Çevresinde toplanan gençlerin gülüşmelerine, birbirlerine göz kırpmalarına ve “Sahi mi, gerçekten öyle mi Çolak emmi” diyerek onunla dalga geçmelerine aldırmadan sürdürdü sözlerini Çolak Mustafa.
“Ulan size bir de yemin mi edeceğim, dığalar! Paşa bile beni ‚Aslan Asker‘ diyerek kutlamıştı o gün.“
„Niye kutlamıştı seni paşa, Çolak emmi“ dedi gençlerin en şakacısı olan Haydar.
„Cephede, Çanakkale cephesinde en öndeydik. Bizim mangaya öteki mangalar ‚Aslanlar mangası‘ diyorlardı. Manga komutanı bendim. Kolay mı, o günlerde medrese eğitimi gören insan sayısı bizim köydeki it sayısından daha azdı. Anzak mıdır, Asnak mıdır nedir, bir yığın hıyar tee nerelerden gelmiş, Çanakkaleyi almak istiyorlardı. Paşa bize ‚Son nefere, son mermiye kadar direneceğiz. Düşmana verecek bir karış toprağımız yok‘ demişti. Elbette vermeyecektik topraktan bir tutam bile. Niye verelim, değil mi?“
„Elbette vermemek gerek emmi. Toprak verilmez, ekilir“ dedi gençler hep bir ağızdan.
„Veren orospu çocuğu ulan! Kim var onların karşısında? Gazi’nin askerleri!“
„Yani Çolak emmi ve aslanlar mangası“ diyerek destekledi onu gençler.
Çolak Mustafa tabakasından çıkardığı, önceden eşi tarafından sarılıp, hazırlanmış kalın sigaralardan birini kehribar ağızlığına taktı, gümüş kaplı çakmağıyla yakıp, derin derin iki nefes çektikten sonra dumanları burnundan çıkararak; „Helbet biz vardık ula“ dedi, „O Anzak çocuklarına da analarının şeyini göstermeye kararlıydık. Derken paşa..“
„Gazi Paşa“ dedi Sinan.
„He ula, biz ne dedik? Gazi paşa ‘Ölmek var, dönmek yok’ diye bağırdı. Biz hepimiz aynı ağızdan ‘Dönen piçin çocuğu paşam’ dedik. Hey güzünü sevdiğimin gazisi; ‘Analarınızı karıştırmayın ulan’ diye gürledi hemen. Neyse baktık daha gün doğmadan hücuma geçti bu Anzak milleti. Bir geliyorlar, bir geliyorlar, bit sürüsü gibi..Bastık bunlara mermiyi, bastık mermiyi, burunlarına DDT sıkılmış gibi beşer onar düşmeye başladılar..”
“Yav emmi, hep aynı hikayeyi anlatıyorsun” dedi Haydar, “Sen asıl elini nasıl kaybettin, onu anlat!”
“Biz ne yapıyoruz kahbenin dölü?”
“Hop, hop, annemi karıştırma hikayene. İmanıma söylerim paşaya sonra.”
“Ulan senin annen yıllarca ardımda koştu da eteğini bile kaldırmadım oğlum.”
“Annem başka söylüyor ama..”
“Ne diyormuş o püsküllü?”
“Annem diyor ki; bu köyün kızlarından hiç biri sana varmak istememiş de sen gitmiş başka köyden bir yoksul bulmuşsun!”
“Ben senin ananın.. Sanki ben köydeki süflülerden birini beğendim de..”
„Boş ver be Çolak emmi“ dedi Sinan, „Anlat şu el hikayesini.“
„El ya..Anzaklar bit gibi ölüyorlardı, ama it sürüsü gibi durmadan yenileri geliyordu. Bir ara baktım burnumun dibinde biri. Tam kurşunu sıkacağım alnına, herif bir el bombasını attı bizim sipere. Bomba patladı patlayacak. Hepimiz gideceğiz. Atladım bombanın üzerine, aldım elime, tam Anzak’ın kafasına fırlatacaktım, patladı deyyus. Gözümü alayın revirinde açtığımda baktım elim yok.“
Çolak Mustafa’nın çevresinde bulunan gençler kahkahayla güldüler. Sinirlendi Çolak; „İnanmayın lan ayının dölleri‘ diye bağırdı ve onların üzerine yürüdü.
