkuyordum. Yoksa onu bir tutuşta yere çaldığım çok oldu güreşlerde. Beş kilo patates gibiydi.
Zayıftı, evet. Zayıf oluşu yoksulluklarından kaynaklanıyordu. Bir at arabaları vardı ve babası gece gündüz o arabayla yük taşıyarak geçimlerini sağlıyordu. Atın kemikleri görünüyordu. O kadar bakımsızdı hayvan. Bizim evde karpuz yendiği zaman kabuklarını hep onlara götürüyordum. Bir kere işte bu gözlerimle gördüm, onun kabukları once kendisinin kemirdiğini, sonar ata verdiğini. Annem bunun kötü bir şey olmadığını, karpuzun da nimet sayıldığını, bu nedenle kızarık yerlerinin iyice kemirilmesi gerektiğini söylemişti.
Onun ağladığını çok ender gördüm diyebilirim. Düşse de, günde annesinden beş posta dayak yese de ağlamazdı. Dayağı yer, biraz uzağa çekilir, kendisini döven insana bir şeyler anlatmak istercesine bakardı. Annem bu davranışın kutsal insanlara özgü bir davranış olduğunu hep söylemiştir.
Özellikle okulda, öğretmen onu kıyasıya dövdüğü zaman öyle bakardı öğretmene. O iri, simsiyah gözlerini öğretmene dikip öğretmene bakınca öğretmen iyice çileden çıkar, onu eşek sudan gelinceye kadar döverdi.
İnanın bana, söz gelimi öyle söylemiyorum. Bizim sınıfta öğretmenin „Eşek“ diye isimlendirdiği bir arkadaşımız vardı. Aptalın tekiydi. Öğretmen onu okulun bahçesindeki çeşmeden su içmeye gönderir, döveceği insanı alırdı eline. Eşek 3 dakikada suyu içip geleceği yerden 10 dakikada dönmezdi. Yalvarırdık ona ders aralarında, biraz daha çabuk gelmesini söylerdik. Gülerdi eşşoğlueşşek. Özellikle de şimdi hak ettiği üne kavuşmuş olan saygıdeğer okul arkadaşım dayak yiyeceği zaman eşek 20 dakikada dönmezdi geriye. Neden? Çünkü çalışkandı arkadaşım. Gerçekten sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Eşek de onun bu yanına kinleniyordu. Öğretmenin onu sık sık dövmesinin nedeniyse her şeyi anında yanıtlaması, bir de aklın hayalin almayacağı sorular sormasıydı. Nereden buluyordu öyle soruları hiç birimiz anlayamıyorduk.
Diyelim sınıfta tam bir sessizlik içinde Hayat Bilgisi dersi yapıyoruz. Dersin yarısı geçmiş. Herkes zilin çalmasını beklerken bu saygıdeğer arkadaşımız parmağını kaldırıyor ve öğretmen daha ‚Söyle‘ demeden, ‚Örtmenim uzayda kaç yıldız var acaba‘ sorusunu yapıştırıyordu. Şimdi eğri oturup doğru konuşmak gerek değil mi; nereden bilsin bizim öğretmen gökte kaç yıldız olduğunu? Hem konumuz da bu değil. O bize ayın etrafında geceleri gördüğümüz beyazlığın ayın nuru olduğunu anlatıyor, bizimki gökte kaç yıldız var diye soruyor. Olacak şey mi yani? Sanki bizim öğretmenin gökteki yıldızları saymanın günah olduğunu yüz kez söylediğini bilmiyormuş gibi soruyor hem de. Ayrıca öğretmenimiz gökteki yıldızların sayısını allahtan başka kimsenin bilemeyeceğini, allaha en yakın meleklerin bile bu konuda bir bilgiye sahip olmadıklarını coğrafya dersinde de, tarih dersinde de, Türkçe dersinde de yüzlerce kez söyledi. Gökte o kadar çok yıldız varmış ki; yeryüzü kurulduğundan beri, yani Ademle Havva cennetten kovulup dünyaya atıldıktan sonra allah doğacak herkes için bir yıldız yapmış gök yüzüne. Biri ölünce onun yıldızı kayıp gidermiş karanlığın içine. Bazı geceler gökyüzünde kayan yıldızları ben de görmüştüm ve böyle anlarda annemin ‚Yine gitti biri‘ dediğini de çok iyi biliyorum. Şimdi diyelim öğretmen dünyanın nüfusunu biliyor ve o kadar yıldız olduğunu söylüyor. Bu doğru bir yanıt olur mu? Elbette hayır! Çünkü daha doğmamış, ama bir gün mutlaka doğacak olanların da yıldızları duruyor gökyüzünde ve öğretmen bir ermiş olmadığından kıyamet kopuncaya kadar daha kaç insanın doğacağını da bilemez.
Bizimki o günkü cezayla asla yetinmezdi. Coğrafya dersinde öğretmen Missisipi Nehri’nin uzunluğunu anlatıyorsa o hemen ‚Ordu deresinin uzunluğunu‘ sorardı. Öğretmen Niyagara şelalesinin yüksekliğini anlatsa o „Pamukkale ne kadar yüksek acaba“ diye çomağı sokardı arı kovanına.
