Nedenini tam olarak bilmemekle birlikte ben Amerikalıları sevmem, dinlemeyi, öğrenmeyi çok severim abi. Dinlemeyi sevmekle Amerikalıların arasındaki ilişki ne demeyin. Ne zaman ünlü birinin konuşma yapacağını duysam soluğu orada alırım ve bilirim, o ünlü kişi mutlaka öncelikle Amerikalılara iki çift söz edecek. Çünkü bu Amerika her tezeğin altından kara bir bok böceği gibi çıkmaktadır. Haydar bir yazar büyüğümüzün "Keşke Amerikanın mandası olsaydık, o zaman hiç değil dilimizi özgürce konuşurduk" sözlerinden yola çıkarak (İki gözüm önüme aksın böyle yazdı bana) diyebilirim ki; kendimi bildim bileli bu manda sözünü de hiç sevmedim. Manda deyince benim aklıma hapur hupur tıkınan, sinekli, üstü başı çamur içinde, ağzı salyalı, bataklık karasevdalısı bir yaratık geliyor.
Hemen belirteyim; mandayı ve Amerikalıları sevmemekle birlikte -Ayıptır söylemesi- ünlü insanların anlattıklarını gık çıkarmadan dinlemek ve koşulsuz inanmak gibi bir huyum var. Şimdi yazar, ışıklı, Haydar büyüğümüz manda iyi, Amerika Saddam’ı bombalarıyla iyi bir dövmeli, Irak halkının en az yarısını öldürmeli, hatta Irak'ı işgal etmeli ve oraya demokrasi getirmeli, diyorsa; savaşın pisliğine, ortaya çıkacak ölü sayısına bakmadan bunun tek çözüm yolu olduğuna kesinlikle inanmak gerekir. Aksini tartışmak bizim gibi cahil cühelanın haddine düşmez. Büyük büyüklüğünü, cahil cehaletini, küçük terbiyesini bilmezse nereye gider bu memleket değil mi? Ben büyüklerimi sayar, küçüklerimi sever, herkesin ellerinden öperim abi.
Annem benim büyükler karşısında takındığım ve onun "Küçülme" diye adlandırdığı, benim terbiye, saygı dediğim huyumu daha çocukluğumda keşfetmiş ve bir gün; "Allahın alığı, kim şeyim hıyar dese bir avuç tuz alıp koşuyorsun" diyerek derin bir açıklamada bulunmuştu. Ama annem nereden bilecek ünlü adamların, hele de ışıklı ve Haydar kadar ünlü insanların nasıl ünlü olduklarını. Adam bütün ömrü boyunca yememiş içmemiş yüklemiş beynini, yol, yorgunluk dememiş ayağımıza gelmiş, gidip dinlemenin, ışıklanmanın kime ne zararı var? Hem böyle hallerde, yani davetli olduğum anlarda ayıp olur diye yanıma tuz almıyorum, orada gerekirse verirler diye düşünüyorum.
Dedim ya ben meraklıyım ünlü insanları dinlemeye. Amerikalıları sevmem ama Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. M. Saim Yeprem "Kadın-erkek tokalaşabilir mi, bu abdesti bozar mı" sorusuna 2002 yılında; "Normal bir tokalaşmada hiçbir sakınca yok, önemli olan niyet ve bu niyete uygun davranıştır” derse umuruma bile gelmez. Öyle ya, insan elini uzattığı kişinin niyetini gözlerinden bilmeli, ona göre elini vermeli. Hele de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeken "Başbaşa kalmamaları şartı ile açık ve şeffaf mekanlarda kadın ve erkek bir arada çalışabilirler" derse “Ünlüdür, ne derse yeridir" diyerek saygımı gösterir, onu milletvekili bile seçerim. Bunların hiçbiri Amerikalı değil, profesör, kime ne zararları var adamların.
Bir gün yine bir ünlüyü dinlemeye, aydınlanmaya gitmiştim. Salon boş denecek doluluktaydı, bu da dinleyicilerin elit bir kesimden ve kaliteli olduklarının göstergesiydi. Dinleyicilerin hemen hepsinin tohuma kaçmıs erkek ve bir cuval bıyıklı olmaları, arada birkaç erkekleşmiş kadının varlığını gizlemeye yetiyordu. Erkekleşmiş kadınların ellerini bir öpüp saygımı gosterdikten sonra en önde kendime bir sandalye bulup oturdum. Bir çuval bıyıklı bir türkücünün okuduğu, insanın gözlerini yaşartan
“Kapıyı açtım ki dışarı çıkam/sıyrıldı içeri girdi yoksulluk/Ne bir kilim koydu ne de bir minder/Torladı topladı aldı yoksulluk" dörtlüğünden sonra ünlü konuşmacı "İşte bu Amerika" diye bağırarak sahneye geldi. Gözünün bebeğinde dünyayı okuduğum yürümüyor, zeybek havası döktürüyordu. Bir çuval bıyığı vardı, bir çuval aklı olduğunu da ağzından dökülen ilk sözcüklerle gösterdi.