Haftada en az bir kez bu oyunu oynuyordu gençler onunla. Köyün içinde avare avere dolaşmaktan canları sıkılınca Çolak’ın yanına gidiyor, ona bir kaç filtreli sigara götürüyor, anılarını anlatmasını isteyip, dakikalarca gülüyorlardı.
Hepsi biliyordu hikayenin aslını. Çolak Mustafa çolak lakabını almadan önce köyde kendi halinde yaşayan sıradan biriydi. Taşlarla örtülü tarlasında kazma kürekle çalıştığı bir gün bulduğu birinci dünya savaşından kalma bir top mermisini eve götürmeseydi adı hiç bir zaman çolağa çıkmayacaktı. Evde mermiyi gören karısı mermiyi evirip çevirip inceledikten sonra kovana bakıp;“Mustafa, bundan güzel bir iğnelik olur, ipleri, iğneleri içine koyarım“ deyince Mustafa hiç düşünmeden bombayı iri bir kütüğün üzerine koyup, baltayı kovana indirdi ve ne olduysa o anda oldu. Mustafa gözünü hastanede açtığında sağ elinin yerinde ağrılar esiyordu.
Bütün köylüler olayı bildikleri halde Mustafa kısa sürede bir öykü uydurdu gençler için. Değilse o ne Çanakkale’ye gitmiş, ne de her hangi bir savaşa katılmıştı. Evleninceye kadar bir nüfus kimliği bile yoktu onun. Bu nedenle kimse onu arayıp sormamış, askere gitmesini istememişti.
Elbette Çolak bu öyküleri köyde yaşıtlarının yanında anlatmıyordu. Gençler de ona saygısızlık etmeden, yalanını yüzüne vurmadan yineliyorlardı aynı oyunu. Onun gerçekte cine periye inanan, gece mezarlığın yanından geçmeye bile korkan biri olduğunu da babalarından, büyüklerinden öğrenmişlerdi gençler.
Yine canlarının sıkıldığı bir gece Çolak’a bir oyun oynamaya karar veren gençler onun öyküsünü uzun uzun dinledikten sonra, „Aslan emmi“ diye hep bir ağızdan bağırdılar, „Bu köyde senden cesur biri daha yoktur!“
„Yok elbet“ dedi Çolak, gerinerek.
„Geçen gün kahvehanede köyün büyükleriyle iddialaştık Çolak emmi. Hiç biri iddiaya girmeye cesaret edemedi“ dedi Haydar, arkadaşlarına göz kırparak.
„Ne iddiasıymış bu“ diye sordu Çolak, merakla.
„Biz dedik ki; gençlerin dışında hiç kimse mezarlığa gidip, orada helva pişiremez.“
„Niye pişiremezlermiş“ diye sordu Çolak.
„Ölülerden korkuyorlar da ondan.“
„Ölüden korkulur mu oğlum“ diyerek arkasına yaslandı Çolak. „Biz ne ölüler gördük cephede. Günler boyu sarmaş dolaş yaşadık ölülerle.“
„Yani sen mezarlıkta helva pişirebilir misin Çolak emmi“ diye lafı yetiştirdi Haydar.
„Helva da pişiririm, dolma da ulan. Ne varmış bunda?“
„Ama bak sözünü unutma, sonra caymaca yoktur!“
„Cayanın donuna ateş düşsün ulan. Benim çıkarım ne olacak, sen onu söyle“ diyerek diklendi Çolak. „İsterseniz hemen gidip pişiririm helvayı.“
„“Yok, şimdi değil“ dedi Haydar, „Biz dedik ki; köyde biri ölünce onun mezarının yanında pişirilecek helva. Bu işi başarırsan sana bir koç satın alacağız. Ama başaramazsan sen bize sadece bir oğlak kesip büryan yapacak, bir de rakı alacaksın, tamam mı?“
„Hani ölü peki“ diye sordu Çolak.
„Biri ölünce dedik, değil mi? Köyde gözü toprağa bakan mı yok sanki? Nasıl olsa biri ölür yakında. Ya sen o zamana kadar sözünü unutursan“ dedi Haydar.
„Senet yapın ulan, atarım imzayı altına!“
Haydar hazırlıklıydı. Cebinden bir kağıt bir kalem çıkarıp Çolak’a uzattı ve „Sen yaz“ dedi.
