6 Ay boyunca, her hafta 3 saat beni dinleme inceliğini gösteren son doktorumun, “Acil” diye yazdığı rapordan sonra “Uslanıp, öyle hop oturup hop kalkan biri değil, sakin bir adam olabilmem “, yani postu da depresyonu da üzerimden atabilmem için sağlık sigortası tarafından buraya gönderilmiş bulunuyorum. Buranın bir “Kur merkezi” olduğunu hemen belirtmeliyim. Burada doktorların izin verdiği kadar “Kur” yapılıyor. Bunun Türkçe’si; “Kür!” Türkçe’de “Kur” yapmak, başa bela almak gibi bir şey. Burada yapılan kurlarla baştaki belalar defediliyormuş.
“Post” sözünden oldum olası  nefret etmeme karşın, uzunca bir süredir “Postdepressif” olma gibi bir lükse kapılmış bulunuyorum. Türkçe sözlüklerinin açıklamalarına göre; “Deprasyon; infihaz, çöküntü, mutsuzluk, meyusiyet” anlamlarına geliyormuş. Ben bunlarla yetinecek bir adam olmadığımdan ve biraz da modern sanatçı yönüm bulunduğundan, bir de “Post” eki alarak postdepressif oldum. Yani her an patlamaya hazır, pimi çekilmiş el bombası. Bir tek üzerimde “Dokunma, yakarım” yazılı plakam eksik.
Önceki doktorumun söylediğine göre; beyin hücrelerim en küçük noktalarına kadar doluymuş ve bu beladan kurtulabilmem için her hangi bir şekilde; “Boşalmam” gerekiyormuş. Buraya, ona buna “Kur” yapayım diye değil, boşalayım diye getirildiğimi, yeni doktor da karşılama töreni sırasında ivedi bir şekilde açıkladı.
Kur merkezine gelir gelmez bende önemli değişiklikler olmaya başladığını itiraf etmeliyim. Ben bile inanamıyorum. 15 yıldır yapmadığım bir şeyi yaşıyorum, sabahları kahvaltı yapmaya başladım. Doğruyu söylemek gerekirse başka zaman üzerime ordular gelse sabah saat 7’de kalkıp “Schinken”  yemem, yiyemem.  Ama bu adamlar uyanık. Bizi sabah 6’da “Harbiye Marşı”, ya da “Türkiyem” şarkısı ile uyandırmıyorlar. Her 5 dakikada bir, mini etekli, dolgun bacaklı, geniş balkonlu güzel hemşirelerden biri geliyor, yüzünde en güzel gülücüklerle; “Kahvaltııı” diye şakıyor tepemizde. Sıkıysa uyanmayın. Bir kere yataktan kalkınca da insan ister istemez Schinken, yani jambon yiyor. Daha ilk günden Schinken  sözcüğünün Türkçe’sinin Jambon olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Daha öz Türkçe’sini başka bir yerde bulamadım.
Burada öyle beyaz giysili hemşire, doktor, sağlık görevlisi yok. Görevlilerin hepsi sivil giyimli ve işin ilginci biz hastalardan görünüş ve tip açısından hiç farkları yoktur. Bu nedenle devamlı birileri tarafından izleniyormuşum gibi bir his var içimde.
Bendeki 2. değişiklik çok önemli. Akşam saat dokuzdan, sabah saat 6’ya kadar sigara içemiyorum. Odalarda sigara içmek yasak. Akşam saat 9’da ana kapıyı kilitliyorlar allahsızlar, çıkıp dışarıda yıldızları seyrederek sigara içemiyorum. Rakı dersen zaten hiç yok buralarda.
Rakı dedim de aklıma bir olay geldi. Bizim vatandaşlardan biri birahanede bir İranlıyla tanışmış. İçerken içerken iranlı Azeri içini çeke çeke “Ah, ah! O Humeyni deyyusu gelmeden önce menim bir arak karhanem var idi, günde eyi pul ediydim. O deyyus geldi, karhaneyi gapadı, biz de el melmeketine düştük” demiş.
Bizim vatandaş hemen; “Peki karılar ne oldu” diye soruyu yapıştırmış. İranlı, soru karşısında tokat yemiş gibi bakmış adama ve “Ne garisi, zatik gari yohdu ki” demiş.
“Haydi beee, sen bizi salak mı sanıyorsun. Karısız kerhane mi olur”?
“Yohdu gari deyirem sene. Benim arak karhanem var idi!”
“Tamam aslanım, anladık. Humeyni kapattı orayı. Kapattı da karılar ne oldu?”
“Meni deli etme adam, ne garisi?”
Sohbet kavgaya doğru yol alırken biri bizimkine: “Kardeşim, adamın rakı fabrikası varmış, onu kapatmış Humeyni” demiş de sorun çözümlenmiş.
Yani burada ne arak, ne rakı, ne de sorun var.
