Sırtüstü yatıyorum, olmuyor. Dönüyorum, yüzümü bastırıyorum yastığa, yine olmuyor. Yüzüstü yatarken sol bacağımı sağ bacağımın üzerine atıyorum, az sonra tersini yapıyorum, olmuyor, olmuyor. Uyuyamıyorum saatlerdir. Odanın bir duvarını kaplayan koca pencereden dolunayı görüyorum. Ay tuttu beni yine, uyutmuyor.
Yatakta sağa-sola dönmeyi denerken kediden daha sessiz olmak zorundayım. Oda arkadaşım kedisinin yürüyüşünü bile duyabildiğini söylemişti daha önce. Onu rahatsız etmemeliyim. Zorlukla uykuya dalıyor adam.
Oda arkadaşım Milorad 75 yaşında. 195 santimlik boyuna uygun 120 kiloluk bir gövde, şiş bir göbek, asker traşlı, ak saçlı koca bir kafa, sarı bir yüz Milorad. Ayak bileklerinden ayak parmaklarına kadar kıpkırmızı bir şişlik en önemli sorunu. Damacana gövdesine dönmüş iki ayağının üzerine basarak rahatlıkla yürüyemediği için sık uzaklaşamıyor yatağından, yarı yatalak. Yıllarca o koca gövdeyi taşıyan ayaklar artık çekmişler isyan bayrağını, grevden öte bir direnişe girişmişler.
„Gençlik yıllarımda 130 kilodan aşağıya indiğimi pek anımsamıyorum“ diye anlatmıştı önceki günlerin birinde oda arkadaşım Milorad.“Düşün bir kere; 130 kiloluk bir gövde, az hareket, şişeler dolusu votka-kola, sonra dumanlı barlarda geceler boyu sabahlara kadar trompete nefes üflemek.. Yaklaşık on yıldır da günde 6 saat bilgisayarın başında oturmak.. Ne yapsın buna ayaklar, değil mi? Japonya’yı, Rusya’yı, Lübnan’ı, Amerika’yı gördü bu ayaklar. Beni o topraklarda gençliğin sevinciyle gezdirdiler. Avrupa’nın en ücra köşelerini karış karış dolaştırdıklarını saymıyorum. Hiç acımadım ayaklarıma, şimdi de onlar bana acımıyorlar.“
Uyandırmaktan korktuğum oda arkadaşım, yaşlanan insanların çocuklaşmasının güzel bir örneği. Eşi Rosa ziyaretine gelince hiç yürüyemiyor Milorad. Naz yapıyor, mızmızlanıyor, sesini sıtma tutuyor, koltuk değneklerini kullanıyor. Rosa gidince koltuk değneksiz yürüyor tavalete kadar, bazen balkona bile çıkıyor. Milorad’a inat ipincecik, yaşlı olmasına karşın fidan gibi dik, neşeli, nazik bir kadın Rosa. Milorad’a çocuğu gibi bakıyor.
Mide kanaması bulgusuyla hastaneye götürüldüğüm zaman işlemler uzun sürünce hemşire; „Sizi koridorda çok beklettik, kendimizi affettirmek için güzel bir oda veriyoruz size, özür dileriz“ diyerek beni Milorad’ın yattığı balkonlu odaya götürdü. Koskoca hastanede sadece 10 oda balkonlu. Milorad beni sevinçle karşıladı; „Umarım konuşmaktan rahatsız olmuyorsunuzdur, günlerdir yalnızlıktan canım çıktı burada“ dedi. Sonra bir daha bana „Siz“ diye seslenmedi.
Uyuyamayacağımı anlayınca balkona çıkıp sigaramı yaktım. Balkonda sigaramı içerken dolunaya baktım yeniden. Milorad; „Hem kanama geçiriyorsun, hem dakika başı sigara içiyorsun, olacak iş mi, doktorlar görürse..“ diye eleştirmişti beni. Ona sigaranın tüm zararlarını bilmeme karşın yaşamımda onun kadar iyi bir dost bulamadığımı, arada bir de rakı içtiğimi, bu nedenle bazı aklı sivrilerin hastalığıma bir türlü inanmadıklarını, ilgi çekmek için hasta gibi dolaştığımı düşündüklerini söyleyememiştim.
Uykumun geleceği yok. İkinci sigaramı yaktım. Uyuyamıyorum, midem ağrıyor, kulaklarım uğulduyor ve dolunay inadına gülüyor.
Gerçekten beni rahatsız eden dolunay mı? Bilim adamlarının ileri sürdükleri elektriklenme neden bende oluyor da Milorad’da olmuyor? Dolunay benden ne istiyor? Akraba değiliz, arkadaş değiliz, hiç dost olmadık. Aramızda alacak-verecek davası yok, üzerine ilk çıkan insan ben değilim, çevresinde dönen uzay araçlarını ben göndermedim, neden bu askıntı?
Sigaramın dumanını dolunaya doğru üfledim. Gülümsedi bana ay, belki de „Üfle hergele, çek dumanı iyice, donunun tablası sararıncaya kadar çek“ dedi.
Odaya geri döndüm, Milorad birden uyandı. „İyi misiniz“ diye sordum. „Sanıyorum şekerim düştü“ dedi.
Kandaki şekerin azı da kötü, çoğu da. 80 rakamını tutturmak gerek. Sivri uçlarda duran kan şekeri adamı komalık edebiliyor.
„Hemşireyi çağırayım mı“ diye sordum. „Hayır, ben çağırırım“ dedi Milorad. Yatağın yanındaki kırmızı düğmeye basarken; „Bir kere de ben basayım şu kırmızı düğmeye yaşamda“ dedi gülerek.
Hemşire anında geldi ve „Bir şey mi oldu“ diye sordu.
„Sanıyorum şekerim düştü“ dedi Milorad.