“Bırakın Jet Fadıl’ı, tartışmaya bile değmez. Milletin kalmamış dolandırıcı milletvekili Fadıl nasıl olur da mecliste kaçakçı milletvekili Bölünmezin yanına oturur diye tartışıyor. Bu düpedüz hedef şaşırtmaktır. Asıl önemli olan Amerika beyler Amerika. Bu Amerika, evinizin içine kadar sızan bu Amerikalılar en büyük düşmandır" dedi konuşmacı.
Büyük büyük ünlü ağabeyimiz, Amerikalıların neden düşmandan daha düşman olduğunu büyük büyük ünlü sözcükler ve bilimsel tezlerle açıklarken, birden kendi dünyama daldım ve yaşamım boyunca tanıdığım Amerikalıları düşünmeye başladım.
Çocuktum daha. Öğretmenimiz bir şiiri ezberlememizi istemişti. “Küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım, yolda buldum bir erik" demeye kalmadan Amerikalılarla tanıştım abi. Amerikalılarla tanış-masaydım; "Onu kaptı bir geyik" diye devam edecektim şiire, olmadı. Bakın, Amerikalılarla nasıl tanıştım, anlatayım:
Şiir ezberliyordum. Yanıma sessizce yaklaşan ve tepesinde sadece bir tutam saçı olan bir adam; "Kolay gelsin yeğenim" diyerek zihnimi dağıttı.
“Okuyor musun yeğenim?"
“Şiir ezberliyorum amca."
“Başımıza ne geldiyse bu ezbercilikten geldi” dedi sinirli bir sesle. "Ezber unutulur gider bir gün. Geriye bölük pörçük şeyler kalır. İlk Reo kamyonu kim buldu biliyor musun?"
O günlerde tanıdığım ve bildiğim tek kamyon çeşidi komşumuzun burunlu BMC kamyonuydu ve onun arkasına asılmamız yasaktı. "Bilmiyorum amca” dedim.
“Bilmezsiniz. Amerikalılar bilmenizi istemezler de ondan bilmezsiniz. İlk Reo kamyonunu bulan aslında bir Türk mühendisidir. Devlet onu deli diye bir güzel hapsetti. Amerikalılar planı duyunca hemen üretime geçtiler. Bizim beynimizden çıkanı bize sokuşturdular yani. Şimdi sana sorsam Amerikanın her yanını bilirsin ama Reo’ yu bilmiyorsun."
Kafama soruyu takip yanıtı beklemeden gitti adam, ama yalan değildi amcanın söyledikleri.Y ani kamyon dışındakiler yalan olmayabilirdi. Amerika Kıtasını iyi tanıyordum, ama Amerikanın Amerika kıtası demek olmadığını bilmiyordum. Amozon Nehri’nin Missisipi’nin uzunluğunu, Ontario Gölü’nün derinliğini Washington’un başkent, Washington diye birinin bir zamanlar orda başkan olduğunu, Teksası Tommiksi ve daha bir yığın şeyi elbette biliyordum Ama Reo kamyonu..
Ortaokulda Kathy isimli Amerikal'ı bir kız arkadaşım oldu. Ama onunla sadece mektuplaşıyordum. Kathy Washington da oturuyordu ve annem benim bir gün Amerika’ya gideceğimden, ya da ona mini etekli bir Amerikalı gelin getireceğimden korkuyordu. Bir arkadaşım, bana Kathy’in adresini veren ve Askeri Lise’de de öğretmenlik yapan İngilizce öğretmenimiz Yüzbaşı Rüştü Bey'in aslında bir Amerikan casusu olduğunu, Amerikalıların kadınları kullanarak insanları ajanlaştırdıklarını söylemişti. Yani Kathy ajan olabilirdi. Babam o günlerde ülkemizde doğan her çocuğun -Kendi deyimiyle- "Eşşoğlueşşek Amerika'ca ikibinbeşyüz dolar borçlu olduğunu” anlatıyordu. Daha o zamandan sevmemiştim ben Amerikayı, ama ajan olma olasılığını da gözönüne alarak Kathy'yi çok sevmiştim.
Sonra bir gün canlı, dipdiri bir Amerikalı gördüm abi. Artık kadınlar hamamına kabul edilmediğim, her defasında hamamcının “Anam bunun babası nerede" diye anneme sorduğu günlerden birinde babamla Paşa Hamamı’na gitmiştik. İriyarı, sarışın, dev gibi bir adam bizim yanımızdaki kurnanın başına çöktü. Bir yıkandı, bir yıkandı, deme gitsin. Sonra deri bir çantadan yığınla şişe çıkardı. Başladı vücudunu yağlamaya. Adamın koltuklarının altı sapsarı kıl doluydu. Oraları da yağlayan adam birden havluyu attı üzerinden ve başladı apışarasını yağlamaya. Babam telaşla "Bakma lan" dedi bana. "Kılına tükürdüğümün godoşu, yağlayacak başka bir yer bulamadı.”
Babamı müthiş sinirlendiren bu Amerikalının o günlerde sık sık adını duyduğumuz "Barış Gönüllüleri”nden olduğunu, sivil lisede İngilizce dersi verdiğini sonradan öğrendim. Elbette bu insanların mutlaka CIA ajanı olduklarını da..