Nereden bilisin bizim öğretmen Ordu deresinin uzunluğunu, Pamukkale’nin yüksekliğini değil mi? Bir sınıfta, öğrencilerin önünde bir soruya yanıt verememek bir öğretmen için utanç değilse nedir? Öğretmen böyle bir utancı yaşamaktansa ‚Allahın işine ne burnunu sokuyorsun it oğlu it‘ deyip elbette dayağa girişirdi. O zaman bizim eşek suya gider ve bu saygıdeğer arkadaşımız da yüzünde kızarmamış iğne ucu kadar yer kalmayıncaya kadar yerdi tokatları.
Hayret ki nehayret, ağlamazdı adam. Öğretmen vurdukça öyle bakardı. Yüzünde güller açılır, güller kana boyanır, o yine öyle bakardı. Öğretmen de ‘Bakma ulan bana öyle şey şey’ diyerek, çılgınca vururdu.
Çok dayak yedi arkadaşım, çok. Bu dayak faslı birinci sınıfta başladı, beşinci sınıf bitinceye kadar sürdü diyebilirim. Onun yediği dayaklardan okyanusun üzerine köprü kurulurdu.
Utanıyorum ama söylemeliyim. Onu kıskandığım anlar çok oldu. Şimdi onunla övünüyorum. Böyle değerli, böyle saygıdeğer birini kıskanmayıp da kimi kıskanacaktım. Defterleri tertemiz olurdu. Ne eder, ne yapar bir yerlerden cilt kağıdı bulur, ciltlerdi defterlerini. Bir keresinde de defterini kapladığı gazete kağıdının üzerinde çıplak kadın resmi var diye dayak yediğini anımsıyorum.
Biliyor musunuz, arkadaşımın sidikle Ford kamyonu yapmanın dışında, bizde olmayan bir özelliği daha vardı. Çok güzel at resimleri yapardı ve yaptığı atların hepsi de tavlı, şişman olurdu. Renkleri de iyi tanırdı arkadaşım. Ders aralarında renkli tebeşirle çiçekler yapardı kara tahtaya. Öğretmen onun bu özelliğini de pek sevmezdi. Çünkü öğretmene gore; resim yapanlar şeytanın evine yiyecek taşıyanlardı. Resim yapmak allahı inkar etmek gibi bir şeydi. Hele de insan yüzü çizmek allahla yarışmak anlamını taşıyordu ki; bunun bedeli cehennemde binlerce ahiret yılı yanmak demekti. Öğretmenden yenilecek dayaklar bu cezanın bir parçasıydı elbette.
Din mi? İslamın şartını, imanın şartlarını bile bilmezdi dersem umarım bana kızmaz arkadaşım. Sonradan öğrenmiş olabilir, bilemiyorum. Öğretmen ne zaman; ‘Saum, selat, hac u zekat, kelime-I şehadet getirmek‘ dese, bizimki hemen mırıldanmaya başlar; ‚Somun, salata, bacaya çıkıp çökelek yemek‘ derdi. Meleklere inanmazdı, allahın birliğine, ‘Kim görmüş, kim saymış’ diye karşı çıkardı. Hele de öldükten sonar dirileceğine hiç mi hiç inanmazdı. Zaten bizimle birlikte teravi namazlarına da gelmezdi ramazanda. Oruç için de; ’Ben her gün niyetliyim aslanım’ derdi.
Dini bilmezdi diyorum ya, bu onun din dersinden zayıf not aldığı anlamına gelmez. Sınavlarda her sorunun yanıtını doğru yazardı. Hep pekiyi, pekiyi.. Bir kere iyi almıştı da öğretmene; ‘Beni bir daha imtihan edin’ diye yalvarmıştı.
İlkokuldan sonra bizim mahalleden ayrıldılar. Babasının kentin arkasındaki tepelerin birinde gecekondu kurduğunu, oraya taşınacaklarını söylemişti. Sonra ondan bir daha haber alamadım. Şimdi gazetelerde onun resmini görünce dünyalar benim oldu. İki gündür telefon, faks, internet ne varsa onu deniyorum ama daha kendisine ulaşamadım. Elbette böyle saygıdeğer insanlara kolaylıkla ulaşılamaz değil mi? Ona sadece eski günlerimizin anısına bir merhaba demek istiyorum. Beni unutmadığını gözüm gibi biliyorum. Çünkü onun biricik arkadaşı bendim.
ORTA OKUL ÖĞRETMENİ anlatıyor:
O mu? Ünlü mü olmuş? Neresi değerliymiş o itoğluitin? Ona saygı duyan teresler saygının ne demek olduğunu biliyorlar mı acaba?