„Sakin olun, heyecanlanmayın. Şimdi anlarız“ diyerek çıktı hemşire odadan. Az sonra elinde bir aletle geldi. Milorad’ın kanı küçücük aletin üzerinde rakamlara dönüştü ve hemşire; „Haklısınız, 77’ye düşmüş“ dedi.
„Kanımı iyi tanırım“ dedi Milorad, „Annemin karnından beri birlikte yaşıyoruz.“
Hemşire gülerek bir iğne yaptı, iyi geceler dileyip gitti.
„Ölümden korkmuyorum“ dedi Milorad, „Yemin olsun ölümden korkmuyorum. Belki inanmayacaksın ama daha önce 3 kez denedim kendimi öldürmeyi. Millet benimle dalga geçer oldu. İntiharkolik dediler. Aslında amacımın kendimi öldürmek olmadığını, dikkati çekmek istediğimi, kendimi yaşamın merkezine oturttuğumu falan söylediler. Kızdım, trompete iyi üfleyemediğim bir gece iki şişe votkadan sonra kırk tane uyku hapı içip yattım. Bir ara gözlerimi açtım, başucumda Rosa duruyordu. Yeni tanışmıştık Rosa’yla o günlerde. Onu görünce hangi günde olduğumuzu sordum hemen. Söyledi. 2 gün uyumuşum. Hırsla fırladım yataktan, hayvaan, yine beceremedin diye bağırdım. Rosa; ‚Öyle derin uyuyordun ki uyandırmaya kıyamadım‘ dedi. Şimdi ölmedim, yaşıyorum. Yani yaşadım yaşayacağım kadar, insanlar için zaten bir ölüyüm artık. Her şeyden muradımı aldım, yapabildiğim kadar delilik yaptım. Ölüm bir sinek kadar önem taşımıyor benim için. Sadece eşim için üzülüyorum. Ölürsem iyice yalnız kalacak Rosa.“
Milorad; „Yıllar önce Almanya’ya kariyer yapmak için geldim“ dedi, konuşmayı sürdürme isteğiyle dolu bir sesle. „Yugoslavya’da doğdum ben. Orada geçti ilk gençlik yıllarım. İstediğime ulaştım diyebilirim; okumadım, müzisyen oldum. Yugoslavya’da 25 yaşımda birinci trompettim. Ama ayda en fazla 200 Mark kazanabiliyordum. Buraya gelince tanınmamış biri olmama karşın gecede 1500 Mark kazandığım günler oldu. Çevremde insan doluydu. Gençliğimi hovarda, avare, canımın çektiği gibi yaşadım. Paris’te bir Türk kadınını sevdim. Bir barda dansözdü. Zühre Songün’dü adı. Sözcüğün tam anlamıyla kadındı. Sonra öldürdüler onu. Sanıyorum kadın satıcılarının kurbanı oldu. 30 yıldır Rosa’yla birlikteyim. Şimdi sadece 2 kişi kaldık dünyada. Yaşlanınca insanlar kayboldu birden. Artık ben de kimseyi davet etmiyorum evime.
Biliyor musun, insanlar seni iki nedenden dolayı sorarlar: İyiysen kendilerini neden arayıp sormadığını, neden davet etmediğini merak ederler. Başarısız ya da hastaysan seninle alay etmek, dedikodu konusu olarak kullanmak, ezmek isterler. Değilse sen kimseyi zerre kadar ilgilendirmezsin.
Tanıdığım bir şair şöyle bir şiir yazmıştı hastaneye düşünce:
„Hüzünle seslendi kadın
Yatıyorsun 10 gündür
Kimse gelmedi
Güldü ve üzülme dedi adam
Onlar beni severler
Bak göreceksin
Ölünce gelecekler!”
Deli, dolu yaşadığım o günlerde şairi karamsarlıkla suçlamıştım, ama bu şiir benim durumumu anlatıyor şimdi. Günlerdir buradayım, Rosa’dan başka gelen olmadı.”
Hiç bir şey söylemedim Milorad’a. Milorad kendi iç dünyasına daldı. İçinden birileriyle söyleşiyormuş gibi yüzü gerildi. O anda hemşire elinde küçük bir şişeyle içeriye girdi, şişeyi Milorad’a uzatıp; “Bunun içine sidiğinizi koyun” dedi ve “Ama önce temizlenin” diye ekledi.
Milorad yatağında doğrulurken; “Anlayamadım” dedi hemşireye, “Temizlenmeli miyim?”
“Yani önce penisinizi yıkayın!”
“Her zaman yıkıyorum!”
“Bazıları derinin altını yıkamıyor, sonra test doğru çıkmıyor!”
“Olabilir, ben yıkıyorum.”
“İyi, tamam. Şişenin içini ellemeyin sakın!”
“Şişenin içini mi? Olur, ellemem.!”
Gülmekten çatlamak üzereydim. Oda arkadaşım 75 yıllık yaşamında kaç kez idrar örneği verdi, bilmiyorum ama dalga geçmedi hemşireyle. Sadece „Biraz aptal görünüyorum değil mi hemşire“ dedi.
„Öyle bir imada bulunmadım, özür dilerim“ dedi hemşire.
„Boş verin, önemli değil. Uyarılarınız için teşekkürler“ dedi Milorad.
Hemşire kaçarcasına çıktı odadan. Milorad benim güldüğümü görmüştü. Gülümseyerek; „Biliyorum bana hakaret etmedi“ dedi. „Bu çocuk iyi bir çocuk. Daha yirmi yaşında, iyi bir hemşire olacak, sert bir hemşire!“
Milorad ağın ağır kalktı yatağından, koltuk değneğini almadan tuvalete gitti, az sonra elinde yarısı dolu şişeyle geri geldi. Yatağına uzanırken; „Yıllar önce Belgrad’da dalağımdan 14 taş çıkardı doktorlar“ dedi. „Dalakta taş olur mu, dedim, oluyormuş. Karnımda tam 22 santimlik bir yara izi kaldı o ameliyattan. Haftalarca yattım hastanede. Ameliyattan sonra uyanınca başucumda bir rahibin dua mırıldandığını gördüm. Parmağımı adamın gözüne sokar gibi salladım ve hayır peder diye fısıldadım, şimdi gelmeyeceğim, siz rahatlıkla ruhlarınızın yanına dönebilirsiniz, bir kaç parça daha bestelemek zorundayım. O günden bu güne 50 yıldır bekliyor adam beni.