Ortaokulda tarih dersinde Mandacıların Amerikancı olduklarını, mandanın aslında kimimizin camuş kimimizin camız dediğimiz hayvan, Amerikalıların manda seven camuşlar olduklarını öğrendim. Yaşamımda gördüğüm ikinci Amerikalı renk değiştirip bir Zenci olarak İzmir Fuarı’nda karşıma çıktı.
Bize Kubana gazinosunun nerede olduğunu İngilizce soran Zenci Amerikalı yanıtı alınca nedense Türkçe teşekkür etti. Ona Kunta Kinte’yi iyi tanıdığımı, kölelerin tarihini ezbere bildiğimi söylemedim.
Gençlik yıllarımda politikacılar Amerikadan aldıkları "4 K" yöntemi ile ülkeyi kısa sürede düze çıkaracaklarını söylüyorlardı. Yine o günlerde birileri bize her nedense "Amerikalı" diyor, gülüyorlardı. Sanıyorum bu nedenle dört ve Amerikalı sözcüklerine karşı bende daha o günlerde bir allerji oluştu.
Sonradan gençler Amerikalılara "Yankee go home", yani; evine dön hıyar demeye başladılar. Bir türkücümüz de "Amerika katil katil" türküsünü öğretti.. Ve yine o günlerde başbakanımız ülkemizin "Küçük Amerika" olma yolunda önemli adımlar attığını sevinçle yineliyordu. Yankeeler eve gitmek istediklerinde büyük eve mi küçük eve mi gitmeleri gerektiği en temel sorunum haline gelmişti. Bütün Amerikalılar Küçük Amerika'da, yani bizim ülkemizde yaşamaya kalkışabilirlerdi, o zaman Amerikalılardan müthiş gıcık kapan babam artık beni hamama götürmeyeceği gibi üstelik bir de işsiz kalırdı..
Amerikalılarla üçüncü kez karşılaştığımda bir dayaktan kılpayı kurtuldum diyebilirim. Başkan Clinton'un "lch bin ein Berliner", yani "Ben bir Berlinliyim" dediği Berlin'de, bir birahanede, yıllarını emperyalist Amerika'ya karşı mücadeleyle geçirdikten sonra benim gibi Alman Emperyalizmine mülteci olmuş arkadaşımla birlikte otururken yanımıza yaklaşan güzel bir kadın "Buraya oturabilir miyiz” diye sordu. Birahane tıklım tıklım doluydu ve sadece bizim masada iki kişilik yer vardı. Yanımda oturan ve Almancayı çok iyi bilen mülteci, Türkten dönme Alman vatandaşı arkadaşım genç kadına ve onun yanında duran biri kadın iki erkeğe bakarak; "Yer bulursanız oturun" dedi.
"Olsun, biz sıkışırız" diyen genç kadın bizden yanıt beklemeden iki sandalyeye erkekleri oturttu. Erkekler de ayakta duran kadınlara gülerek dizlerini gösterdiler.
Yeni gelen iki erkek küçüklüğümde hamamda gördüğüm insan azmanı Amerikalıya benziyorlardı. Ben Amerikalıları gözünden tanırım abi. Bize çok kötü bakmışlardı. Biz onlarla ilgilenmiyormuş gibi konuşmamıza devam ediyorduk. Aniden lafa karıştı genç kadın ve arkadaşıma; "İddia ederim siz Azerisiniz” dedi.
Arkadaşım hayret dolu bir sesle; "Evet, Azeriyim nereden anladınız" diye sordu.
"Burnunuzdan."
Maşallah, bizimkinde burun Austin kamyonlarının burnu gibi bir şey. Ama tesbit doğru, arkadaş Azeri. Başladı ikisi sohbete. Az sonra öteki kadın da katıldı onların sohbetine. Onlarla gelen iki genç adamın giderek kızaran yüzlerine gözleri de katılınca durumda bir kötülük olduğunu sezinledim. Kızlar Amerikalıların (Yani ben öyle diyorum) dizlerine oturmuş, arkadaşımın burnunu öve öve bitiremiyorlardı. Durum aynen arkasını Amerika'ya dayayıp Avrupa'ya girmeye çalışan bir ülkenin durumuna benziyordu. Sonunda iş telefon numarası alıp vermeye gelince erkeklerin kızarmış yüzlerine kulakları da katıldı.
Arkadaşıma gitmemizin iyi olacağını, değilse az sonra bir burun yüzünden cankurtarana bindirilebileceğimizi, hatta Amerika ile Türkiye arasında bir soruna neden olabileceğimizi söyledim. Mertlik bizde kalsın diyerek çıkıp gittik.
"Adamlar Amerikalıymış, Ruslara karşı Almanları korumak için buradaymışlar, yakında gideceklermiş" dedi arkadaşım. Böylece yaşamımda üçüncü kez Amerikalı görmüş oldum.
Dinlemeye gittiğim ünlü konuşmacı; "Herkes 11 Eylül’ü konuşuyor, ama kimse doğruyu söylemiyor" dedi. Ben içimden yaşamıma iradem dışında giren Amerikalıları düşünürken o Amerika tarihini çoktan anlatmış, günümüze gelmişti.
