Erzincan’ı tanıyor musunuz? Oranın bir başka adı da; “Etrafı dağlı, ortası bağlı”dır. Erzincanlılar da –Övünmek gibi olmasın- hazır cevaplıdır. Bakın, onların bir olayını anlatayım.
Erzincanlının biri İstanbul’a gider, bir süre çalışır, döner kentine. Ona İstanbul’u soranlara hep; “İyi, hoş da, Erzincanlıyam deyince adamın anasını belliyler”diye yanıtlar. Derken Erzincanlı 3 kafadar genç İstanbul’a giderler. Galata Köprüsü’nün üzerinde durup, şaşkın şaşkın denizi seyrederlerken yanlarına iyi giyimli biri yanaşır. “Merhaba” der adam, “Nerelisiniz?”
Üç kafadardan biri hemen; “Biz etrafı dağlı, ortası bağlıdanığ” der.
“Erzincanlı mısınız” diye sorar adam bu kez.
“Yoh babam, deduk ya, etrafı dağlı, ortası bağlıdan.”
“Peki, ne yapalım” der adam. “O zaman ‘Yaprak’ de bakalım.”
Erzincanlı genç ıkına sıkına; “Yaprak, ne olacak” der ve pot kırmadığı için rahat bir nefes alırken adam bu kez “Toprak de bakalım” diye üsteler.
“Topraaak!”
“Köprü de bakalım!”
“Körpüü!”
“Hastir ulan, hem köprüye ‘Körpü’ de, hem de Erzincanlı değilim de. Kimi  gandırıyorsun sen? Oğlum ben buraya bıldır (Geçen yıl) gelmedim, o körpüden otuz yıl evvel geçip buraya geldim.”
Düzgün kıyafetli adam gülerek yanlarından uzaklaşınca, adamla konuşan delikanlı arkadaşlarına dönüp; “Ula gardaş” der, “Yarpağ de dedi dedük, torpağ de dedük, körpüye gelende babayı yedük!”
Bizim oralarda bir söz var, çok söylenir; “Her kentin bir delisi vardır, Erzincan’dan tuttuğunu getir!”
Erzincanlı hemşerilerim alınmasınlar, belki şimdilerde hepsi akıllanmışlardır, deli kalmamıştır oralarda. Gerçekten de benim çocukluğumda delisi bol bir kentti Erzincan. Ünlülerin arasında Deli Lütfi vardı, Deli Aziz vardı, Kara Haydar, Deli Şair vardı. Onlar kentin gülleri, bülbülleriydiler. İsimlerini andım ya, küçük birer anılarını da anlatmak zorundayım. Yoksa rüyama girer, belam olurlar.
Deli Aziz halk arasında “Ermiş” sayılırdı. Kimi onun Kore’ye gittiğini, Kore savaşı sırasında Türk askerlerinin önünde, elinde yeşil bir sancakla savaştığını, onlara yön gösterdiğini ve onları koruduğunu, kimi Yemen’de görüldüğünü, kimi kurtların arasında yaşadığını anlatırdı. Uzun, upuzun boylu, takım elbiseli, kravatlıydı her zaman Aziz. Ağzından durmadan salya akıtır, sümüğünü ceketinin koluna siler, bazı insanlardan para alır, topladığı parayı götürüp başkasına verirdi. Aziz’in para verdiği insanların şanslı olduğu söylenirdi. Bütün lokantalar, bütün kahvehaneler, mağazalar onundu. Giremeyeceği yer, oturamayacağı mekan yoktu Erzincan’da. Kentin tek ana caddesi olan Trabzon Caddesi’nde aşağı-yukarı dolaşırken; “Aziz, ne olacak benim durumum” diye soranlara; “Eyi olacak, eyi. Get ora get, get Yemen’e get, seni orda bekliyler” diye bağırır, bu arada etrafa tükürerek, kepçe kulaklarını karıştırırdı.
Kara Haydar, adına layık, kapkara tendi, saçları, bıyıkları, sakalları kömür karası, uzun boylu, kapkara entarili, kara lastik ayakkabı giyen biriydi. Çarşıda, mahallelerde, nedense hep yırtık olan lastik ayakkabılarını sürükleyerek, kıllı bir orangutan gibi gezinir, genellikle devlet hastanesinin önünde bağdaş kurup oturur, gelene geçene yalvarırcasına bakar, para vermelerini beklerdi. Kimseden bir şey istemezdi Haydar. Verirlerse verirler. Parası olsa da olmasa da doyururdu karnını lokantalarda.