Hastaneden çıkacağım gün doktor; ‚Bizi unutmazsınız artık. Size 22 santimlik bir hatıra bıraktık ‚ dedi. Az kalsın fırlayıp gırtlağını sıkacaktım hergelenin. Burada hemşireler gerçekten çok saygılılar insanlara.“
Milorad konuşmaya başladığı hızla sustu. Uyumak istediği belliydi. Yeni bir soruyla onu rahatsız etmedim, sigara paketini alıp yeniden balkona çıktım ve dolunayın gözünün içine baka baka yaktım sigaramı.
Hemşirenin; „Günaydın, kahvaltı“ sözüyle uyandım. Milorad gülümseyerek bakıyordu. „Günaydın, nasılsınız“ dedim. „Şeker yükseldi, iyiyim, sen iyi uyuyamadın gece“ dedi Milorad.
„Dolunay“ dedim.
„Bazılarında öyle oluyor. Bana bir şey yapmıyor dolunay. Dolunayın altında yapılan düğünlerde olayların çıkması da ilginç değil mi? Bak sana dolunayda yapılan bir düğün fıkrası anlatayım bizim oradan.
Düğünün birinde tam eğlencenin ortasında adamın biri sahneye fırlayıp; ‘Heyyy, dinleyin, haberler kötü’ diye bağırır. ‘İçki bitti, düğün de bitti. Ayrıca hergelenin biri mutfakta gelinin işini bitirdi.’
Davetliler homurdanır, dolunayda düğün yapılmasının yanlışlığını tartışmaya başlarlar. O sırada başka bir adam fırlar sahneye ve ‘Müjde millet, haberler iyi’ diye bağırır. ‘Düğün sahibi yeni içki getirtti. Daha güzeli gelini mutfakta düzen hergele özür diledi.’
“Şimdi politikacılar da böyle” diyerek konuşmasını sürdürdü Milorad, ama gülmekten kafamı sallamanın ötesinde bir yanıt veremedim. O da güldü; “Evet, politikacılar böyle şimdi” dedi yeniden. “Önce milletin işini bitiriyor, sonra özür diliyorlar ve halk sevinç içinde eğlenmeye devam ediyor.
Bir şair arkadaşım ülkemizdeki bir yönetici için şöyle yazmıştı yıllar once:
“Bu günlerde bir alem millet
Eskiyi boyayıp yeni sayıyor
Memleketin tepesinde bir illet
Kendini her derde derman sanıyor.”
Gülmekten midem yırtılacak, bir ağrı girdi sol yanıma, kıpırdayamıyorum, ama gülme kesilmiyor. Gözlerimden yaş boşandı, su şişesine ve ilaç kutusuna aynı anda uzandım, bir hap aldım, bir yudum su içtim, ağrı canıma okuyor, Milorad hiç bir şeyin ayırdında değil, anlatıyor.
„Ne güzel gülüyorsun sen. Bak bir fıkra daha anlatayım sana. Belgrad’da köprüden geçen biri; ‘İmdaaat, kurtarın, boğuluyorum’ diye bir ses duymuş, köprünün korkuluklarından eğilip aşağıya bakınca, köprünün ayağına sarılmış bir adam görmüş. Adam kendisine bakıldığını görünce daha hızlı ‘İmdaaat, kurtarın’ diye haykırmış.
Köprünün üzerindeki adam iyice eğilip; ‚Hey sen, aşağıdaki, Rusça biliyor musun‘ demiş. Azgın sulara kapıldı, kapılacak adam; ‚Da, da, biliyorum, biliyorum‘ demiş. Köprünün üzerindeki adam yoluna devam ederken; ‚Hergele“ demiş, ‚Rusça öğreneceğine yüzme öğrenseydin ya!‘
Biliyor musun bu fıkrayı gençliğimde kahvehanede arkadaşlarıma anlattığım zaman Belgrad’da 23 yaşında bir müzisyendim ve sosyalizmin siyasi polisleri beni tutukladılar. 4 günlük sorgudan sonra yakamı kurtarabildim. Suçum Sovyetler Birliği’ne fıkra yoluyla hakaret etmekmiş.“
Bağıracağım artık. Mide ağrısından geberiyor ve ağız dolusu gülüyorum. Ama Milorad fıkralarını beğendiğim için-elbette beğendim- gözlerimden yaş geldiğini düşünmüş olmalı, yeni bir fıkraya başladı hemen.
„Derebeyinin biri ortasında gizli küçük bir giyotin bulunan bir bekaret kemerini eşine taktıktan sonra anahtarı cebine koyup uzun sürecek bir savaşa gitmiş. Aylar sonra geri döndüğünde şatodaki erkeklerin kiminin cinsel organının olmadığını, kiminin parmağının kesildiğini, sadece bir delikanlının sağlam kaldığını görmüş ve ‚Hayvanlar‘ diye bağırmış, ‚Bu genç delikanlıdan başka hepiniz karımı kullandınız, bana ihanet ettiniz. Bu delikanlıyı kendime vekil tayin ediyorum.‘
Delikanlı teşekkür etmek için ağzını açmış ve derebeyi o ağızda bir dil olmadığını görünce bayılmış..“
Birden bağırdım! Hayır, bağırmadım, korkunç bir biçimde uluyarak yataktan fırladım. Ağzımdan kan boşaldı. Yatağın yanındaki küçük masanın üzerinde duran kahvaltı tepsisine çarptım, tepsi tepetaklak yuvarlandı. Her şey bir yana, ben bir yana yuvarlandık. Milorad yaşamında 2. kez kırmızı düğmeye bastı ve anında hemşireler doluştular odaya. Uyandığımda vücudumun her yanından kablolar sarkıyordu.