„Ulan eşeğin sıpası, benim o ecüş bücüş harfleri yazamadığımı bilmiyor musun? Ben eski Türkçe yazıyorum, onu da siz okuyamazsınız.“
„O zaman ben yazarım“ dedi Haydar, „Sen de imzalarsın. Buradaki herkes de tanık olarak imzalar..“
Haydar hızlı hızlı yazdı senedi, okudu ve Çolak’ın önüne koydu kağıdı. Çolak kısa bir süre düşündükten sonra çevresini saran gençlere bakıp kağıdı imzaladı. Artık köyde birinin ölmesini beklemekten başka bir şey kalmamıştı.
Aradan 2 ay geçti. Bir gün köyde yoksul, yaşlı ama kendisinden en çok çekinilen, büyü yaptığı, cinlerle ortaklık kurduğu söylenen kadın ölünce gençler Çolak’ın kapısını çaldılar.
„Haydi Çolak emmi, sözünü tutmanın zamanı“ dedi Sinan.
„Ne sözü ulan“ diye safça sordu Çolak.
Haydar cebinden kat kat olmuş kağıdı çıkardı, okudu. Çolak bir süre düşündü, „Oğlum ayıptır, günahtır, ölüyle dalga geçilmez“ diye mırıldandı.
„Kim dalga geçiyor emmi“ diye üsteledi Haydar. Ölüye helva pişirilmez mi?“
„Pişirilir elbet!“
„O zaman? Hem söz verdin, senet imzaladın.. Aha bunların hepsi de şahit. Halvayı pişirip kahveye getireceksin. Bütün köylü orada seni bekleyecek.“
„Valla da billa da şahidiz, söz vermiştin“ diye bağırdı gençlerin hepsi.
„İnkar mı ettik deyyusun enikleri? Ben diyorum ki; ayıptır, günahtır..yoksa..“
„Günahı vebali bizim boynumuza Çolak emmi. Ya helvayı pişir, ya oğlağı kızart. Rakıyı da unutma. Tabi başka şeyleri de“ dedi Haydar.
„Neymiş o başka şeyler dürzü?“
„Eğer sözünü tutmazsan sadece bu köyde değil, gidip çevre köylerde de senin hiç bir zaman Çanakkale’ye gitmediğini, kolunun nasıl çolak olduğunu anlatacağız.“
„Ben senin zürriyetten düşmüş ananı“ diye bağırarak onun üzerine yürüdü Çolak. Haydar yerinden kıpırdamadan „Anam yine hamile Çolak emmi“ diyerek güldü, „Sen bırak anamı da sözünü tutucak mısın, tutmayacak mısın, onu söyle.“
„Ne zaman olacak bu iş şeytanın doğurduğu?“
„Bu gece. Karanlık iyice çöktükten sonra. Biz mezarın yanına ocağı kuracağız, odunları getireceğiz, tencere, şeker, un, yağ, her şey hazır olacak orada. Sen sadece ateşi yakıp, helvayı pişireceksin.“
„Daha ne olsun ulan“ dedi Çolak, düşünceli düşünceli..
„Yoksa korkuyor musun Çolak emmi“ diyerek araya girdi Sinan.
„Ulan zaten bu köyde ne hinlik çıkıyorsa ikinizin başının altından çıkıyor. Bakın bir oyun oynarsanız ananızı eşeklere kovalattırırım, ona göre!“
„Oyun moyun yok“ dedi Haydar ve cebinden bir deste para çıkararak, „Pişir helvayı al koçu. İnanmıyorsan aha parası.“
Çolak dönüşü olmayan bir yola girdiğini yeni yeni anlamaya başlamış, ne yapacağına karar verememişti. En sonunda, rezil olmaktansa helvayı pişirmeye razı oldu ve „Tamam ulan“ dedi. Bu karara varırken içinden; „Nasıl olsa bu hergeleler beni izlemek isterler. Orada yalnız kalmam“ diyerek korkusunu biraz olsun azalttı.
Köyün üzerine karanlık iyice inince Haydar yine dikildi karşısına Çolak’ın. Artık kaçacak yer yoktu. Ya oğlağı kızartacak, rakıyı ısmarlayacak ve tüm köylere rezil olacaktı, ya da helvayı pişirip, şanını kurtaracaktı. Eşinin bıyık altından gülüşüne aldırmadan mezarlığa doğru yola koyuldu.
Gençler daha akşamdan yeni mezarın yanına bir mezar daha eşmiş, Sinan’I içine yerleştirmişlerdi. Helvanın pişirileceği ocak iki mezarın arasına kurulmuştu. Yağ, un, şeker, su, tencere, kepçe, odunlar mezarların yanında hazır bekliyordu.