Elbette kızgınım efendim! Değil onu görmek, adını bile duymak sinir krizine girmeme yetiyor. Hafta başında onun resmini gazetede gördüğümden beri psikoloğa taşınıyorum. Oysa yıllardır rahattı başım. Sinir sistemim düzelmiş, derslerime neşe içinde girer olmuştum. Ama bu adam beni kesinlikle öldürmeye kararlı, biliyorum. Yıllar öncesinden biliyordum bunu ben. Bakışları; allahım o delici, kahredici bakışlarıyla her gün çıldırtıyordu beni. Öğretmenine böyle bakan biri nasıl oluyormuş da saygıdeğer, ünlü biri oluyormuş, anlayamıyorum. Belki de benim söylediğim tiple bu saygıdeğer kişi arasında bir benzerlik var. Bir hata yapmak da istemiyorum. İkiz kardeşi var mıydı, yok muydu anımsamıyorum. Bir akrabası da olabilir. İnsanlar çift olurmuş dünyada, öyle derler. Onun için eğer bu saygı değer kişi benim sözünü ettiğim o hıyaroğluhıyar değilse, lütfen sözlerimden alınmasın.
Evet, o bir itti, hıyardı, eşekti, odundu, hayır tahtaydı o. Gürgen tahtası. Böyle söylememin elbette nedenleri var. Bu adamı babası elinden tutup okula getirdiği zaman, sakin, aklı başında birine benziyordu. Babası onu kaydettirirken müdür yardımcısı olarak ‚Çocuğun notları çok iyi, neden bir sivil liseye yazdırmıyorsun onu? Oradan mezun olunca kolayca üniversiteye gider. Bizim okul lise dengi sayılmıyor‘ demiştim. Babası ‚Üniversiteyi okutacak gücüm yok, bir an önce meslek sahibi olsun istiyorum‘ diye yanıtlamıştı. Ben de söz vermiştim oğlunu 10 parmağında 10 hüner olan iyi bir usta olarak yetiştirmeye. Keşke o gün defetseydim onu başımdan.
Unuttum söylemeyi, özür dilerim; bizim okul meslek okulu. Burada insanlar marangozluk, demircilik, tesviyecilik öğrenirler. Okulun adının sanaat okulu olduğuna bakmayın siz, aslında bal gibi zanaat okuludur bizimki. Biz insana burada altın bilezik takar, hayatın içine öyle göndeririz.
Burada atölye derslerinin dışında elbette öğrencilerimizin hayatta işine yarayacak tarih, coğrafya, biyoloji, matematik, fizik, kimya bilgileri de öğretilir. Yabancı dil derslerimiz de var, ama öğretmen yokluğundan bu derslerde zaman zaman din dersi verildiği de olmuştur. Bazı zamanlarda da bu derslere öteki derslerin öğretmenleri girer. Aslında bir marangoz hayatı boyunca hiç bir zaman ‚Wat ist this‘ demeye ihtiyaç duymaz. Bir tahtaya uzaktan bakıp, elyaflarını sayamayan, bir defada tahtanın yapıldığı ağacın cinsini bilemeyen, ağacı görmeden kokusundan tanıyamayan bir maragoz ‚This is a book‘ dese ne olur, demese ne olur?
Ama bu adam onu da diyordu. Nereden bulmuşsa kocaman, deve kafası kadar bir sözlük bulmuş, ezberlemiş, olur olmaz yerde ağaçların İngilizce adlarını söyleyip, milletin kafasını bulandırıyordu.
Ben aslında atölye öğretmeniyim. Marangoz atölyesininin de şefiyim aynı zamanda. Bu hergele daha ilk derste bana da bir lakap uydurdu. Sorgulamada her ne kadar ne evet ne de hayır dediyse de, gözüm gibi biliyordum onun bu lakabı uydurduğunu. Çünkü ‚Söyle, sen mi çıkardın bunu, sen söylemediysen kim söyledi ilk olarak‘ dediğim zaman yüzüme o şeytani bakışlarla bakmanın dışında hiç bir şey yapmadı.
Hangi lakabı mı takmışlardı? „Gomlak“ diyorlardı bana. Aslını inkar eden haramzadedir, ben köylü çocuğuyum, ama okudum, bu okula öğretmen, müdür yardımcısı oldum. Dilim biraz sürçtüğünden ‚Gomalak‘ diyeceğime ‚Gomlak‘ demişsem ne olmuş yani? Gomlak, yani gomalak nedir biliyorsunuz değil mi? İspirtonun içinde eriyen, hayvan artıklarından yapılmış reçinedir gomlak. Onu mobilyaların üzerine süreriz. Kokusuna bayılırım gomlağın.
Biz de öğrenciyken öğretmenlerimize lakap takardık. Ama onu yıllarca sürdürmezdik. Bu teres bir taneyle yetinmedi, ikinci lakabı da taktı bana. Yine bir keresinde dilim sürçmüş, alet diyeceğime ‚Halet‘ demişim. Al sana bir isim daha. Akıllarına gomlak gelmeyince halet, halet gelmeyince gomlak der oldular beni görünce. Duyuyorum elbette, duyunca da deliye dönüyorum. O defoldu gitti bu okuldan, yıllar geçti her gelen öğrenci bir öncekinden miras gibi devraldı bu lakapları, hala öyle isimlendiriyorlar beni.