Milorad üzgün üzgün; „Saatlerdir ameliyat odasındaydın. Çok mu ağrıyor“ diye sordu. Midem yeniden kanamış..
„Hayır“ dedim, „Ağrımıyor!“
„Beni de birkaç kez böyle kablolarla sardılar“ dedi Milorad. „Askerde dizanteri geçirdim. Ölümden döndüm diyebilirim. Aynı fıkradaki gibi..“
Kesin öldürecek bu adam beni, kararlı. Anlatma diyemiyorum. Anlatmak istiyorsa anlatsın, bir insanın konuşmasının önüne geçmek kadar kötü bir şey yok bana göre. Bırak konuşsun, bırak içini boşaltsın, sonra bağıracaksan bağır derim hep. Ama ge-be-ri-yo-rum..!
„Kadının biri doktora gitmiş“ diyerek başladı Milorad yeni fıkraya. ‚Kocam çekindi, gelemedi doktor‘ demiş kadın. ‚Tam 10 gündür tuvalete gidemiyor kocam.‘
Doktor, kadına bir hap verip, dikkat edin, demiş, bu hapın sadece yarısını vereceksiniz, tamı kesinlikle öldürür.
Aradan günler geçmiş, doktor bir gün çarşıda siyahlar içinde bir kadın görmüş ve affedersiniz demiş, siz o gün kocası için gelen kadın değil misiniz? Nasıl oldu kocanız. ‚Öldü‘ demiş kadın, ‚Ama anlayamadım doktor, 3 gün oldu öleli, hala sıçıyor!‘
Ben de askerde öyle olmuştum, dizanteriye yakalanınca..“
Yatağın yanında duran makine acele acele biplemele başladı, hemşire anında girdi odaya, benim kahkahayla kıvrandığımı görünce şaşkın şaşkın baktı ve Milorad’a; „Güldürmeyin“ dedi, „Lütfen konuşturmayın!“
„O konuşmuyor ki, ben konuşuyorum“ dedi Milorad, sonra azarlanmış bir çocuk gibi uzandı yatağına.
Gece dolunayı umursamadan, uyuşturucu ilaçların etkisiyle derin bir uykuya daldım. Uyandığımda makinenin sesi normaldi ve ağrılar yok olmuştu. Milorad uyandığımı görünce; „Gece çok güzel uyudun“ dedi. „Seni seyrettim gece boyunca. Yıllardır böyle bir uyku görmedi gözlerim. Hep geceleri çalıştığım için gündüz uykusuyla yetinmek zorunda kaldım. Şimdi ise uyuyamıyorum.“
Yeni bir fıkra anlatacak diye korktum, ama Milorad „10 yaşımdaydım“ dedi, „Almanlar Yugoslavya’ya geldikleri zaman Yugoslavya’nın ünlü bir gazetecisi ‚Bu gün dünyanın en güzel, en muazzam günü‘ diye yazdı. O gün güzel sözcüğü tüm anlamını yitirdi benim için. Savaştan sonra babam o güne kadar bizim için güzel olan her şeyi terkedip, bir dağın eteğine çekildi. Yıllar sonra gittim o eve, üç gün uyuyamadım. Sessizlik korkunçtu. Derin, dipsiz, sınırsız sessizlik uyutmuyordu beni. Çok ama çok uzaklardan geçen bir uçağın sinek vızıltısına benzeyen sesi bile güzeldi benim için. Gürültü güzeldi, insan sesleri, barların uğultusu, sarhoş çığırtıları.. Bir müzisyen olarak sadece rüzgarın, ağaçların ve sesizliğin sesiyle yetinmem olanaksızdı. O evi hiç sevmedim, oysa o evde yaşamak isterdi milyonlarca insan. Babamdan uzaklaştım, çünkü o da insanlardan uzaklaşmıştı.“
Birden yoğun bir hüzün çöktü yüzüne Milorad’ın, gözleri yaşardı. İçini derinderin çekip; „Ama nerede o insanlar şimdi“ dedi, „Hepsi kayboldu. Hiç biri gelmedi ziyaretime. Rosa olmasa çıldırabilirdim.“
Milorad’a „Beni de kimse ziyaret etmedi“ diyemedim. Rosa kendisinden söz edildiğini biliyormuş gibi girdi odaya. Gülümsüyordu. Beni kabloların içinde görünce, üzgün bir sesle; „İyi misiniz“ diye sordu.
„İyi, iyi“ dedi Milorad, „Kaçmasın, balkona çıkıp sigara içmesin diye bağladılar!“
Benden önce taburcu oldu Milorad. Giderken; „Oh be, nihayet eve gidiyorum“ dedi. „Günlerdir ekmek, peynir, salata verip açlıktan geberttiler beni. Rosa bol yağlı, bol soğanlı bir Osmanlı köftesi, etli yaprak sarması, bir de İtalyan pizzası yapacak bana. Ayrıca hakiki domates çorbası..“
Ağzıma dolan acı suyu yutkundum ve ona düşüp- kalkan şekerini anımsatmadım. 75 yaşında, ha öldü ha ölecek, sevdiği yemekleri şimdi yemeyip de ne zaman yiyecek adam? Zaten doktor da Rosa’ya; ‚İstediğini yiyebilir‘ demiş.