Çolak bildiği duaların tümünü okuyarak mezarlığa girdi. Gündüz cenaze törenine katıldığı için yeni mezarın yerini iyi biliyordu. Kestirmeden ve öteki mezarları çiğnememeye özen göstererek ilerledi. İçinden ardı ardına yükselen küfürleri sıralıyordu kendine ve hemen yeni bir duaya başlıyordu.
Mezarın yanına gelince çevresini iyice control etti. Karanlıkta hiç bir şey görünmüyordu. Bütün bedeni daha şimdiden ter içinde kalmıştı. Titreyen sağlam eliyle ateşi yaktı. Kuru odunlar birden alevlenince çevreyi saran aydınlık biraz da olsa azalttı korkusunu. Yeni kalaylanmış tencereyi ateşin üzerine yerleştirdi ve kavrulsun diye unu içine boşalttı. Ne kadar un koyması gerektiğini bile düşünmemişti. Ocağa durmadan odun atıyor, alevlerin ışığının daha da kuvvetli olması için çalışıyordu. Az sonra kavrulan unun kokusu mezarlığı sardı ve Çolak daha çok korkmaya başladı. Şimdi bütün ruhlar mutlaka unun kokusunu hissetmiş, tencerenin çevresine toplanmışlardı.
Bismillah üzerine bismillah çekerek kavrulan una yağı kattı Çolak. Ardından toz şekeri boca etti tencereye. Hiç bir sıraya dikkat etmiyor, bir an önce adı helva sayılabilecek bir karışım elde etmeye çalışıyordu.
Bir ara çömelip, kendini tam anlamıyla helva pişirmeye verdi. Tenceredeki karışım giderek daha çok helvaya benzemeye başlamıştı. Kepçenin ucuyla biraz alıp ağzına götürdü helvayı ve tam o sırada yandaki mezardan bir el uzandı ve derinden gelen bir ses “Biraz da bana veeer” diye inledi!
Korkudan neye uğradığını şaşıran Çolak kızgın kepçeyi kendisine doğru uzanan ele hızla vurdu ve bilinçsizce; “Hastir ulan, diriler yemeden ölüler yemez” diye bağırdı.
Ne olduysa kepçeyi vurduğu anda oldu. Eline kızgın helva yapışan Sinan üzerinde beyaz kefenle mezarda dikildi. Çolak Mustafa sağlam olan tek elinin yanacak olmasını bile düşünmeden helva tenceresini kaptı, iyice göğsüne bastırdı, bir yandan bağırarak, bir yandan allah, bismillah diye uluyarak köyün içine, kahveye doğru koşmaya başladı. Ardından da bembeyaz kefeniyle Sinan..
Çolak köyün kahvesinden içeriye çığlıklar atarak girince helva tenceresini kahvenin ortasına fırlatıp, boylu boyunca yere yığıldı.
Gençler dakikalarca onun yüzüne su serptiler, burnuna yanmış çaput koklattılar, her yanını kolonyayla ovaladılar, kızgın tencerenin yaktığı parmaklarını bezle sardılar. Sonunda kendine gelen Çolak, korku dolu gözlerle çevresine baktı ve beyaz kefenli Sinan’ı görünce; “Ulan senin ananın tilkilerle oynaştığını zaten herkes biliyor” diyerek bastı küfürü.
Az sonar sakinleşti Çolak. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla yanık parmaklarının acısına aldırmadan çayını içerken, “Korktun ama değil mi Çolak emmi” diye soran Sinan’a okkalı bir hastir çekti ve “Anan olsaydı dölden kesilirdi piç” dedi. “Oğlum, elini uzattın, helvayı vermedim, niye kalkıp üzerime geliyorsun?”
Sinan; “Ne yapayım, helva elimi yaktı” diyerek gülmeye başladı.
“Eline itler sıçsın fırlatmanın çocuğu. Ya ben kalp krizinden ölseydim?”
Gençlerin hepsi sözleşmişler gibi onu anında omuzlarına alıp, kahvenin içinde dolaştırarak; „En büyük Çolak emmi, başka büyük yok“ diye bağırmaya başladılar.