Biz gençler onun bir huyunu çok iyi öğrenmiştik. Haydar’ın önünden bir kadın geçtiği zaman; “Haydar yirmi beş” diyerek bir yirmibeş kuruşu onun önüne atınca, Haydar hemen entarisinin eteklerini kaldırıyor, o koskoca, kırış kırış erkeklik organını piyasaya çıkarıyordu. Elbette kadınlar çığlık çığlığa hastahanenin bahçesine doğru koşarlarken, hepimiz böyle anlarda çabucak toz oluyorduk.
Sevdiği kızı bir zengine verdikleri için Deli Şair’in aşk yüzünden delirdiği söylenirdi. Bu nedenle zengin görünümlü, iyi giyimli kişileri pek sevmezdi. Bazen minübüslerde gönüllü muavinlik yapar, yolcuları neşeli şiirlerle minübüse çağırır, adım başı bir şiir dizer, isteyene ısmarlama dizeler söylerdi. En çok köpeklerden korkardı  Deli Şair ve birine ilenmek  istediği zaman, “İtin gibi dört ayağının üstünde durasan, ağzından değil götünden uluyasan” diye döktürürdü dizelerini.
Deli Lütfi esmer, incecik bedenli, yakışıklı, tertemiz yüzlü, çocuktan daha çocuk bir delikanlıydı. Herkesten, her şeyden korkar, üzerine yürüyen küçücük çocuklara yalvaran gözlerle bakar, ağlardı. Bayramlarda, kutlama günlerinde, düğünlerde, yani davul-zurnanın, takım çalgının, bandonun çalındığı hep yerde kapkara entarisinin eteklerini uçurarak dans eder, askerleri görünce yüksekçe bir yere çıkıp; “Ana baba kına kına, kuş bayrak tuti tuti” diyerek şiir okurdu.
Deli Lütfi’nin babası halka göre “Okumuş, derin hoca”ydı. Halk, “Onun herkesin derdine çare, her ağrıya bir dua, her sevdaya bir çözüm bulduğunu” söyler, kendi oğluna hükmünün geçmemesini “Allahın işi” diye geçiştirirdi.
Erzincan halkının en önemli özelliklerinden biri “Kapı önü sohbetleri”, yani daha açığı, “Dedikoduları”ydı o günlerde. Evde işlerini bitiren kadınlar, kapılarının önünü sular, süpürür, kilimleri serer, semaverleri yakar, duvarların gölgesinde öbek öbek oturur, ya da kapıdan kapıya seslenerek kentte olup bitenleri birbirlerine aktarırlardı. İstasyon Mahallesi’nde bir olay olduğu zaman yarım saat sonra kentin öteki ucunda, Dörtevler’de duyulurdu. Kimin evinde kavga var, kim kocasından dayak yemiş, kim oynaş tutmuş, kimin mendilinde, filesinde eve neler girmiş, kimin kızı kimin oğluna yanmış yakılmış, bu sohbetlerin ana konuları olurdu.
Bu kapı önü sohbetlerinin dizeleşmiş, Erzincan tarihi isimli kitaba geçmiş bir kısmı şöyleydi:
“Şaşurttum ben nedecegem
Azacuh maluz edecegem
Gız işim var gidecegem
Teştte bekmezim fıkkılıy
Goymiylarki suyu aha
Heç degül merk başa çıha
Ataş hırttigiy yaha
Kehandan ellerim söküliy.
Davarlar bağa dolmuşlar
Hasangil elma yolmuşlar
Erükler hasgar olmuşlar
Dadından dibine döküliy.”
Çarşı Mahallesi’nde oturan bir yüzbaşının eşinin sorunu da sokak sakinlerinin her gün tartıştıkları, evlerde “Soharıçların” yanmasına neden olan önemli sorunlardan birini oluşturuyordu. Kadın ne yapmış ne etmişse bir türlü çocuk sahibi olamamıştı. Denemediği kocakarı ilaçları, gitmediği yatır, kesmediği kurban kalmamıştı. Kirpi eti, fare kuyruğu, örümcek ağı, tavşan ayağı bile yemiş, yatak odasının duvarına üzerlik, mutfağa bağa yaprağı, tuvalete maydanoz, sofaya devedikeni asmış, eşiğin altını muskalarla doldurmuştu kötü cinler eve girmesin de çocuğu olsun diye. Çok korkmasına karşın, kentin mezarlığında bulunan ünlü yatır Terzi Baba’nın türbesinde bir gece yatmış, üç gün ibriğine su doldurmuş, üç gece üç gündüz dua bile etmişti, ama hiç bir yararını görmemişti. Bir gün eşinin onu kısır diye boşayacağından korkuyordu ve eşini gerçekten çok seviyordu. Eee, o zamanlar yüzbaşı koca bulmak da bir hayli zordu.