"Evet, 11 Eylül'de gökdelenlere çarpan uçakları müslümanlar yönetiyordu. Ama Amerika önceden onları pilot olmaları için teşvik etmiş, eğitim olanakları sağlamıştı. Bir gün onların böyle yapacaklarını CIA raporlarından bildiklerinden, gökdelenlere bindirenler müslümanlar değil Amerikanın kendisidir. Usame Amerikancıdır. Onu Amerika yetiştirmiştir. Aslında Taliban da Amerikanın öz be öz malıdır. Saddam Amerikalıdır. Bir ihtimal şimdiki Bush'un babası eski Bush'un gayri meşru çocuğudur. Aralarındaki dalaş sadece bir miras kavgasıdır. Onun için en büyük düşman Jet Fadıl gibileri değil, Amerikan emperyalizmidir. Emperyalizm kendi eylemleriyle kendi kuyusunu kazmakta, sonunu hazırlamaktadır. Jet Fadıl da milletvekilliğinin parlaklığına kanıp kendi sonunu hazırlamıştır. Bush'un Tayyib'i kutlamasının altında dana vardır."
Dinleyicilerden biri parmağını kaldırdı ve daha ünlü konuşmacı "Buyrun" demeden, "Peki ya Avrupa“ diye sordu.
Talibanları televizyonda görünce korkudan uykum kaçıyor olmasına, gökdelenlerde öldürülen insanlara yüreğim yanmasına ve sık sık "Peki Afganistan'da Amerikan bombalarıyla parçalanan ve haber değeri bile kazanamayan onbinlerce insan ne olacak. Amerika neden Afganlı Talibanları Küba’ya götürdü? Onlar şimdi savaş esiri mi? Orada onlara ne yapacaklar Irak nere Amerika nere" dememe karşın, büyük insanları abuk sorularla rahatsız eden böyle çıktılara oldum olası sinirlenirim. Ünlü konuşmacı da kükredi abi. "Konumuz Avrupa değil beyefendi, Amerika” dedi aslanlar gibi kükreyerek. "Avrupa gerçekte kötü bir taklitçilikle Amerikalılaşmak istiyor. Bunun için sınırları açtılar. Paralarını birleştirdiler. Ama bilinir, bir şey sadece birdir, ikinci şey asla birinci şey olamaz. Bu gelişme emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine girdiğinin ve çökmeye başladığının en belirgin özelliğidir.”
“Biz de sınırların açılmasını, ortak bir dünya kültürünün gelişmesini istemiyor muyuz" dedi densiz sorucu.
"Biz devrim yapmak istiyoruz efendi" diye haykırdı ünlü konuşmacı. "Avrupalı devrimi engellemek için sınırları açıyor, parayı birleştiriyor, doğumu geciktirmek istiyor. Yani yok edemiyorsan benimse politikası izliyor. Bizim görevimiz bu oyunu bozmak, doğumu hızlandırmaktır.”
Devrimcilerin görevlerinin arasında ebeliğin de bulunduğunu bilmiyordum. Ayrıca tam gelişmemiş bir çocuğu dünyaya getirmek için neden acele etmek gerektiğini de anlayamamıştım. Dudaklarım "Euro" diye kımıldadı ve o anda konuşmacının gür sesi patladı kulağımda.
„Euro değil birader, yumuş yumuş!"
İnkar edemem, ben de son günlerde emperyalizmin, özellikle de mültecisi olduğum Alman emperyalizminin etkisinde kalarak, AvrupalIların Amerika ile rekabet etmek için çıkardıkları, bizim vatandaşların Türkiyede “Yumuş”, burada "Eyro” dedikleri Euro ile akından ilgileniyorum. Bir burjuva gibi Avrupa gezisine çıkacakmışçasına keyifliyim. Bulabilirsen koy cebine Euroyu- nereye istersen git, hiç konuşmadan, hiç sıkıntı çekmeden yap alışverişini. Ne vize derdi, ne para bozdurma sorunu.. Bütün sınırlar açık, bütün mağazalar senin emrinde.. Eskiden öyle miydi? Bana kalırsa ünlü konuşmacı biraz aşırı...
Beynimi kemiren bir yığın soruyla ayrıldım toplantıdan. Şimdi sizlerden rica ediyorum, bana yardım edin abiler, yanıtları bulmama yol gösterin ne olur. Günlerdir beynim beynimi yiyor. Bu güne kadar Arnavutluk‘un yanında yer alıp Çin ve Rusya’ya karşı, Rusya’nın yanında yer alıp Arnavutluk ve Çin’e karşı, hepsinin yanında yer alıp Amerika'ya ve her türden emperyalizme karşı mücadele etmedik mi? Peki o zaman sormaz mıyım ben, uğruna öldüğümüz, uğruna mapuslara gidip geldiğimiz bu halk emperyalist mi, neden bizi iktidar yapmadı da emperyalistlerin desteklediği Ampul Partisi’ni yaptı! Bizim ülke Küçük Amerika olduğuna göre Amerikalılarla akrabalık derecemiz nedir ve biz Amerikalı mıyız? Derviş mandacılık yaparak nereye varmak istiyor, peynir mi üretecek? Haydar abi neden camuşcu! Amerika nerede? Amerikalılar neden 404? Halkımızın manda, camız camuş dedikleri Amerikalılarla bizim politikacıların sıkı fıkı olması neden? Bana dostunu söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim şeklindeki atasözü bizim yöneticiler için geçerli midir? İçimizdeki Amerikalıları halletmeden Amerikayı nasıl halledeceğiz? Mandanın yavrusu malak olduğuna göre Küçük Amerika ne oluyor? Bush neden pışt? Amerika Amerikalıların, Türkiye Türklerin olduğuna göre neden Amerika'ya değil de Avrupa’ya giriyoruz? Haydar abi evde mi? Bush Tayyip'i neden öptü? Dolar neden iyi de Euro Yumuş. Ve en önemlisi adları pek duyulmayan Azerilerin burunları neden büyük de, tüm dünyada adlarından söz edilen Amerikalıların her deliğe soktukları burunları büyük değil?