O anda bir şey hatırladı Çolak ve „Koç“ diye bağırdı, „Koç nerede ula dürzüler!“
Haydar cebinden çıkardığı parayı Çolak’a uzatarak, „Biz kimin yeğeniyiz emmi“ dedi, „Biz Çanakkale’de Anzaklarla çarpışmış, paşanın askeri Çolak emminin yeğenleriyiz, sözümüzde dururuz elbet!“
Abdulkadir Konuk
“Ulan size bir de yemin mi edeceğim, dığalar! Paşa bile beni ‚Aslan Asker‘ diyerek kutlamıştı o gün.“
„Niye kutlamıştı seni paşa, Çolak emmi“ dedi gençlerin en şakacısı olan Haydar.
„Cephede, Çanakkale cephesinde en öndeydik. Bizim mangaya öteki mangalar ‚Aslanlar mangası‘ diyorlardı. Manga komutanı bendim. Kolay mı, o günlerde medrese eğitimi gören insan sayısı bizim köydeki it sayısından daha azdı. Anzak mıdır, Asnak mıdır nedir, bir yığın hıyar tee nerelerden gelmiş, Çanakkaleyi almak istiyorlardı. Paşa bize ‚Son nefere, son mermiye kadar direneceğiz. Düşmana verecek bir karış toprağımız yok‘ demişti. Elbette vermeyecektik topraktan bir tutam bile. Niye verelim, değil mi?“
„Elbette vermemek gerek emmi. Toprak verilmez, ekilir“ dedi gençler hep bir ağızdan.
„Veren orospu çocuğu ulan! Kim var onların karşısında? Gazi’nin askerleri!“
„Yani Çolak emmi ve aslanlar mangası“ diyerek destekledi onu gençler.
Çolak Mustafa tabakasından çıkardığı, önceden eşi tarafından sarılıp, hazırlanmış kalın sigaralardan birini kehribar ağızlığına taktı, gümüş kaplı çakmağıyla yakıp, derin derin iki nefes çektikten sonra dumanları burnundan çıkararak; „Helbet biz vardık ula“ dedi, „O Anzak çocuklarına da analarının şeyini göstermeye kararlıydık. Derken paşa..“
„Gazi Paşa“ dedi Sinan.
„He ula, biz ne dedik? Gazi paşa ‘Ölmek var, dönmek yok’ diye bağırdı. Biz hepimiz aynı ağızdan ‘Dönen piçin çocuğu paşam’ dedik. Hey güzünü sevdiğimin gazisi; ‘Analarınızı karıştırmayın ulan’ diye gürledi hemen. Neyse baktık daha gün doğmadan hücuma geçti bu Anzak milleti. Bir geliyorlar, bir geliyorlar, bit sürüsü gibi..Bastık bunlara mermiyi, bastık mermiyi, burunlarına DDT sıkılmış gibi beşer onar düşmeye başladılar..”
“Yav emmi, hep aynı hikayeyi anlatıyorsun” dedi Haydar, “Sen asıl elini nasıl kaybettin, onu anlat!”
“Biz ne yapıyoruz kahbenin dölü?”
“Hop, hop, annemi karıştırma hikayene. İmanıma söylerim paşaya sonra.”
“Ulan senin annen yıllarca ardımda koştu da eteğini bile kaldırmadım oğlum.”
“Annem başka söylüyor ama..”
“Ne diyormuş o püsküllü?”
“Annem diyor ki; bu köyün kızlarından hiç biri sana varmak istememiş de sen gitmiş başka köyden bir yoksul bulmuşsun!”
“Ben senin ananın.. Sanki ben köydeki süflülerden birini beğendim de..”
„Boş ver be Çolak emmi“ dedi Sinan, „Anlat şu el hikayesini.“
„El ya..Anzaklar bit gibi ölüyorlardı, ama it sürüsü gibi durmadan yenileri geliyordu. Bir ara baktım burnumun dibinde biri. Tam kurşunu sıkacağım alnına, herif bir el bombasını attı bizim sipere. Bomba patladı patlayacak. Hepimiz gideceğiz. Atladım bombanın üzerine, aldım elime, tam Anzak’ın kafasına fırlatacaktım, patladı deyyus. Gözümü alayın revirinde açtığımda baktım elim yok.“
Çolak Mustafa’nın çevresinde bulunan gençler kahkahayla güldüler. Sinirlendi Çolak; „İnanmayın lan ayının dölleri‘ diye bağırdı ve onların üzerine yürüdü.
Haftada en az bir kez bu oyunu oynuyordu gençler onunla. Köyün içinde avare avere dolaşmaktan canları sıkılınca Çolak’ın yanına gidiyor, ona bir kaç filtreli sigara götürüyor, anılarını anlatmasını isteyip, dakikalarca gülüyorlardı.