Ben mi? Elbette çıktım hastahaneden ve „Yeni bir kanama istemiyorsanız mutlaka diyet yapmalısınız“ diyen doktorların ve „Hani ölecekti, ne zaman ölecek“ diye merakla bekleyen ‚Sevenlerimin‘ inadına, „Bir gün daha fazla yaşamak için“ değil, yaşadığım günün tadına varabilmek için istediğimi istediğim zaman yiyip içiyorum
Yatakta sağa-sola dönmeyi denerken kediden daha sessiz olmak zorundayım. Oda arkadaşım kedisinin yürüyüşünü bile duyabildiğini söylemişti daha önce. Onu rahatsız etmemeliyim. Zorlukla uykuya dalıyor adam.
Oda arkadaşım Milorad 75 yaşında. 195 santimlik boyuna uygun 120 kiloluk bir gövde, şiş bir göbek, asker traşlı, ak saçlı koca bir kafa, sarı bir yüz Milorad. Ayak bileklerinden ayak parmaklarına kadar kıpkırmızı bir şişlik en önemli sorunu. Damacana gövdesine dönmüş iki ayağının üzerine basarak rahatlıkla yürüyemediği için sık uzaklaşamıyor yatağından, yarı yatalak. Yıllarca o koca gövdeyi taşıyan ayaklar artık çekmişler isyan bayrağını, grevden öte bir direnişe girişmişler.
„Gençlik yıllarımda 130 kilodan aşağıya indiğimi pek anımsamıyorum“ diye anlatmıştı önceki günlerin birinde oda arkadaşım Milorad.“Düşün bir kere; 130 kiloluk bir gövde, az hareket, şişeler dolusu votka-kola, sonra dumanlı barlarda geceler boyu sabahlara kadar trompete nefes üflemek.. Yaklaşık on yıldır da günde 6 saat bilgisayarın başında oturmak.. Ne yapsın buna ayaklar, değil mi? Japonya’yı, Rusya’yı, Lübnan’ı, Amerika’yı gördü bu ayaklar. Beni o topraklarda gençliğin sevinciyle gezdirdiler. Avrupa’nın en ücra köşelerini karış karış dolaştırdıklarını saymıyorum. Hiç acımadım ayaklarıma, şimdi de onlar bana acımıyorlar.“
Uyandırmaktan korktuğum oda arkadaşım, yaşlanan insanların çocuklaşmasının güzel bir örneği. Eşi Rosa ziyaretine gelince hiç yürüyemiyor Milorad. Naz yapıyor, mızmızlanıyor, sesini sıtma tutuyor, koltuk değneklerini kullanıyor. Rosa gidince koltuk değneksiz yürüyor tavalete kadar, bazen balkona bile çıkıyor. Milorad’a inat ipincecik, yaşlı olmasına karşın fidan gibi dik, neşeli, nazik bir kadın Rosa. Milorad’a çocuğu gibi bakıyor.
Mide kanaması bulgusuyla hastaneye götürüldüğüm zaman işlemler uzun sürünce hemşire; „Sizi koridorda çok beklettik, kendimizi affettirmek için güzel bir oda veriyoruz size, özür dileriz“ diyerek beni Milorad’ın yattığı balkonlu odaya götürdü. Koskoca hastanede sadece 10 oda balkonlu. Milorad beni sevinçle karşıladı; „Umarım konuşmaktan rahatsız olmuyorsunuzdur, günlerdir yalnızlıktan canım çıktı burada“ dedi. Sonra bir daha bana „Siz“ diye seslenmedi.
Uyuyamayacağımı anlayınca balkona çıkıp sigaramı yaktım. Balkonda sigaramı içerken dolunaya baktım yeniden. Milorad; „Hem kanama geçiriyorsun, hem dakika başı sigara içiyorsun, olacak iş mi, doktorlar görürse..“ diye eleştirmişti beni. Ona sigaranın tüm zararlarını bilmeme karşın yaşamımda onun kadar iyi bir dost bulamadığımı, arada bir de rakı içtiğimi, bu nedenle bazı aklı sivrilerin hastalığıma bir türlü inanmadıklarını, ilgi çekmek için hasta gibi dolaştığımı düşündüklerini söyleyememiştim.
Uykumun geleceği yok. İkinci sigaramı yaktım. Uyuyamıyorum, midem ağrıyor, kulaklarım uğulduyor ve dolunay inadına gülüyor.
Gerçekten beni rahatsız eden dolunay mı? Bilim adamlarının ileri sürdükleri elektriklenme neden bende oluyor da Milorad’da olmuyor? Dolunay benden ne istiyor? Akraba değiliz, arkadaş değiliz, hiç dost olmadık. Aramızda alacak-verecek davası yok, üzerine ilk çıkan insan ben değilim, çevresinde dönen uzay araçlarını ben göndermedim, neden bu askıntı?
Sigaramın dumanını dolunaya doğru üfledim. Gülümsedi bana ay, belki de „Üfle hergele, çek dumanı iyice, donunun tablası sararıncaya kadar çek“ dedi.
Odaya geri döndüm, Milorad birden uyandı. „İyi misiniz“ diye sordum. „Sanıyorum şekerim düştü“ dedi.
Kandaki şekerin azı da kötü, çoğu da. 80 rakamını tutturmak gerek. Sivri uçlarda duran kan şekeri adamı komalık edebiliyor.
„Hemşireyi çağırayım mı“ diye sordum. „Hayır, ben çağırırım“ dedi Milorad. Yatağın yanındaki kırmızı düğmeye basarken; „Bir kere de ben basayım şu kırmızı düğmeye yaşamda“ dedi gülerek.
Hemşire anında geldi ve „Bir şey mi oldu“ diye sordu.
„Sanıyorum şekerim düştü“ dedi Milorad.
„Sakin olun, heyecanlanmayın. Şimdi anlarız“ diyerek çıktı hemşire odadan. Az sonra elinde bir aletle geldi. Milorad’ın kanı küçücük aletin üzerinde rakamlara dönüştü ve hemşire; „Haklısınız, 77’ye düşmüş“ dedi.