Ne olur yazın yanıtlarınızı bana abiler, ben seçilmiş yeni bir büyüğü dinlemeye gideceğim, ama önce eve gidip bir paket tuz almam gerek.”
Hemen belirteyim; mandayı ve Amerikalıları sevmemekle birlikte -Ayıptır söylemesi- ünlü insanların anlattıklarını gık çıkarmadan dinlemek ve koşulsuz inanmak gibi bir huyum var. Şimdi yazar, ışıklı, Haydar büyüğümüz manda iyi, Amerika Saddam’ı bombalarıyla iyi bir dövmeli, Irak halkının en az yarısını öldürmeli, hatta Irak'ı işgal etmeli ve oraya demokrasi getirmeli, diyorsa; savaşın pisliğine, ortaya çıkacak ölü sayısına bakmadan bunun tek çözüm yolu olduğuna kesinlikle inanmak gerekir. Aksini tartışmak bizim gibi cahil cühelanın haddine düşmez. Büyük büyüklüğünü, cahil cehaletini, küçük terbiyesini bilmezse nereye gider bu memleket değil mi? Ben büyüklerimi sayar, küçüklerimi sever, herkesin ellerinden öperim abi.
Annem benim büyükler karşısında takındığım ve onun "Küçülme" diye adlandırdığı, benim terbiye, saygı dediğim huyumu daha çocukluğumda keşfetmiş ve bir gün; "Allahın alığı, kim şeyim hıyar dese bir avuç tuz alıp koşuyorsun" diyerek derin bir açıklamada bulunmuştu. Ama annem nereden bilecek ünlü adamların, hele de ışıklı ve Haydar kadar ünlü insanların nasıl ünlü olduklarını. Adam bütün ömrü boyunca yememiş içmemiş yüklemiş beynini, yol, yorgunluk dememiş ayağımıza gelmiş, gidip dinlemenin, ışıklanmanın kime ne zararı var? Hem böyle hallerde, yani davetli olduğum anlarda ayıp olur diye yanıma tuz almıyorum, orada gerekirse verirler diye düşünüyorum.
Dedim ya ben meraklıyım ünlü insanları dinlemeye. Amerikalıları sevmem ama Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. M. Saim Yeprem "Kadın-erkek tokalaşabilir mi, bu abdesti bozar mı" sorusuna 2002 yılında; "Normal bir tokalaşmada hiçbir sakınca yok, önemli olan niyet ve bu niyete uygun davranıştır” derse umuruma bile gelmez. Öyle ya, insan elini uzattığı kişinin niyetini gözlerinden bilmeli, ona göre elini vermeli. Hele de Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeken "Başbaşa kalmamaları şartı ile açık ve şeffaf mekanlarda kadın ve erkek bir arada çalışabilirler" derse “Ünlüdür, ne derse yeridir" diyerek saygımı gösterir, onu milletvekili bile seçerim. Bunların hiçbiri Amerikalı değil, profesör, kime ne zararları var adamların.

“Kapıyı açtım ki dışarı çıkam/sıyrıldı içeri girdi yoksulluk/Ne bir kilim koydu ne de bir minder/Torladı topladı aldı yoksulluk" dörtlüğünden sonra ünlü konuşmacı "İşte bu Amerika" diye bağırarak sahneye geldi. Gözünün bebeğinde dünyayı okuduğum yürümüyor, zeybek havası döktürüyordu. Bir çuval bıyığı vardı, bir çuval aklı olduğunu da ağzından dökülen ilk sözcüklerle gösterdi.
“Bırakın Jet Fadıl’ı, tartışmaya bile değmez. Milletin kalmamış dolandırıcı milletvekili Fadıl nasıl olur da mecliste kaçakçı milletvekili Bölünmezin yanına oturur diye tartışıyor. Bu düpedüz hedef şaşırtmaktır. Asıl önemli olan Amerika beyler Amerika. Bu Amerika, evinizin içine kadar sızan bu Amerikalılar en büyük düşmandır" dedi konuşmacı.
Büyük büyük ünlü ağabeyimiz, Amerikalıların neden düşmandan daha düşman olduğunu büyük büyük ünlü sözcükler ve bilimsel tezlerle açıklarken, birden kendi dünyama daldım ve yaşamım boyunca tanıdığım Amerikalıları düşünmeye başladım.