Bu kadar olsa neyse. Daha ilk atölye dersinde başladı bu adam beni çileden çıkarmaya. Aletleri tanıttım onlara ve ellerine birer tahta verip, en dardan başlayarak en geniş deliğe kadar matkapla delmelerini söyledim. Atölyede herkese yetecek kadar matkap var. Elbette bunlar elektrikli değil. Daha atölyeye yeni giren birine nasıl elektrikli matkap kullandıralım, değil mi?
Atölye şefine ait odada otururken baktım bu adam geçmiş elektrikli matkabın başına, ver ha deliyor. Bir koşuda yetiştim yanına, durdurdum makineyi ve ‚Ne yapıyorsun‘ diye sordum. ‚Delik deliyorum‘ dedi gözlerimin içine bakarak. ‚Sana bu makine yasak demedim mi?‘ dedim.
‚Neden yasak olduğunu anlayamadım. Bununla daha çabuk deliniyor delikler. Öteki makine kolumu ağrıtıyor.‘
‚Bu makinenin burada olduğunu unutacaksın, tamam mı?‘
‚Ama burada!‘
‚Değil ulan! Burada elektrikli matkap yok!‘
‚Peki bu ne?‘
Delireceğim. Normal bir öğrenci ‚Evet öğretmenim‘ der, çeker gider. Bu dikleniyor kardeşim.
‚Oğlum‘ dedim, sesimi yumuşatarak; ‚Bu makine elektrikli matkap, ama sen onu burada yok sayacaksın, tamam mı?‘
‚Burada olan bir şeyi nasıl yok sayabilirim? Bir şey hem burada, hem nasıl burada olmayabilir’ dedi bu kez.
Deli olmak işten değil. ‘Oğlum, yavrum’ dedim yine pedagog sesimle; ‘Say ki makine bozuk!’
‘Ama ben bu delikleri onunla deldim, nasıl bozuk olabilir? Bu makineyle daha kısa sürede ve daha az emek harcayarak işimi yapabiliyorum. Babam hep ülkemizin yoksul oluşunun tekniği iyi kullanmayışımız, insan emeğini çarçur edişimizden kaynaklandığını söylüyor.‘
‚Komünist mi ulan senin baban‘ diye bağırdığımı anımsıyorum.
‚Hayır, at arabacısı. Babam diyor ki..‘
‘Ulan senin babanın da, ananın da, seni okutanın da..’
Neyse, geçti inanın geçti.. Şimdi daha iyiyim. O günleri anımsayınca engel olamıyorum sinirlerime ne yapayım. Onu unutmak için yıllarca doktor doktor dolaştım. Sade ben mi? Bakın anlatayım.
3 Ay sonra bu adam demir atölyesine geçti. Bizde böyle. Her yıl 3 ay marangoz, 3 ay demir, 3 ay tesviye. Daha ilk gün demir atölyesinin öğretmeni sinir krizi geçirdi. Bunlara birer demir parçası verip eğelemelerini ve 3 santim inceltmelerini istemiş. Öteki öğrenciler eğelerle demirleri inceltmeye çalışırken seninki geçmiş elektrikli testerenin başına, sıkıştırmış demiri mengeneye, başlamış kesmeye.
‘Ne yapıyorsun’ diye sormuş öğretmen.
‘2,5 santim keseceğim, sonra eğeleyeceğim’ demiş seninki.
‘Ben sana eğeyle yap demedim mi?’
Elbette seninki yine emekten, boşa giden zamandan, tekniği kullanmaktan söz etmiş. Öteki öğrenciler de ona hak vermişler. Bu bir isyan efendim, bir baş kaldırı. Üstüne üstlük seninki bir de 'İlk ‘nsanlar odunları birbirine sürerek ateşi yaktılar diye şimdi biz de kibrit varken öylemi ateş yakacağız’ demiş.
Aynı şeylerin tesviye atölyesinde de yaşandığını, son sınıf öğrencilerinin bile kullanmaktan çekindiği frezeyi izinsiz kullandığını söylemek gereksiz sanıyorum.
Ama işini temiz yapıyordu o köpoğlu. Onun yaptığı tel dolabı, ecza kutusunu müdür evine götürdü. Bize hissettirmeden atölyelerdeki makineleri kullanarak bir de çocuk arabası yaptı. Bizim hanım da ha doğurdu ha doğrucak o günlerde. Atölyede illegal işler yapmak yasak olduğundan arabaya el koydum. Yapılmış, bitmiş. Atacak değildim her halde. O günlerde sadece subaylar çocuklarına böyle arabalar alabiliyorlardı.
Bu adam tanjanttan, sinüsten, kosünüsten anlamaz, gönye, minkale kullanmayı bilmez, bizim yıllardır işkence diye adlandırdığımız aletlere kıskaç der, matkaba bireyz ya da burgu desek gülerdi. Yine de okulu iyi dereceyle ve hiç takılmadan bitirdiğini söylemek zorundayım. Çünkü diplomasında benim de imzam bulunuyor.