„Kanımı iyi tanırım“ dedi Milorad, „Annemin karnından beri birlikte yaşıyoruz.“
Hemşire gülerek bir iğne yaptı, iyi geceler dileyip gitti.
„Ölümden korkmuyorum“ dedi Milorad, „Yemin olsun ölümden korkmuyorum. Belki inanmayacaksın ama daha önce 3 kez denedim kendimi öldürmeyi. Millet benimle dalga geçer oldu. İntiharkolik dediler. Aslında amacımın kendimi öldürmek olmadığını, dikkati çekmek istediğimi, kendimi yaşamın merkezine oturttuğumu falan söylediler. Kızdım, trompete iyi üfleyemediğim bir gece iki şişe votkadan sonra kırk tane uyku hapı içip yattım. Bir ara gözlerimi açtım, başucumda Rosa duruyordu. Yeni tanışmıştık Rosa’yla o günlerde. Onu görünce hangi günde olduğumuzu sordum hemen. Söyledi. 2 gün uyumuşum. Hırsla fırladım yataktan, hayvaan, yine beceremedin diye bağırdım. Rosa; ‚Öyle derin uyuyordun ki uyandırmaya kıyamadım‘ dedi. Şimdi ölmedim, yaşıyorum. Yani yaşadım yaşayacağım kadar, insanlar için zaten bir ölüyüm artık. Her şeyden muradımı aldım, yapabildiğim kadar delilik yaptım. Ölüm bir sinek kadar önem taşımıyor benim için. Sadece eşim için üzülüyorum. Ölürsem iyice yalnız kalacak Rosa.“
Milorad; „Yıllar önce Almanya’ya kariyer yapmak için geldim“ dedi, konuşmayı sürdürme isteğiyle dolu bir sesle. „Yugoslavya’da doğdum ben. Orada geçti ilk gençlik yıllarım. İstediğime ulaştım diyebilirim; okumadım, müzisyen oldum. Yugoslavya’da 25 yaşımda birinci trompettim. Ama ayda en fazla 200 Mark kazanabiliyordum. Buraya gelince tanınmamış biri olmama karşın gecede 1500 Mark kazandığım günler oldu. Çevremde insan doluydu. Gençliğimi hovarda, avare, canımın çektiği gibi yaşadım. Paris’te bir Türk kadınını sevdim. Bir barda dansözdü. Zühre Songün’dü adı. Sözcüğün tam anlamıyla kadındı. Sonra öldürdüler onu. Sanıyorum kadın satıcılarının kurbanı oldu. 30 yıldır Rosa’yla birlikteyim. Şimdi sadece 2 kişi kaldık dünyada. Yaşlanınca insanlar kayboldu birden. Artık ben de kimseyi davet etmiyorum evime.
Biliyor musun, insanlar seni iki nedenden dolayı sorarlar: İyiysen kendilerini neden arayıp sormadığını, neden davet etmediğini merak ederler. Başarısız ya da hastaysan seninle alay etmek, dedikodu konusu olarak kullanmak, ezmek isterler. Değilse sen kimseyi zerre kadar ilgilendirmezsin.
Tanıdığım bir şair şöyle bir şiir yazmıştı hastaneye düşünce:
„Hüzünle seslendi kadın
Yatıyorsun 10 gündür
Kimse gelmedi
Güldü ve üzülme dedi adam
Onlar beni severler
Bak göreceksin
Ölünce gelecekler!”
Deli, dolu yaşadığım o günlerde şairi karamsarlıkla suçlamıştım, ama bu şiir benim durumumu anlatıyor şimdi. Günlerdir buradayım, Rosa’dan başka gelen olmadı.”
Hiç bir şey söylemedim Milorad’a. Milorad kendi iç dünyasına daldı. İçinden birileriyle söyleşiyormuş gibi yüzü gerildi. O anda hemşire elinde küçük bir şişeyle içeriye girdi, şişeyi Milorad’a uzatıp; “Bunun içine sidiğinizi koyun” dedi ve “Ama önce temizlenin” diye ekledi.
Milorad yatağında doğrulurken; “Anlayamadım” dedi hemşireye, “Temizlenmeli miyim?”
“Yani önce penisinizi yıkayın!”
“Her zaman yıkıyorum!”
“Bazıları derinin altını yıkamıyor, sonra test doğru çıkmıyor!”
“Olabilir, ben yıkıyorum.”
“İyi, tamam. Şişenin içini ellemeyin sakın!”
“Şişenin içini mi? Olur, ellemem.!”
Gülmekten çatlamak üzereydim. Oda arkadaşım 75 yıllık yaşamında kaç kez idrar örneği verdi, bilmiyorum ama dalga geçmedi hemşireyle. Sadece „Biraz aptal görünüyorum değil mi hemşire“ dedi.
„Öyle bir imada bulunmadım, özür dilerim“ dedi hemşire.
„Boş verin, önemli değil. Uyarılarınız için teşekkürler“ dedi Milorad.
Hemşire kaçarcasına çıktı odadan. Milorad benim güldüğümü görmüştü. Gülümseyerek; „Biliyorum bana hakaret etmedi“ dedi. „Bu çocuk iyi bir çocuk. Daha yirmi yaşında, iyi bir hemşire olacak, sert bir hemşire!“
Milorad ağın ağır kalktı yatağından, koltuk değneğini almadan tuvalete gitti, az sonra elinde yarısı dolu şişeyle geri geldi. Yatağına uzanırken; „Yıllar önce Belgrad’da dalağımdan 14 taş çıkardı doktorlar“ dedi. „Dalakta taş olur mu, dedim, oluyormuş. Karnımda tam 22 santimlik bir yara izi kaldı o ameliyattan. Haftalarca yattım hastanede. Ameliyattan sonra uyanınca başucumda bir rahibin dua mırıldandığını gördüm. Parmağımı adamın gözüne sokar gibi salladım ve hayır peder diye fısıldadım, şimdi gelmeyeceğim, siz rahatlıkla ruhlarınızın yanına dönebilirsiniz, bir kaç parça daha bestelemek zorundayım. O günden bu güne 50 yıldır bekliyor adam beni.