Hepsi biliyordu hikayenin aslını. Çolak Mustafa çolak lakabını almadan önce köyde kendi halinde yaşayan sıradan biriydi. Taşlarla örtülü tarlasında kazma kürekle çalıştığı bir gün bulduğu birinci dünya savaşından kalma bir top mermisini eve götürmeseydi adı hiç bir zaman çolağa çıkmayacaktı. Evde mermiyi gören karısı mermiyi evirip çevirip inceledikten sonra kovana bakıp;“Mustafa, bundan güzel bir iğnelik olur, ipleri, iğneleri içine koyarım“ deyince Mustafa hiç düşünmeden bombayı iri bir kütüğün üzerine koyup, baltayı kovana indirdi ve ne olduysa o anda oldu. Mustafa gözünü hastanede açtığında sağ elinin yerinde ağrılar esiyordu.
Bütün köylüler olayı bildikleri halde Mustafa kısa sürede bir öykü uydurdu gençler için. Değilse o ne Çanakkale’ye gitmiş, ne de her hangi bir savaşa katılmıştı. Evleninceye kadar bir nüfus kimliği bile yoktu onun. Bu nedenle kimse onu arayıp sormamış, askere gitmesini istememişti.
Elbette Çolak bu öyküleri köyde yaşıtlarının yanında anlatmıyordu. Gençler de ona saygısızlık etmeden, yalanını yüzüne vurmadan yineliyorlardı aynı oyunu. Onun gerçekte cine periye inanan, gece mezarlığın yanından geçmeye bile korkan biri olduğunu da babalarından, büyüklerinden öğrenmişlerdi gençler.
Yine canlarının sıkıldığı bir gece Çolak’a bir oyun oynamaya karar veren gençler onun öyküsünü uzun uzun dinledikten sonra, „Aslan emmi“ diye hep bir ağızdan bağırdılar, „Bu köyde senden cesur biri daha yoktur!“
„Yok elbet“ dedi Çolak, gerinerek.
„Geçen gün kahvehanede köyün büyükleriyle iddialaştık Çolak emmi. Hiç biri iddiaya girmeye cesaret edemedi“ dedi Haydar, arkadaşlarına göz kırparak.
„Ne iddiasıymış bu“ diye sordu Çolak, merakla.
„Biz dedik ki; gençlerin dışında hiç kimse mezarlığa gidip, orada helva pişiremez.“
„Niye pişiremezlermiş“ diye sordu Çolak.
„Ölülerden korkuyorlar da ondan.“
„Ölüden korkulur mu oğlum“ diyerek arkasına yaslandı Çolak. „Biz ne ölüler gördük cephede. Günler boyu sarmaş dolaş yaşadık ölülerle.“
„Yani sen mezarlıkta helva pişirebilir misin Çolak emmi“ diye lafı yetiştirdi Haydar.
„Helva da pişiririm, dolma da ulan. Ne varmış bunda?“
„Ama bak sözünü unutma, sonra caymaca yoktur!“
„Cayanın donuna ateş düşsün ulan. Benim çıkarım ne olacak, sen onu söyle“ diyerek diklendi Çolak. „İsterseniz hemen gidip pişiririm helvayı.“
„“Yok, şimdi değil“ dedi Haydar, „Biz dedik ki; köyde biri ölünce onun mezarının yanında pişirilecek helva. Bu işi başarırsan sana bir koç satın alacağız. Ama başaramazsan sen bize sadece bir oğlak kesip büryan yapacak, bir de rakı alacaksın, tamam mı?“
„Hani ölü peki“ diye sordu Çolak.
„Biri ölünce dedik, değil mi? Köyde gözü toprağa bakan mı yok sanki? Nasıl olsa biri ölür yakında. Ya sen o zamana kadar sözünü unutursan“ dedi Haydar.
„Senet yapın ulan, atarım imzayı altına!“
Haydar hazırlıklıydı. Cebinden bir kağıt bir kalem çıkarıp Çolak’a uzattı ve „Sen yaz“ dedi.
„Ulan eşeğin sıpası, benim o ecüş bücüş harfleri yazamadığımı bilmiyor musun? Ben eski Türkçe yazıyorum, onu da siz okuyamazsınız.“
„O zaman ben yazarım“ dedi Haydar, „Sen de imzalarsın. Buradaki herkes de tanık olarak imzalar..“
Haydar hızlı hızlı yazdı senedi, okudu ve Çolak’ın önüne koydu kağıdı. Çolak kısa bir süre düşündükten sonra çevresini saran gençlere bakıp kağıdı imzaladı. Artık köyde birinin ölmesini beklemekten başka bir şey kalmamıştı.