Fakat sizin söylediğiniz adamın o adam olabileceğine dünyada inanamam. Eğer öyleyse yaşamda önemli şeyler öğrenmiş, kendisini geliştirmiş demektir. Bunda, bu gelişmede temel bilgilerle onu beslediğim için elbette benim de büyük katkılarımın olduğu su götürmez bir gerçektir. Bu nedenle eğer gelecekte kendi kentine yararlı olacak bir fabrika kurmayı düşünürse orada müdür olmaya hazır bulunduğumu, onun yanında çalışmaktan onur duyacağımı belirtirim. Yıllardır emekliliğimi ertelettiriyorum. Bu tarihte emekli maaşıyla geçinmek kolay mı kardeşim?
ASKERİ KOMUTANI anlatıyor.
Bilindiği gibi biz askerler genellikle bireylerle değil, genelle ilgileniriz. Eğer sık sık önüme çıkarılmasa, askeri mahkemeye gitmesini gerektiren suçlar işlemese ve yine askerliğinin bir bölümünü disiplinde geçirmemiş olsa, onun hakkında çok fazla bir şey söylemeyecektim. Bu güne kadar tanıdığım, asker kıyafeti altında zaman dolduran bir yığın oduna baktığımızda, onunla ilgili olarak iyi bir askerdi diyebilirim. Kısa sürede onbaşı oldu. İstese çavuş da olabilirdi, ama istemedi. En iyi manga, aynı zamanda en sorunlu manga onun mangasıydı diyebilirim. Verilen emirleri anında ve eksiksiz olarak yerine getirdikleri için en iyi manga onların mangasıydı. Ama dinlenme molaları sırasında başka mangalara tezgah dizmek, çavuşları, baş çavuşları makaraya sarmak, sonra da kenara çekilip gülmekte üstlerine yoktu. Kaç kez bu nedenle manga komutanı olarak dayak yedi, anımsamıyorum. Komutası altındaki hiç bir askeri ele vermedi. Sorumlu olarak dayakları hep kendi yedi. Onu döverken içimin sızladığını belirtmeliyim. Yine de askerlik disiplin demektir, üste itaat demektir. Kimse başarılarının gölgesine sığınarak üstlerini alaya alamaz, onları küçük düşürücü oyunlar oynayamaz. İnsanların askerde adam olmaları işte bu demektir. İtaat, itaat, yine itaat.
Terhis belgesini ona verdiğim zaman hayatta başarılar dilemiştim. Dileğimin gerçekleştiğini görmek benim için sonsuz bir mutluluk kaynağıdır. Umarım beni unutmamıştır. Ben ulusumuzun her bireyi gibi asker olan bu değerli evladımızın çakı gibi insanın yüreğine işleyen bakışlarını asla unutmadım.
MAHALLE BAKKALI anlatıyor:
Valla birader ne söyleyeyim? Sessiz, dilsiz diyeceğiniz kadar sessiz biriydi. Ama bir konuşmaya görsün, adamın bir derya olduğu hemen anlaşılıyordu. Onun bir gün mutlaka hak ettiği yere varacağını düşünmüşümdür hep. Bunun bana bir yararı olur mu olmaz mı, düşündüğüm şey değil bu. İyi bir müşteriydi, veresiye alırdı, ama ay başında hiç itiraz etmeden öderdi hepsini. Tartışıp beni meşgul etmez, dükkanı işgal altında tutmazdı. Hatta biraz da fazla verir, bir de teşekkür ederdi. Hiç bir zaman niye bu kadar çok diye karşı çıkmadı hesaba. Kendisi ayrı defter tutmazdı, ama bir kez olsun belki de sen fazla yazıyorsun deftere demedi. O kadın, yani onun eski eşi her ay dünyanın masrafını yapıyor, bu yetmiyormuş gibi bir de benden nakit para alıyordu. Laf aramızda eşi diyorum ya, aslında evli değillerdi., biliyorum. Evli gibi yaşıyorlardı. O kadan da bunu iyi kullanıyor, durmadan onu terkedeceğini söylüyordu. Ben her zaman bu saygıdeğer insandan yana tavır aldım. O kadına da böyle saygıdeğer birine karşı davranışlarının hiç de doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. Ama bizi kim dinler efendi?
Böyle bir oğlum, böyle bir kardeşim olsaydı keşke. Bu çağda böyle bir insana ancak melek, ya da peygamber denilir kardeşim. Küçükle küçük, büyükle büyük olurdu, alçak gönüllüydü, mahallede kimse ondan kırıldığını, ona darıldığını söyleyemez. Eğer yolu buralara düşer, bir kahvemizi içerse elbette mutluluk duyarız. Ne de olsa birlikte yemişliğimiz, içmişliğimiz var. Gönül borcu veresiye defterindeki bonca hiç benzemez. Aslında ben hemen yanına gitmek istedim, ama onu görmeme izin vermezler, beni kapıdan çevirirler diye korktuğum için gidemedim. E, ne de olsa o artık iç dünyasında sakladığı gerçek kimliğine büründü. Bizim gibi bir bakkal parçasını kim sokar onun yanına?