Hastaneden çıkacağım gün doktor; ‚Bizi unutmazsınız artık. Size 22 santimlik bir hatıra bıraktık ‚ dedi. Az kalsın fırlayıp gırtlağını sıkacaktım hergelenin. Burada hemşireler gerçekten çok saygılılar insanlara.“
Milorad konuşmaya başladığı hızla sustu. Uyumak istediği belliydi. Yeni bir soruyla onu rahatsız etmedim, sigara paketini alıp yeniden balkona çıktım ve dolunayın gözünün içine baka baka yaktım sigaramı.
Hemşirenin; „Günaydın, kahvaltı“ sözüyle uyandım. Milorad gülümseyerek bakıyordu. „Günaydın, nasılsınız“ dedim. „Şeker yükseldi, iyiyim, sen iyi uyuyamadın gece“ dedi Milorad.
„Dolunay“ dedim.
„Bazılarında öyle oluyor. Bana bir şey yapmıyor dolunay. Dolunayın altında yapılan düğünlerde olayların çıkması da ilginç değil mi? Bak sana dolunayda yapılan bir düğün fıkrası anlatayım bizim oradan.
Düğünün birinde tam eğlencenin ortasında adamın biri sahneye fırlayıp; ‘Heyyy, dinleyin, haberler kötü’ diye bağırır. ‘İçki bitti, düğün de bitti. Ayrıca hergelenin biri mutfakta gelinin işini bitirdi.’
Davetliler homurdanır, dolunayda düğün yapılmasının yanlışlığını tartışmaya başlarlar. O sırada başka bir adam fırlar sahneye ve ‘Müjde millet, haberler iyi’ diye bağırır. ‘Düğün sahibi yeni içki getirtti. Daha güzeli gelini mutfakta düzen hergele özür diledi.’
“Şimdi politikacılar da böyle” diyerek konuşmasını sürdürdü Milorad, ama gülmekten kafamı sallamanın ötesinde bir yanıt veremedim. O da güldü; “Evet, politikacılar böyle şimdi” dedi yeniden. “Önce milletin işini bitiriyor, sonra özür diliyorlar ve halk sevinç içinde eğlenmeye devam ediyor.
Bir şair arkadaşım ülkemizdeki bir yönetici için şöyle yazmıştı yıllar once:
“Bu günlerde bir alem millet
Eskiyi boyayıp yeni sayıyor
Memleketin tepesinde bir illet
Kendini her derde derman sanıyor.”
Gülmekten midem yırtılacak, bir ağrı girdi sol yanıma, kıpırdayamıyorum, ama gülme kesilmiyor. Gözlerimden yaş boşandı, su şişesine ve ilaç kutusuna aynı anda uzandım, bir hap aldım, bir yudum su içtim, ağrı canıma okuyor, Milorad hiç bir şeyin ayırdında değil, anlatıyor.
„Ne güzel gülüyorsun sen. Bak bir fıkra daha anlatayım sana. Belgrad’da köprüden geçen biri; ‘İmdaaat, kurtarın, boğuluyorum’ diye bir ses duymuş, köprünün korkuluklarından eğilip aşağıya bakınca, köprünün ayağına sarılmış bir adam görmüş. Adam kendisine bakıldığını görünce daha hızlı ‘İmdaaat, kurtarın’ diye haykırmış.
Köprünün üzerindeki adam iyice eğilip; ‚Hey sen, aşağıdaki, Rusça biliyor musun‘ demiş. Azgın sulara kapıldı, kapılacak adam; ‚Da, da, biliyorum, biliyorum‘ demiş. Köprünün üzerindeki adam yoluna devam ederken; ‚Hergele“ demiş, ‚Rusça öğreneceğine yüzme öğrenseydin ya!‘
Biliyor musun bu fıkrayı gençliğimde kahvehanede arkadaşlarıma anlattığım zaman Belgrad’da 23 yaşında bir müzisyendim ve sosyalizmin siyasi polisleri beni tutukladılar. 4 günlük sorgudan sonra yakamı kurtarabildim. Suçum Sovyetler Birliği’ne fıkra yoluyla hakaret etmekmiş.“
Bağıracağım artık. Mide ağrısından geberiyor ve ağız dolusu gülüyorum. Ama Milorad fıkralarını beğendiğim için-elbette beğendim- gözlerimden yaş geldiğini düşünmüş olmalı, yeni bir fıkraya başladı hemen.
„Derebeyinin biri ortasında gizli küçük bir giyotin bulunan bir bekaret kemerini eşine taktıktan sonra anahtarı cebine koyup uzun sürecek bir savaşa gitmiş. Aylar sonra geri döndüğünde şatodaki erkeklerin kiminin cinsel organının olmadığını, kiminin parmağının kesildiğini, sadece bir delikanlının sağlam kaldığını görmüş ve ‚Hayvanlar‘ diye bağırmış, ‚Bu genç delikanlıdan başka hepiniz karımı kullandınız, bana ihanet ettiniz. Bu delikanlıyı kendime vekil tayin ediyorum.‘
Delikanlı teşekkür etmek için ağzını açmış ve derebeyi o ağızda bir dil olmadığını görünce bayılmış..“
Birden bağırdım! Hayır, bağırmadım, korkunç bir biçimde uluyarak yataktan fırladım. Ağzımdan kan boşaldı. Yatağın yanındaki küçük masanın üzerinde duran kahvaltı tepsisine çarptım, tepsi tepetaklak yuvarlandı. Her şey bir yana, ben bir yana yuvarlandık. Milorad yaşamında 2. kez kırmızı düğmeye bastı ve anında hemşireler doluştular odaya. Uyandığımda vücudumun her yanından kablolar sarkıyordu.