Çocuktum daha. Öğretmenimiz bir şiiri ezberlememizi istemişti. “Küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım, yolda buldum bir erik" demeye kalmadan Amerikalılarla tanıştım abi. Amerikalılarla tanış-masaydım; "Onu kaptı bir geyik" diye devam edecektim şiire, olmadı. Bakın, Amerikalılarla nasıl tanıştım, anlatayım:
Şiir ezberliyordum. Yanıma sessizce yaklaşan ve tepesinde sadece bir tutam saçı olan bir adam; "Kolay gelsin yeğenim" diyerek zihnimi dağıttı.
“Okuyor musun yeğenim?"
“Şiir ezberliyorum amca."
“Başımıza ne geldiyse bu ezbercilikten geldi” dedi sinirli bir sesle. "Ezber unutulur gider bir gün. Geriye bölük pörçük şeyler kalır. İlk Reo kamyonu kim buldu biliyor musun?"
O günlerde tanıdığım ve bildiğim tek kamyon çeşidi komşumuzun burunlu BMC kamyonuydu ve onun arkasına asılmamız yasaktı. "Bilmiyorum amca” dedim.
“Bilmezsiniz. Amerikalılar bilmenizi istemezler de ondan bilmezsiniz. İlk Reo kamyonunu bulan aslında bir Türk mühendisidir. Devlet onu deli diye bir güzel hapsetti. Amerikalılar planı duyunca hemen üretime geçtiler. Bizim beynimizden çıkanı bize sokuşturdular yani. Şimdi sana sorsam Amerikanın her yanını bilirsin ama Reo’ yu bilmiyorsun."
Kafama soruyu takip yanıtı beklemeden gitti adam, ama yalan değildi amcanın söyledikleri.Y ani kamyon dışındakiler yalan olmayabilirdi. Amerika Kıtasını iyi tanıyordum, ama Amerikanın Amerika kıtası demek olmadığını bilmiyordum. Amozon Nehri’nin Missisipi’nin uzunluğunu, Ontario Gölü’nün derinliğini Washington’un başkent, Washington diye birinin bir zamanlar orda başkan olduğunu, Teksası Tommiksi ve daha bir yığın şeyi elbette biliyordum Ama Reo kamyonu..
Ortaokulda Kathy isimli Amerikal'ı bir kız arkadaşım oldu. Ama onunla sadece mektuplaşıyordum. Kathy Washington da oturuyordu ve annem benim bir gün Amerika’ya gideceğimden, ya da ona mini etekli bir Amerikalı gelin getireceğimden korkuyordu. Bir arkadaşım, bana Kathy’in adresini veren ve Askeri Lise’de de öğretmenlik yapan İngilizce öğretmenimiz Yüzbaşı Rüştü Bey'in aslında bir Amerikan casusu olduğunu, Amerikalıların kadınları kullanarak insanları ajanlaştırdıklarını söylemişti. Yani Kathy ajan olabilirdi. Babam o günlerde ülkemizde doğan her çocuğun -Kendi deyimiyle- "Eşşoğlueşşek Amerika'ca ikibinbeşyüz dolar borçlu olduğunu” anlatıyordu. Daha o zamandan sevmemiştim ben Amerikayı, ama ajan olma olasılığını da gözönüne alarak Kathy'yi çok sevmiştim.
Sonra bir gün canlı, dipdiri bir Amerikalı gördüm abi. Artık kadınlar hamamına kabul edilmediğim, her defasında hamamcının “Anam bunun babası nerede" diye anneme sorduğu günlerden birinde babamla Paşa Hamamı’na gitmiştik. İriyarı, sarışın, dev gibi bir adam bizim yanımızdaki kurnanın başına çöktü. Bir yıkandı, bir yıkandı, deme gitsin. Sonra deri bir çantadan yığınla şişe çıkardı. Başladı vücudunu yağlamaya. Adamın koltuklarının altı sapsarı kıl doluydu. Oraları da yağlayan adam birden havluyu attı üzerinden ve başladı apışarasını yağlamaya. Babam telaşla "Bakma lan" dedi bana. "Kılına tükürdüğümün godoşu, yağlayacak başka bir yer bulamadı.”
Babamı müthiş sinirlendiren bu Amerikalının o günlerde sık sık adını duyduğumuz "Barış Gönüllüleri”nden olduğunu, sivil lisede İngilizce dersi verdiğini sonradan öğrendim. Elbette bu insanların mutlaka CIA ajanı olduklarını da..
Ortaokulda tarih dersinde Mandacıların Amerikancı olduklarını, mandanın aslında kimimizin camuş kimimizin camız dediğimiz hayvan, Amerikalıların manda seven camuşlar olduklarını öğrendim. Yaşamımda gördüğüm ikinci Amerikalı renk değiştirip bir Zenci olarak İzmir Fuarı’nda karşıma çıktı.
Bize Kubana gazinosunun nerede olduğunu İngilizce soran Zenci Amerikalı yanıtı alınca nedense Türkçe teşekkür etti. Ona Kunta Kinte’yi iyi tanıdığımı, kölelerin tarihini ezbere bildiğimi söylemedim.
Gençlik yıllarımda politikacılar Amerikadan aldıkları "4 K" yöntemi ile ülkeyi kısa sürede düze çıkaracaklarını söylüyorlardı. Yine o günlerde birileri bize her nedense "Amerikalı" diyor, gülüyorlardı. Sanıyorum bu nedenle dört ve Amerikalı sözcüklerine karşı bende daha o günlerde bir allerji oluştu.