SEVGİLİSİ anlatıyor
Gerçeği söylemek gerekirse ondan ayrılmakla hayatımın en büyük hatasını yaptım. Böyle olacağını nereden bilebilirdim değil mi? Ben silik, kendi halinde, hiç bir şeye karışmak istemeyen, hiç bir şeyle ilgilenmeyen, kazandığı üç-beş kuruşu dünyanın zenginliği sayan biriyle ömür boyu yaşayabilecek biri değilim. O ise paranın değil, sevginin önemli olduğunu söyleyip duruyordu. Gencim, güzelim, giyinmek, kuşanmak, gezmek, eğlenmek benim de hakkım değil mi? Beni hakimler, doktorlar, avukatlar, öğretmenler istemişti de gitmemiştim onlara. Neden? Onu seviyordum. O zaman daha çocuk denilecek yaştaydım. Eğer o kitabı eve getirmeseydi belki hep aynı duygularla yaşayacak, bir evin içinde kocayacaktım. O kitapta o şiiri okuduktan sonra birden düşüncelerim değişti. ‚İki çıplak bir hamama yakışır‘ diye yazmıştı şair. Orhan mıydı, Veli miydi, adı neydi şimdi tam anımsamıyorum. Aradan o kadar yıl geçti. Çıplak olmak, hamamda yaşamak istemiyordum. Beynimde birden değişti yaşam. Getirmeseydi o tür kitapları, geceler boyunca okumasaydı o şiirleri bana, ben de böyle olmazdım. Şimdi neden ben suçlu oluyorum?
Onu sevdiğim doğru. Şimdi de seviyor ve bir hata yaptığımı, beni anlamasını rica ediyorum. Hem de ondan küçüğüm. Büyükler küçükleri affeder, değil mi?
Allah kahretsin işte, bir aptalım ben, biliyorum. Onun o aşk dolu bakışlarının anlamını tam olarak kavrayamamış, hatta bu bakışları zaman zaman deli bakışlarına benzetmiş, onunla alay etmiştim. Onu terkettiğim gün de öyle, ama biraz ıslak bakmıştı bana. Gidiyorum, demiştim, gidiyorsun diye yanıtlamıştı beni. Bird aha dönmeyeceğim, demiştim, bir daha dönmeyeceksin, demişti. Kızmamış, küfretmemiş, beni dövmeye, gitmemi engellemeye kalkışmamıştı. Sanki memnundu gidişimden. Benden bıkmış gibi bir hali vardı. Oysa kızmasını, beni saçımdan sürükleyip tekmelemesini bekliyordum. Belki kızar diye, seni hiç bir zaman sevmedim, diye bağırdım. Beni hiç bir zaman sevmedin, diye yanıtladı.
Çıkıp gittiğim zaman içimde gizli kalmış bir aşkı da birlikte götürdüğümü nereden bilebilirdim? Şimdi o aşk bir yanardağın ağzından fışkırmaya hazır magma bir hareket halinde içimde. Yoo, lütfen yanlış anlamayın, ünlü, saygıdeğer biri olduğu için böyle söylemiyorum. Vallahi de billahi de, tillahi de öyle değil. Bir cahillikti benimkisi. Değilse adam gece-gündüz çalışıp benim istediklerimi karşılamaya uğraşıyordu. Bir sıvacı ne kadar kazanabilir değil mi? Ama beni kimselere muhtaç etmedi. Tamam, bakkaldan veresiye alıyor, bunu ezikliğini yaşıyordum ama ay başlarında resmen ödüyordu borcumuzu. Hem de bu kadar masraf yapılır mı, neden bakkaldan nakit para alıyorsun, ben sana para vermiyor muyum bile demeden ödüyordu borçlarımızı.
Ah benim aptal kafam. O adamın parayı nasıl kazandığını bile düşünmüyordum o günlerde. Gençlik işte, neylersiniz. Elleri hep nasır bağlamıştı. Beni okşamaya kalkıştığı anlarda etime eski bir kazma sapı değiyormuş gibi bir hisse kapılıyordum. Bedeni çimento, kum, harç, yanmış kireç kokuyordu. Yıkansa da çıkmıyordu bu koku üzerinden. Saçları hep kazık gibi dimdik durduğundan hoşuma gitkiyordu. Benim yüzümden hep sıfıra vuruyordu saçlarını. O zaman da çağı geçmiş askerler gibi görünüyordu gözüme.
Tamam, şekilci biri olduğumu, görünüşe önem verdiğimi kabul ediyorum. Hangi genç kız yapmaz bunu? Şimdi öğrendim gerçek sevginin içte olduğunu. Gerçek sevgi görünmez, gösterilmez.
Allahın adına yemin ediyorum, onu hep sevdim. Benimki bir yanlıştı işte. Onun da beni hala sevdiğine inanıyorum. Beni mutlaka arayıp, yanına alacak, göreceksiniz. Ona bu yakışır.
Gazetede birlikte resim çektirdiği o yarı çıplak kadınların hiç birini sevdiğini sanmıyorum. Gazetecilerin bir mizanseni bu, biliyorum. Siz asıl resmi benimle çektirdiğinde göreceksiniz. Bu gün değilse, yarın, yarın olmazsa öbür gün gerçekleşecek bu, biliyorum. Falcı bile öyle söyledi.