Aradan 2 ay geçti. Bir gün köyde yoksul, yaşlı ama kendisinden en çok çekinilen, büyü yaptığı, cinlerle ortaklık kurduğu söylenen kadın ölünce gençler Çolak’ın kapısını çaldılar.
„Haydi Çolak emmi, sözünü tutmanın zamanı“ dedi Sinan.
„Ne sözü ulan“ diye safça sordu Çolak.
Haydar cebinden kat kat olmuş kağıdı çıkardı, okudu. Çolak bir süre düşündü, „Oğlum ayıptır, günahtır, ölüyle dalga geçilmez“ diye mırıldandı.
„Kim dalga geçiyor emmi“ diye üsteledi Haydar. Ölüye helva pişirilmez mi?“
„Pişirilir elbet!“
„O zaman? Hem söz verdin, senet imzaladın.. Aha bunların hepsi de şahit. Halvayı pişirip kahveye getireceksin. Bütün köylü orada seni bekleyecek.“
„Valla da billa da şahidiz, söz vermiştin“ diye bağırdı gençlerin hepsi.
„İnkar mı ettik deyyusun enikleri? Ben diyorum ki; ayıptır, günahtır..yoksa..“
„Günahı vebali bizim boynumuza Çolak emmi. Ya helvayı pişir, ya oğlağı kızart. Rakıyı da unutma. Tabi başka şeyleri de“ dedi Haydar.
„Neymiş o başka şeyler dürzü?“
„Eğer sözünü tutmazsan sadece bu köyde değil, gidip çevre köylerde de senin hiç bir zaman Çanakkale’ye gitmediğini, kolunun nasıl çolak olduğunu anlatacağız.“
„Ben senin zürriyetten düşmüş ananı“ diye bağırarak onun üzerine yürüdü Çolak. Haydar yerinden kıpırdamadan „Anam yine hamile Çolak emmi“ diyerek güldü, „Sen bırak anamı da sözünü tutucak mısın, tutmayacak mısın, onu söyle.“
„Ne zaman olacak bu iş şeytanın doğurduğu?“
„Bu gece. Karanlık iyice çöktükten sonra. Biz mezarın yanına ocağı kuracağız, odunları getireceğiz, tencere, şeker, un, yağ, her şey hazır olacak orada. Sen sadece ateşi yakıp, helvayı pişireceksin.“
„Daha ne olsun ulan“ dedi Çolak, düşünceli düşünceli..
„Yoksa korkuyor musun Çolak emmi“ diyerek araya girdi Sinan.
„Ulan zaten bu köyde ne hinlik çıkıyorsa ikinizin başının altından çıkıyor. Bakın bir oyun oynarsanız ananızı eşeklere kovalattırırım, ona göre!“
„Oyun moyun yok“ dedi Haydar ve cebinden bir deste para çıkararak, „Pişir helvayı al koçu. İnanmıyorsan aha parası.“
Çolak dönüşü olmayan bir yola girdiğini yeni yeni anlamaya başlamış, ne yapacağına karar verememişti. En sonunda, rezil olmaktansa helvayı pişirmeye razı oldu ve „Tamam ulan“ dedi. Bu karara varırken içinden; „Nasıl olsa bu hergeleler beni izlemek isterler. Orada yalnız kalmam“ diyerek korkusunu biraz olsun azalttı.
Köyün üzerine karanlık iyice inince Haydar yine dikildi karşısına Çolak’ın. Artık kaçacak yer yoktu. Ya oğlağı kızartacak, rakıyı ısmarlayacak ve tüm köylere rezil olacaktı, ya da helvayı pişirip, şanını kurtaracaktı. Eşinin bıyık altından gülüşüne aldırmadan mezarlığa doğru yola koyuldu.
Gençler daha akşamdan yeni mezarın yanına bir mezar daha eşmiş, Sinan’I içine yerleştirmişlerdi. Helvanın pişirileceği ocak iki mezarın arasına kurulmuştu. Yağ, un, şeker, su, tencere, kepçe, odunlar mezarların yanında hazır bekliyordu.