Derken bir gün, bir çözüm yolu sokaklardan, kapı önlerinden dolaşarak kulağına fısıldandı. Ona birileri mutlaka büyü yapmışlardı. Bir deli ile yatarsa büyü bozulur, mutlaka çocuğu olurdu. Ayın on beşlediği gecenin sabahında olmalıydı bu iş. Erken kalkmalı, banyo yapmalı, 3 üzerlik tanesini aç karnına yutmalı, 3 rekat namaz kılmalı, 3 kulhuvallahu, 3 elham okuyup tövbe etmeli , eşiğe üç kez tükürdükten sonra almalıydı deliyi evine. Bu delinin kim olduğu önemli değildi ve deli ne yaptığını bilemeyeceğinden bu işin asla günahı da yoktu. Eğer bir defada çocuğu tutturamazsa bu işi 3 kez yinelemeliydi.
Yüzbaşının karısı, her aklına geldiğinde yüzünü kızartan bu çözüm yoluyla günlerce yattı kalktı. Boşa koydu dolduramadı, doluya koydu aldıramadı, derken aklı yattı. Mahallenin kadınları da artık onun sorunuyla ilgili konuşmuyorlardı. Söyledikleri sözleri unutmuş olmalıydılar. Koca kentte yatacak deli bulmak zor değildi. Lütfi aynı mahallede oturuyordu ve her gün o sokaktan geçiyordu. Hadım mıydı, değil miydi, bilmiyordu, ama deneyebilirdi. Hem Lütfi kimseye bir şey anlatamazdı. İkide bir “Düdüdüt” demenin dışında kimse onun konuştuğunu görmemişti. Hem deli biri ne bilecekti ne yaptığını?
1-2 hafta Lütfi’nin davranışlarını inceledi kadın. Önce sokakta kimsenin olmadığı anlarda akide şekerler, kurabiyeler, börekler verdi Lütfi’ye ve her defasında “Yarın daha erken gel Lütfi” diye tembihledi. Lütfi uykudan uyanır uyanmaz onun kapısının önüne dikiliyor, boynunu büküp verilecek yiyecekleri bekliyordu artık.
Ay yeni onbeşlemişti, kocası da 2 günlük bir göreve gitmişti, o gün erkenden kalktı kadın. Heyecandan titriyordu, olup bitecekleri kimsenin görmemesi için dualar ediyordu. Kesin kararını vermiş, banyo sobasını yakmış, suyu çoktan ısıtmıştı. Alacakaranlıkta kalktı, yıkandı, 3 üzerlik tanesini aç karnına yuttu, 3 rekat namaz kıldı, 3 kulhuvallahu, 3 elham okuyup tövbe etti, eşiğe üç kez tükürdükten sonra kapının önünde bekleyen Lütfi’yi aldı içeriye. Lütfi bir kuzu sessizliğiyle süzüldü kapıdan, kadın ne dediyse ikiletmeden yaptı. Üzerindeki tek giysisi olan kara entarisini çıkardı, banyoya kadınla birlikte girdi. Annesi de öyle yapıyordu, onu sıcak suyla, Hacı Şakir sabunuyla hemen her gün ova ova yıkıyordu. Köpükleri, onlarla oynamayı seviyordu Lütfi. Kadının kullandığı kokulu sabunun köpüğünü daha çok sevdi. Kadın onun erkeklik organını görünce biraz korkmuştu doğrusu. Yaşamı boyunca böyle kat kat, bu büyüklükte bir şey ne görmüş ne de duymuştu. Lütfi’yi ovaladıkça içi bir hal olmaya başlayınca yatak odasına aldı onu, her şeyi kendisi yaptı. Lütfi gözleri faltaşı gibi açılmış, olanı biteni izliyor, arada ağzına atılan akide şekerlerini kıtırdatıyordu.