İNŞAATTA USTASI anlatıyor:
Ben ne söyleyeceksem insanın yüzüne karşı söylerim beyim. Ona hep, sen bu sabrın sonunda değil amacına ulaşmak, Mısır’a sultan bile olursun demişimdir. Yusuf peygamberin sabrı vardı onda. Yoruldum sözü onun ağzından çıkacak söz değildi. Yetinmesini biliyordu. Tamam, şükreden, tanrıya hamdeden biri değildi, ama yakınan biri de değildi. Ne yalan söylemeli, ben de milyar kazanmıyordum ki ona milyon vereyim. Yapılan işin kumu var, çimentosu var, suyu var, kireci, işçi parası, vergisi, sigortası, var oğlu var. Geriye kalanla çoluğumu, çocuğumu zor geçindiriyorum. Milletin ağzına bakarsan iki apartmanım varb Hem de onar katlı iki apartman. Nereden duymuşlarsa.. İki gecekondu demiyorlar da iki apartman diyorlar. İkisini toplasan 10 kat etmez birader. Hem o da oturuyordu dairenin birinde. Kirası da yüksek değildi allah için. Aybaşında para ödemesi bile gerekmiyordu. Ben hesaptan kesiyordum kirayı, onun cüzdanından da bir şey çıkmıyordu. Yani hiç bir şey ödemeden, kendi evinde oturuyormuş gibi oturuyordu.
Bir kez olsun fazla çalışmasını istemedim ondan. Ama o hep fazla çalışıyordu. Karanlık çöküp, sıvanın rengi karanlıkla bütünleşinceye kadar çalıştığı çok oldu. Adamda bir göz, bir bakış vardı kardeşim, karanlıkta bile görüyordu sıva yapacağı yeri. Zaten insana bir kere bakmasın, bitmiştir onun işi. İnsanın yüreğini deliyordu bakışlarıyla. İşçiler harca çimentoyu az katsa harcın renginden anlardı, kireç az mı çok mu, bir bakışta tamam işi. Mikroskop gibiydi gözleri.
Yemek molalarında yemeğini yerken, ya gazete okur, ya da hep cebinde taşıdığ, sık sık değişen kitaplardan birini karıştırırdı. Gören onu üniversite sınavlarına hazırlanıyor sanırdı. Bir iki defa haddim olmadan, sen garip bir sıvacısın, neyine senin kitap-gazete dedim. 2 kilo et al o parayla, kendine bak biraz, son günlerde iyice süzüldü yüzün.
Ben öyle deyince hep güldü bana. Hem ağzıyla, hem gözleriyle güldü. Ben gıdamı bunlardan alıyorum usta, dedi, kimi et, kimi ot, kimi de bilgi ile beslenir.
Bu laflar benim için büyük laflardı, sesimi çıkamaradım. Okursa okur bana ne deyip karışmadım bir daha.
Kendisinden bir şey duymadım, ama bizim kanayaklıya bakılırsa karısı, yani birlikte yaşadığı kadın müsrifin tekiymiş. Kene gibi emiyormuş adamın kanını. O da erkekliğe halel gelmesin, dedikodu olmasın diye çalışıyormuş gece yarılarına kadar.
Yetişkin adam, aklı başında, çalışmak istiyorsa çalışır değil mi? Ben kim oluyorum da içinde böyle bir cevher taşıyan birine yeter artık, git eve biraz dinlen diyecektim.
Ih demezdi adam kardeşim, sabır küpüydü sabır. Allah ona hak ettiği mertebeyi verdi. Gözü olanın gözü çıksın. Diyeceğim o ki; evimin kapısı ona her zaman açıktır. Yolu düşerse, bizi ziyaret etme büyüklüğünü gösterirse, bizlere büyük bir onur bağışlamış olur. Umarım tuttuğu altın, attığı gümüş olur.
1. KOMŞUSU anlatıyor:
Gazeteci misiniz? Beni karıştırmayın böyle işlere kardeşim. Adam yıllardır burada oturdu, kimsenin sorup araştırdığı yoktu. Şimdi her gün 10 gazeteci geliyor, 15’i gidiyor. İnsan ünlü olunca böyle oluyormuş demek. Sizin ne yaptığınız umurumda değil, bu işe beni karıştırmayın. Aynı apartman katında, yan yana dairelerde oturuyodrduk, ama pek tanımam bu beyefendiyi. Ben gececi çalışırım yıllardır. Onun eve geldiği saatlerde ben işte, o işe gittiğinde de yatağımda, uykunun göbeğinde olurdum hep. Yalan olmasın, bir ya da iki kere merdivenlerde karşılaştık. Bana baktı, nedense gözlerimi kaçırdım bu bakışlarından. Bir şeyler vardı bakışlarında. Evde karıma anlattım, o da ‚Bu adam tekin değil, ben de gördüm bir kaç defa o bakışları, ancak ermişler böyle bakar‘ dedi. Şimdi onun yanılmadığı çıktı ortaya. Böyle değerli bir zatla aynı apartman katında bir süre de olsa birlikte oturduğumuz için onur duyuyoruz.