Sonradan gençler Amerikalılara "Yankee go home", yani; evine dön hıyar demeye başladılar. Bir türkücümüz de "Amerika katil katil" türküsünü öğretti.. Ve yine o günlerde başbakanımız ülkemizin "Küçük Amerika" olma yolunda önemli adımlar attığını sevinçle yineliyordu. Yankeeler eve gitmek istediklerinde büyük eve mi küçük eve mi gitmeleri gerektiği en temel sorunum haline gelmişti. Bütün Amerikalılar Küçük Amerika'da, yani bizim ülkemizde yaşamaya kalkışabilirlerdi, o zaman Amerikalılardan müthiş gıcık kapan babam artık beni hamama götürmeyeceği gibi üstelik bir de işsiz kalırdı..
Amerikalılarla üçüncü kez karşılaştığımda bir dayaktan kılpayı kurtuldum diyebilirim. Başkan Clinton'un "lch bin ein Berliner", yani "Ben bir Berlinliyim" dediği Berlin'de, bir birahanede, yıllarını emperyalist Amerika'ya karşı mücadeleyle geçirdikten sonra benim gibi Alman Emperyalizmine mülteci olmuş arkadaşımla birlikte otururken yanımıza yaklaşan güzel bir kadın "Buraya oturabilir miyiz” diye sordu. Birahane tıklım tıklım doluydu ve sadece bizim masada iki kişilik yer vardı. Yanımda oturan ve Almancayı çok iyi bilen mülteci, Türkten dönme Alman vatandaşı arkadaşım genç kadına ve onun yanında duran biri kadın iki erkeğe bakarak; "Yer bulursanız oturun" dedi.
"Olsun, biz sıkışırız" diyen genç kadın bizden yanıt beklemeden iki sandalyeye erkekleri oturttu. Erkekler de ayakta duran kadınlara gülerek dizlerini gösterdiler.
Yeni gelen iki erkek küçüklüğümde hamamda gördüğüm insan azmanı Amerikalıya benziyorlardı. Ben Amerikalıları gözünden tanırım abi. Bize çok kötü bakmışlardı. Biz onlarla ilgilenmiyormuş gibi konuşmamıza devam ediyorduk. Aniden lafa karıştı genç kadın ve arkadaşıma; "İddia ederim siz Azerisiniz” dedi.
Arkadaşım hayret dolu bir sesle; "Evet, Azeriyim nereden anladınız" diye sordu.
"Burnunuzdan."
Maşallah, bizimkinde burun Austin kamyonlarının burnu gibi bir şey. Ama tesbit doğru, arkadaş Azeri. Başladı ikisi sohbete. Az sonra öteki kadın da katıldı onların sohbetine. Onlarla gelen iki genç adamın giderek kızaran yüzlerine gözleri de katılınca durumda bir kötülük olduğunu sezinledim. Kızlar Amerikalıların (Yani ben öyle diyorum) dizlerine oturmuş, arkadaşımın burnunu öve öve bitiremiyorlardı. Durum aynen arkasını Amerika'ya dayayıp Avrupa'ya girmeye çalışan bir ülkenin durumuna benziyordu. Sonunda iş telefon numarası alıp vermeye gelince erkeklerin kızarmış yüzlerine kulakları da katıldı.
Arkadaşıma gitmemizin iyi olacağını, değilse az sonra bir burun yüzünden cankurtarana bindirilebileceğimizi, hatta Amerika ile Türkiye arasında bir soruna neden olabileceğimizi söyledim. Mertlik bizde kalsın diyerek çıkıp gittik.
"Adamlar Amerikalıymış, Ruslara karşı Almanları korumak için buradaymışlar, yakında gideceklermiş" dedi arkadaşım. Böylece yaşamımda üçüncü kez Amerikalı görmüş oldum.
Dinlemeye gittiğim ünlü konuşmacı; "Herkes 11 Eylül’ü konuşuyor, ama kimse doğruyu söylemiyor" dedi. Ben içimden yaşamıma iradem dışında giren Amerikalıları düşünürken o Amerika tarihini çoktan anlatmış, günümüze gelmişti.
"Evet, 11 Eylül'de gökdelenlere çarpan uçakları müslümanlar yönetiyordu. Ama Amerika önceden onları pilot olmaları için teşvik etmiş, eğitim olanakları sağlamıştı. Bir gün onların böyle yapacaklarını CIA raporlarından bildiklerinden, gökdelenlere bindirenler müslümanlar değil Amerikanın kendisidir. Usame Amerikancıdır. Onu Amerika yetiştirmiştir. Aslında Taliban da Amerikanın öz be öz malıdır. Saddam Amerikalıdır. Bir ihtimal şimdiki Bush'un babası eski Bush'un gayri meşru çocuğudur. Aralarındaki dalaş sadece bir miras kavgasıdır. Onun için en büyük düşman Jet Fadıl gibileri değil, Amerikan emperyalizmidir. Emperyalizm kendi eylemleriyle kendi kuyusunu kazmakta, sonunu hazırlamaktadır. Jet Fadıl da milletvekilliğinin parlaklığına kanıp kendi sonunu hazırlamıştır. Bush'un Tayyib'i kutlamasının altında dana vardır."