Uğradığı yarı gönüllü tecavüzden sonra evden çıkarılıp kapı önüne konulduğu zaman Lütfi artık bu dünyada yaşamıyordu. Ruhu göklere çıkmış, meleklerle dans ediyor gibiydi. Kapının önünden gün boyu ayrılamadı, önünü kaşıya kaşıya, “Yengeee” diye bağırdı, mızıldandı, sızlandı. Kadın bir kaç kez dışarı çıkıp, “Allahın delisi, ne istiyorsun, mahallede başka ev yok mu” diye bağırarak kovdu onu, ama Lütfi bana mısın demedi. Öğlenden sonra kapıların önlerini süpürüp, kilimlerini seren kadınlar olanı biteni anlamakta gecikmediler ve haber kuş oldu, Erzincan’ın tüm mahallelerinde evlerin kapı önlerinde, çay sohbetlerinin içine konuldu.
Önceleri yüzbaşının eşine “Deliyle yat çocucuğun olur, bunun hiç bir günahı yoktur” diye akıl verenler, bu işin olduğuna iyice inandıktan sonra, kapıdan kapıya seslenmeye başladılar.
“Gız anam, hele zilliyi göriymisen, allahın dilsiz, günahsız garibini yoldan çıkardı!”
“Aslan gibi herifi yetmedi azmışa gız!”
“Bacım zaten ben onun gözünün mavisinden hep gorhtum. İnsanın gözü mavuş olunca gönlü meyhoş olurmuş. Yere bahıy gibiyken gögü yiyiydi.”
“Gız gara yerlere gelesen de ocağın yanmaya, ne istedin o sabiden? Mahallede herif mi, deliganlı mı yohdu?”
“Gendi herif gısırmış gız, dölsüz müş..”
“Olsun anam, allah yazmış, allah düzmüş, ona mı galdı yazıyı gaderi bozmah?”
“Gızhele o Lütfi de ne tosunmuş..Şeftelinin dadına bir kere bahınca duramaz olmuş, ağzından suları ahıy. Babası evde zencirlemiş de zenciri gırmış deyiyler.”
“Aşıh gız aşıh. Ferhart’a dağları deldüren allahım Lütfi’ye niye zencir gırdırmasın?”
“E anam onda da bir şey var ki, aha bele..”
“Uy ocağın sönmeye irezil, sen nerede gördün sahibinin şeyini? Gız yohsa sen de mi..?”
Sokakta dedikodular allanıp, dallanıp, budaklanırken, yüzbaşının eşi lanetlenmiş gibi çıkamıyordu dışarıya. Eve hapsetmişti kendisini. Mahalle kadınlarının o delici bakışlarını görmektense evde odadan odaya gezinmek daha iyiydi. Geceleri kocasıyla birlikte çıkıp, subay gazinosuna gitmek yetiyordu ona. Hem karnında da bir şeyler oluyor gibiydi. Belki allah duasını kabul etmiş, büyü bozulmuştu. Öyle olunca cehennemde bile yaşamaya razıydı. Çok çok evi değiştirir, tanınmadığı bir mahalleye yerleşirdi. 1-2 yıl içinde kocasının başka bir kente tayini de çıkabilirdi. O kadınlar da ondan sonra arkasından vırlansın dursunlardı, ne olacak?
Lütfi, babasından yediği okkalı dayaklardan sonra yüzbaşının evinin önüne gidemez olmuştu. Yine kentin içinde tertemiz siyah entarisi, parlak gıslavet lastik ayakkabıları ile geziyor, arkasına takılıp, onunla dal ga geçen çocuklardan kurtulmak için kadınlara yalvarıyor, “Ezeee, hele bah,  aha aha” diyerek yakınıyordu.
Hiç kimseye bir zararı olmayan kentin içinde gezmediği, girmediği köşe bırakmayan Lütfi başından o olay geçmeden önce başlı başına bir neşe kaynağıydı kentte. Derken Lütfi’ye bir hal oldu, gülen yüzü mahzunlaştı, neşesini yitirdi, uyuz olmuş gibi hep önünü kaşır oldu, kadın hamamının önünde heykel gibi çakılıp kaldı. Hamamdan çıkan kadınların ardından koşuyor, “Yenge has, yenge cici” diyerek boyunlarına sarılıyor, hamamda kızarmış yanakları şapır şupur öpüyordu. Kadınların bir çoğu olayı bilseler de şaşırmış gibi yapıyor, “Deli işte, ne olacak” deyip geçiyorlardı. Lütfi’yi kocalarına şikayet edecek halleri yoktu ya.