2. KOMŞUSU anlatıyor:
Ben bu saygıdeğer beyefendinin dairesinin altındaki dairede oturma şerefine erişmiş biriyim. Bir gün olsun onun gürültüsüne tanık olmadım. Yahu hemşerim, adamın ne içkisi vardı, ne kumarı, ne sigarası, ne gece hayatı. Kuşlarla birlikte yatıp, kuşlarla birlikte uyanıyordu hep. Doğrusu başlangıçta içine tükürürüm böyle yaşamın diye az düşünmedim. Ama adam haklıymış hemşerim. Meğer bir bildiği, bir beklediği varmış. Şimdi ne yapsa yeridir. Kimse de gagasını açıp ona bir zıkkım diyemez.
BİR GENÇLİK ARKADAŞI anlatıyor:
Adımı açıklamamanız koşuluyla bazı şeyler söyleyebilirim sanıyorum. Ondan korktuğum için böyle söylemiyorum. Yine de bir tedbir bin musibeti engeller derler. Elbette gerçek söyleyeceklerim. Biz delikanlı adamız, yalana gelemeyiz.
Söyleyeceklerim size ters gelmesin, şaşırmayın sakın. Biz yıllarca önce canciğer, kuzu sarması iki dosttuk. Aramızdan su sızsa da sır sızmazdı. Siz bakmayın onun öyle sessiz sakin duruşuna. Bir fırtına, bir tufandır o. Gözleri şehla olduğundan baktığını çürütür. Bazıları bu tür bakışlara şaşı bakışı derler, ama onunki tam şaşı değildi. Şöyle yandan yandan bakar insanlara. Ben canlı tanığıyım, baktığı hiç bir kadın onun etkisinden kurtulamamıştır daha. Ama bu adamın içinde puştluk yoktur. Bakar, kadınların içine gıcık verir, göğüslerini gere gere ona doğru gelmeye başlarlar. O ne yapar? Hiç, döner götünü gider. Bir kez olsun bu adamı geneleve götüremedim kardeşim.
Nasıl kızmışımdır ona biliyor musunuz? Be hıyar, sen kendine acımıyorsan bize acı bari diye az yalvarmadım ona. Bırak kadınları gelsinler, bırak seninle konuşsunlar, bu arada biz de işimize bakalım. İnsan biraz da arkadaşını düşünür değil mi? Arkadaş arkadaşın pezevengidir derler, bu herifte bunun ‘pe’si bile yok. Böyle anlarda çıkışıp, küfüre başlayınca, ‘Herkes kendi işini kendisi görsün. El şeşiyle gerdeğe girilmez, öğren bunu. Hem ben onlara bakmadım bile. Öyle sandılarsa benim suçum ne? Ben onların arkasında duran panodaki yazıları okumaya çalışıyordum” deyip gidiyordu. Kaç kez söyledim, olsun kardeşim, güzel dostum dedim, olsun, sen yine başka yere bak, neyi okursan oku, ama kadınlar bize doğru gelince kaçıp gitme. Hiç değil ben birini ayarlayıncaya kadar katlan buna.
Hadım mıydı, neydi bilmiyorum. Bir sevgilim var ve o bana yetiyor demesinin ötesinde eviyle ilgili pek fazla bir şey de anlatmıyordu. Askerden yeni dönmüştü. Sıvacılık gibi hıyardan bir işe de soyunmamıştı daha. Bazı gecelr kentte piyasaya çıkıyorduk. Biliyordum, babası o askerdeyken ölmüştü, annesi de onun askerden dönmesini bekliyormuş gibi terhisinden bir hafta sonra öldü. Bu adam yas bile tutmadı onların ardından. ‘kendilerine gore bir yaşamları vardı, o yaşamda mutluydular. Mutlu yaşayıp mutlu öldüler’ diyerek arabacılığa başlamıştı hıyar. At ne yapsın? O kadar yıl babasına hizmet etmişti hayvan, ona dayanamadı, bir gün dikti nalları asfaltın ortasında. Bu da arabaya kendini koşup, götürdü eve arabayı. Sonra da inşaatçılığa başladı. Adamın on parmağında on marifet.. Marangozluk, demircilik, tesviyecilik, boyacılık, sıvacılık.. Komple inşaatçı mübarek. Tabii hemen iş buldu kendisine ve yollarımız ayrıldı. Biz böyle kumdan, kireçten işlerle uğraşanlarla pek dost olmayız, neylersin.
Şimdi duydum, SAYISALDA 6 TUTTURMUŞ tek başına, milyarları cukkalamış. Cebine para girince herkes ondan söz eder olmuş, adam olmuş diyorlar. Cıbıl karılarla fotoğraf da çektirmiş, gazetelere basmışlar. Eee, adamın parası olunca neresinin kalkacağını bir allah bilir.
Bakarsın bir gün buralara gelir, bakarsın biz garibanların elinden tutar, bir yerlere çıkarır. Şaşı bakışlı biri olsa da o iyi bir adamdır, içi temizdir, arkadaş canlısıdır. Unutmaz eski kentini, eski dostlarını, göreceksiniz! “
Post A Comment:
0 comments so far,add yours