Dinleyicilerden biri parmağını kaldırdı ve daha ünlü konuşmacı "Buyrun" demeden, "Peki ya Avrupa“ diye sordu.
Talibanları televizyonda görünce korkudan uykum kaçıyor olmasına, gökdelenlerde öldürülen insanlara yüreğim yanmasına ve sık sık "Peki Afganistan'da Amerikan bombalarıyla parçalanan ve haber değeri bile kazanamayan onbinlerce insan ne olacak. Amerika neden Afganlı Talibanları Küba’ya götürdü? Onlar şimdi savaş esiri mi? Orada onlara ne yapacaklar Irak nere Amerika nere" dememe karşın, büyük insanları abuk sorularla rahatsız eden böyle çıktılara oldum olası sinirlenirim. Ünlü konuşmacı da kükredi abi. "Konumuz Avrupa değil beyefendi, Amerika” dedi aslanlar gibi kükreyerek. "Avrupa gerçekte kötü bir taklitçilikle Amerikalılaşmak istiyor. Bunun için sınırları açtılar. Paralarını birleştirdiler. Ama bilinir, bir şey sadece birdir, ikinci şey asla birinci şey olamaz. Bu gelişme emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine girdiğinin ve çökmeye başladığının en belirgin özelliğidir.”
“Biz de sınırların açılmasını, ortak bir dünya kültürünün gelişmesini istemiyor muyuz" dedi densiz sorucu.
"Biz devrim yapmak istiyoruz efendi" diye haykırdı ünlü konuşmacı. "Avrupalı devrimi engellemek için sınırları açıyor, parayı birleştiriyor, doğumu geciktirmek istiyor. Yani yok edemiyorsan benimse politikası izliyor. Bizim görevimiz bu oyunu bozmak, doğumu hızlandırmaktır.”
Devrimcilerin görevlerinin arasında ebeliğin de bulunduğunu bilmiyordum. Ayrıca tam gelişmemiş bir çocuğu dünyaya getirmek için neden acele etmek gerektiğini de anlayamamıştım. Dudaklarım "Euro" diye kımıldadı ve o anda konuşmacının gür sesi patladı kulağımda.
„Euro değil birader, yumuş yumuş!"
İnkar edemem, ben de son günlerde emperyalizmin, özellikle de mültecisi olduğum Alman emperyalizminin etkisinde kalarak, AvrupalIların Amerika ile rekabet etmek için çıkardıkları, bizim vatandaşların Türkiyede “Yumuş”, burada "Eyro” dedikleri Euro ile akından ilgileniyorum. Bir burjuva gibi Avrupa gezisine çıkacakmışçasına keyifliyim. Bulabilirsen koy cebine Euroyu- nereye istersen git, hiç konuşmadan, hiç sıkıntı çekmeden yap alışverişini. Ne vize derdi, ne para bozdurma sorunu.. Bütün sınırlar açık, bütün mağazalar senin emrinde.. Eskiden öyle miydi? Bana kalırsa ünlü konuşmacı biraz aşırı...
Beynimi kemiren bir yığın soruyla ayrıldım toplantıdan. Şimdi sizlerden rica ediyorum, bana yardım edin abiler, yanıtları bulmama yol gösterin ne olur. Günlerdir beynim beynimi yiyor. Bu güne kadar Arnavutluk‘un yanında yer alıp Çin ve Rusya’ya karşı, Rusya’nın yanında yer alıp Arnavutluk ve Çin’e karşı, hepsinin yanında yer alıp Amerika'ya ve her türden emperyalizme karşı mücadele etmedik mi? Peki o zaman sormaz mıyım ben, uğruna öldüğümüz, uğruna mapuslara gidip geldiğimiz bu halk emperyalist mi, neden bizi iktidar yapmadı da emperyalistlerin desteklediği Ampul Partisi’ni yaptı! Bizim ülke Küçük Amerika olduğuna göre Amerikalılarla akrabalık derecemiz nedir ve biz Amerikalı mıyız? Derviş mandacılık yaparak nereye varmak istiyor, peynir mi üretecek? Haydar abi neden camuşcu! Amerika nerede? Amerikalılar neden 404? Halkımızın manda, camız camuş dedikleri Amerikalılarla bizim politikacıların sıkı fıkı olması neden? Bana dostunu söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim şeklindeki atasözü bizim yöneticiler için geçerli midir? İçimizdeki Amerikalıları halletmeden Amerikayı nasıl halledeceğiz? Mandanın yavrusu malak olduğuna göre Küçük Amerika ne oluyor? Bush neden pışt? Amerika Amerikalıların, Türkiye Türklerin olduğuna göre neden Amerika'ya değil de Avrupa’ya giriyoruz? Haydar abi evde mi? Bush Tayyip'i neden öptü? Dolar neden iyi de Euro Yumuş. Ve en önemlisi adları pek duyulmayan Azerilerin burunları neden büyük de, tüm dünyada adlarından söz edilen Amerikalıların her deliğe soktukları burunları büyük değil?
Ne olur yazın yanıtlarınızı bana abiler, ben seçilmiş yeni bir büyüğü dinlemeye gideceğim, ama önce eve gidip bir paket tuz almam gerek.”
Post A Comment:
0 comments so far,add yours