Çolak bildiği duaların tümünü okuyarak mezarlığa girdi. Gündüz cenaze törenine katıldığı için yeni mezarın yerini iyi biliyordu. Kestirmeden ve öteki mezarları çiğnememeye özen göstererek ilerledi. İçinden ardı ardına yükselen küfürleri sıralıyordu kendine ve hemen yeni bir duaya başlıyordu.
Mezarın yanına gelince çevresini iyice control etti. Karanlıkta hiç bir şey görünmüyordu. Bütün bedeni daha şimdiden ter içinde kalmıştı. Titreyen sağlam eliyle ateşi yaktı. Kuru odunlar birden alevlenince çevreyi saran aydınlık biraz da olsa azalttı korkusunu. Yeni kalaylanmış tencereyi ateşin üzerine yerleştirdi ve kavrulsun diye unu içine boşalttı. Ne kadar un koyması gerektiğini bile düşünmemişti. Ocağa durmadan odun atıyor, alevlerin ışığının daha da kuvvetli olması için çalışıyordu. Az sonra kavrulan unun kokusu mezarlığı sardı ve Çolak daha çok korkmaya başladı. Şimdi bütün ruhlar mutlaka unun kokusunu hissetmiş, tencerenin çevresine toplanmışlardı.
Bismillah üzerine bismillah çekerek kavrulan una yağı kattı Çolak. Ardından toz şekeri boca etti tencereye. Hiç bir sıraya dikkat etmiyor, bir an önce adı helva sayılabilecek bir karışım elde etmeye çalışıyordu.
Bir ara çömelip, kendini tam anlamıyla helva pişirmeye verdi. Tenceredeki karışım giderek daha çok helvaya benzemeye başlamıştı. Kepçenin ucuyla biraz alıp ağzına götürdü helvayı ve tam o sırada yandaki mezardan bir el uzandı ve derinden gelen bir ses “Biraz da bana veeer” diye inledi!
Korkudan neye uğradığını şaşıran Çolak kızgın kepçeyi kendisine doğru uzanan ele hızla vurdu ve bilinçsizce; “Hastir ulan, diriler yemeden ölüler yemez” diye bağırdı.
Ne olduysa kepçeyi vurduğu anda oldu. Eline kızgın helva yapışan Sinan üzerinde beyaz kefenle mezarda dikildi. Çolak Mustafa sağlam olan tek elinin yanacak olmasını bile düşünmeden helva tenceresini kaptı, iyice göğsüne bastırdı, bir yandan bağırarak, bir yandan allah, bismillah diye uluyarak köyün içine, kahveye doğru koşmaya başladı. Ardından da bembeyaz kefeniyle Sinan..
Çolak köyün kahvesinden içeriye çığlıklar atarak girince helva tenceresini kahvenin ortasına fırlatıp, boylu boyunca yere yığıldı.
Gençler dakikalarca onun yüzüne su serptiler, burnuna yanmış çaput koklattılar, her yanını kolonyayla ovaladılar, kızgın tencerenin yaktığı parmaklarını bezle sardılar. Sonunda kendine gelen Çolak, korku dolu gözlerle çevresine baktı ve beyaz kefenli Sinan’ı görünce; “Ulan senin ananın tilkilerle oynaştığını zaten herkes biliyor” diyerek bastı küfürü.
Az sonar sakinleşti Çolak. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla yanık parmaklarının acısına aldırmadan çayını içerken, “Korktun ama değil mi Çolak emmi” diye soran Sinan’a okkalı bir hastir çekti ve “Anan olsaydı dölden kesilirdi piç” dedi. “Oğlum, elini uzattın, helvayı vermedim, niye kalkıp üzerime geliyorsun?”
Sinan; “Ne yapayım, helva elimi yaktı” diyerek gülmeye başladı.
“Eline itler sıçsın fırlatmanın çocuğu. Ya ben kalp krizinden ölseydim?”
Gençlerin hepsi sözleşmişler gibi onu anında omuzlarına alıp, kahvenin içinde dolaştırarak; „En büyük Çolak emmi, başka büyük yok“ diye bağırmaya başladılar.
O anda bir şey hatırladı Çolak ve „Koç“ diye bağırdı, „Koç nerede ula dürzüler!“
Haydar cebinden çıkardığı parayı Çolak’a uzatarak, „Biz kimin yeğeniyiz emmi“ dedi, „Biz Çanakkale’de Anzaklarla çarpışmış, paşanın askeri Çolak emminin yeğenleriyiz, sözümüzde dururuz elbet!“
Abdulkadir Konuk
Post A Comment:
0 comments so far,add yours