Lütfi’nin “Yenge”lere merakı giderek arttı, öyle bir hal aldı ki; caddede gördüğü her kadının arkasından “Yengeee” diye bağırıp, koşar oldu. Nerede bir kadın görse, genç-yaşlı demeden sarılıp öpmeye başladı. Ve bir gün yüzbaşının karısı eşine müjdeyi verdi: “Hamileyim! Allah dualarımı kabul etti, bizim de bir çocuğumuz olacak!”
Yüzbaşı sevinmedi, afalladı, böyle bir şeyin olamayacağını yıllar öncesinden biliyordu. Eşi de kendisi de muayene olmuşlardı, askeri doktor yüzbaşının kısır olduğunu, asla çocuğu olmayacağını fısıldamıştı kulağına. Yüzbaşı, doktorla anlaşmış, kendisinin değil ama eşinin kısır olduğunu söylemesini rica etmişti. Çocukları olmuyor diye yuvayı yıkmanın, sevdiği kadından ayrılmanın ne anlamı vardı?
İyi de bu çocuk nasıl olmuştu? Kendisinden çocuk olamayacağına göre bu kadın kesinlikle kendisini aldatıyordu. Gitti bir kez daha askeri doktora, muayene oldu yüzbaşı, değişen bir şey yoktu, o asla baba olamayacaktı. Evi gözetlemeye başladı. Zamanlı zamansız gider gelir oldu. Çevrede gördüğü, dikkatini çeken tek kişi Lütfi’ydi. Onu hep kapının önünde “Yengeee” diye ağlarken gördü yüzbaşı. Babasının Lütfi’yi sık sık dövmesi de kar etmiyordu artık, iyice azgınlaşmıştı. Kapıyı yumrukluyor, ağlıyor, “Yenge has, yenge cici” diye bağırıyordu. Onun bu halini gören mahalle kadınları; “Gız anam bu deli de mart kedileri gibi tam gızana geldi” diyerek gülüşüyorlar, fısıltılarla Lütfiyle yatmanın nasıl bir şey olduğunu konuşuyorlardı.
Yüzbaşı, karısının giderek büyüyen karnına daha fazla dayanamayıp, “Bu kadın kesinlikle beni aldattı” diyerek boşanma davası açtı. Eşinin kendisini deli ile aldattığını belirtti dilekçesinde. Erzincan’a “Maden olan dağda ot, akıl olan başta saç bitmez” sözüyle nam salan ünlü Kel Hakim gülüp geçecekti bu iddaya, ama dava davaydı. Yüzbaşının eşiyle birlikte bir kaç kadına çarşaf giydirip, mahkeme salonunda oturttu. Sonra Lütfi’yi getirdiler.
“Yenge hangisi Lütfi” diye sordu Kel hakim.
Lütfi çarşaflı kadınları şöyle bir süzdükten sonra gidip yüzbaşının eşine sarıldı, yanaklarından, gözlerinden, dudaklarından öpmeye başladı. Kel hakim, zabıt katibi, izleyiciler gülmekten kırılıyorlardı. Mübaşir Lütfi’yi zorla çıkardı dışarıya. Kel Hakim’in başka çaresi yoktu, yüzbaşıyı eşinden boşadı. Kadın o gün, kararı öğrendikten hemen sonra karnında çocuğuyla terk etti Erzincan’ı.
O günden sonra Lütfi yollara düştü, “Yengee” diye sızlanır oldu. Kerem’in, Ferhat’ın öyküsünü bilenler ona gözyaşı dökmeye başladılar. Artık ne tadı ne tuzu kalmıştı Lütfi’nin. Davulun, zurnanın sesine koşmuyor, düğünlerde oynamıyor, kadınlar hamamının kapısında beklemiyor, askerleri gördüğü zaman “Ana baba kına kına, kuş bayrak tuti tuti” bile demiyordu. Sadece önüne çıkan kadınlara saldırıyor, onları hırpalıyordu.
Ve bir gün kara haber tüm Erzincan’ı sardı. Lütfi’ye Aşağı Çarşı’da bir askeri jeep çarpmış, kanı Trabzon Caddesi’ne akmıştı.
Lütfinin çocuğu erkek mi oldu, kız mı? Yüzbaşının karısından başkası bilemedi bunu. Eğer yaşıyorsa o çocuk, babasının Lütfi olduğunu bilmeden 40 yaşına girdi demektir.
Abdulkadir Konuk
Share To:

ozgurhabernet

Post A Comment:

0 comments so far,add yours