Milorad üzgün üzgün; „Saatlerdir ameliyat odasındaydın. Çok mu ağrıyor“ diye sordu. Midem yeniden kanamış..
„Hayır“ dedim, „Ağrımıyor!“
„Beni de birkaç kez böyle kablolarla sardılar“ dedi Milorad. „Askerde dizanteri geçirdim. Ölümden döndüm diyebilirim. Aynı fıkradaki gibi..“
Kesin öldürecek bu adam beni, kararlı. Anlatma diyemiyorum. Anlatmak istiyorsa anlatsın, bir insanın konuşmasının önüne geçmek kadar kötü bir şey yok bana göre. Bırak konuşsun, bırak içini boşaltsın, sonra bağıracaksan bağır derim hep. Ama ge-be-ri-yo-rum..!
„Kadının biri doktora gitmiş“ diyerek başladı Milorad yeni fıkraya. ‚Kocam çekindi, gelemedi doktor‘ demiş kadın. ‚Tam 10 gündür tuvalete gidemiyor kocam.‘
Doktor, kadına bir hap verip, dikkat edin, demiş, bu hapın sadece yarısını vereceksiniz, tamı kesinlikle öldürür.
Aradan günler geçmiş, doktor bir gün çarşıda siyahlar içinde bir kadın görmüş ve affedersiniz demiş, siz o gün kocası için gelen kadın değil misiniz? Nasıl oldu kocanız. ‚Öldü‘ demiş kadın, ‚Ama anlayamadım doktor, 3 gün oldu öleli, hala sıçıyor!‘
Ben de askerde öyle olmuştum, dizanteriye yakalanınca..“
Yatağın yanında duran makine acele acele biplemele başladı, hemşire anında girdi odaya, benim kahkahayla kıvrandığımı görünce şaşkın şaşkın baktı ve Milorad’a; „Güldürmeyin“ dedi, „Lütfen konuşturmayın!“
„O konuşmuyor ki, ben konuşuyorum“ dedi Milorad, sonra azarlanmış bir çocuk gibi uzandı yatağına.
Gece dolunayı umursamadan, uyuşturucu ilaçların etkisiyle derin bir uykuya daldım. Uyandığımda makinenin sesi normaldi ve ağrılar yok olmuştu. Milorad uyandığımı görünce; „Gece çok güzel uyudun“ dedi. „Seni seyrettim gece boyunca. Yıllardır böyle bir uyku görmedi gözlerim. Hep geceleri çalıştığım için gündüz uykusuyla yetinmek zorunda kaldım. Şimdi ise uyuyamıyorum.“
Yeni bir fıkra anlatacak diye korktum, ama Milorad „10 yaşımdaydım“ dedi, „Almanlar Yugoslavya’ya geldikleri zaman Yugoslavya’nın ünlü bir gazetecisi ‚Bu gün dünyanın en güzel, en muazzam günü‘ diye yazdı. O gün güzel sözcüğü tüm anlamını yitirdi benim için. Savaştan sonra babam o güne kadar bizim için güzel olan her şeyi terkedip, bir dağın eteğine çekildi. Yıllar sonra gittim o eve, üç gün uyuyamadım. Sessizlik korkunçtu. Derin, dipsiz, sınırsız sessizlik uyutmuyordu beni. Çok ama çok uzaklardan geçen bir uçağın sinek vızıltısına benzeyen sesi bile güzeldi benim için. Gürültü güzeldi, insan sesleri, barların uğultusu, sarhoş çığırtıları.. Bir müzisyen olarak sadece rüzgarın, ağaçların ve sesizliğin sesiyle yetinmem olanaksızdı. O evi hiç sevmedim, oysa o evde yaşamak isterdi milyonlarca insan. Babamdan uzaklaştım, çünkü o da insanlardan uzaklaşmıştı.“
Birden yoğun bir hüzün çöktü yüzüne Milorad’ın, gözleri yaşardı. İçini derinderin çekip; „Ama nerede o insanlar şimdi“ dedi, „Hepsi kayboldu. Hiç biri gelmedi ziyaretime. Rosa olmasa çıldırabilirdim.“
Milorad’a „Beni de kimse ziyaret etmedi“ diyemedim. Rosa kendisinden söz edildiğini biliyormuş gibi girdi odaya. Gülümsüyordu. Beni kabloların içinde görünce, üzgün bir sesle; „İyi misiniz“ diye sordu.
„İyi, iyi“ dedi Milorad, „Kaçmasın, balkona çıkıp sigara içmesin diye bağladılar!“
Benden önce taburcu oldu Milorad. Giderken; „Oh be, nihayet eve gidiyorum“ dedi. „Günlerdir ekmek, peynir, salata verip açlıktan geberttiler beni. Rosa bol yağlı, bol soğanlı bir Osmanlı köftesi, etli yaprak sarması, bir de İtalyan pizzası yapacak bana. Ayrıca hakiki domates çorbası..“
Ağzıma dolan acı suyu yutkundum ve ona düşüp- kalkan şekerini anımsatmadım. 75 yaşında, ha öldü ha ölecek, sevdiği yemekleri şimdi yemeyip de ne zaman yiyecek adam? Zaten doktor da Rosa’ya; ‚İstediğini yiyebilir‘ demiş.
Ben mi? Elbette çıktım hastahaneden ve „Yeni bir kanama istemiyorsanız mutlaka diyet yapmalısınız“ diyen doktorların ve „Hani ölecekti, ne zaman ölecek“ diye merakla bekleyen ‚Sevenlerimin‘ inadına, „Bir gün daha fazla yaşamak için“ değil, yaşadığım günün tadına varabilmek için istediğimi istediğim zaman yiyip içiyorum
Post A Comment:
0 comments so far,add yours