Bu gün doktorla kardeş kardeş söyleştik. Ben anlattım adam dinledi, ben anlattım o dinledi ve sonunda gözyaşlarını silerek; “Yarın devam edelim” deyip grup terapisine gönderdi beni. Grupta 8 kadın, 4 erkek vardı. Herkes kendini tanıttı. Ben; “Yazarım” deyince öteki  iyileşme adayları “Haydi oradan” der gibi baktılar bana. Ben de onların anlattılarına inanmamıştım zaten. Hepsi turp gibi, yanaklarından kan damlıyor. Manyaklıklarını gösterebilmek için olur olmaz her şeye durmadan gülüp, insanın sinirlerini bozuyorlar.
Doktor; “En az 6 hafta burada kalmanız gerekiyor” dedi.  6 haftada benim bütün çatlaklıklarımı gidermeye kararlılar. Bu işi nasıl yapacaklarını gerçekten çok merak ediyorum.
Güzel, tek kişilik odam, bahçede durmadan öten kuşlarım, koskoca bir ormanım, ormanda çiçeklerim var. Nedense kendimi onların arasında hiç bir yere koyamıyorum. Bir yerde de 5 dakikadan fazla oturamıyorum. Annemin bir zamanlar dediği gibi “Kıçıma nişadır sürülmüş” gibi dolanıyorum orada burada. Ve insanlar burada yüzer gibi yürüyorlar. Yumuşakçaların içinde kalmış gibiyim..
Bu gün 24 Temmuz. Bu günün “Gazeteci Bayramı” olduğunu gazetelerden öğrendim. Tarihin bir noktasında bu gün Türkiye’de “Sansür” kaldırılmış (mış.).  Burada yıllarca kendilerine yazı yazdığım iki Türkçe gazetenin yönetimi yazılarıma sansür koymaya kararlı olduklarından artık yazamıyorum. İşin ilginci bu iki gazete de bu gün sansüre karşı olduklarını manşete çıkarmışlar. Onlara mektup yazıp, ağzıma geleni saymak istedim, ama “Delidir, ne dese yeridir” diyeceklerini, beni ciddiye almayacaklarını düşünerek vaz geçtim. Bu davranışım da “Özel sansür”dü elbette.
Her an, her köşede izlendiğim şeklindeki kuşkularım doğrulandı. Doktor “Bir köşede oturup gazete gibi lüzumsuz işlerle uğraşmak, ya da kıçı yanmış kedi gibi dolanmak, yürürken oluşturduğum rüzgarla insanları nezle etmek yerine, mutlaka sporla terapi seanslarına katılmamı” istedi.  Bende enerji fazlalığı olduğu şeklinde kuşkusu bulunduğunu da dile getirmekten kaçınmadı. Bana sadece 19 Mayıs hareketleri yaptıracaklarını düşünerek, biraz gırgırımı geçerim deyip sporla terapi seanslarına katılmayı kabul ettim.
Her seansın ayrı bir terapisti var. Spora fizyoterapi ile başladım. Fizyoterapist beni kocaman bir lastik topun üzerine oturttu, ve “Hopla” dedi. Aman ne hoş, aman ne neşeli, anlatamam. Topun üzerine çöktüm, havalandım, çöktüm havalandım.. Sakalımın da göbeğimin de neşeleri yerinde. Onlar da benimle birlikte hop hop hopluyorlar. Ben gülüyorum, terapist gülüyor, top gülmüyor.
Terapist seans sonunda benim topun üzerinden kalkmadığımı görünce; “Al, odana götür” dedi. Ona ilk okulda okumaya; “Baba bana top al” tümcesiyle başladığımı, babamın topa vura vura ayakkabılarımızı çabucak eskitiriz korkusuyla bize asla top almadığını anlatmadım. Şimdi mektuplarımı bu topun üzerinde hoplaya hoplaya yazıyorum.
Bu gün cimnastik, başka deyimle “Jimnastik” öğretmeni-bu da terapist- bize aerobik yaptırdı. Hem de bahçede, çimlerin üzerinde ve herkesin gözlerinin önünde. Utancımdan girecek delik bulamadım. Ötekiler işin keyfinde, kıkır kıkır gülüyor utanmazlar. Kimsenin yüzüne bakamıyorum. Yerdeki otları yüze kadar saydım, gerisini unuttum.
Terapist bizi önce olduğumuz yerden bir adım uzaklaşmadan, yerinde say usulü maratona çıkardı. Müzik kıvrak, hava sıcak, yer yeşil, seyirci gırla.. Duracağım, utanıyorum. Ben 20 yıldır spor yapmadım, acı bana diyeceğim terapiste, tümceyi kuramıyorum. Derken maraton bitti, müzik göbek havasına dönüştü. Terapist benim gençlik yıllarımın ünlü dansözü Özcan Tekgül gibi kıvırıyor, biz de. Oh, oh! Nedense herkesin bana güldüğünü düşünüyorum.
Müzik ağırlaştı, sırt üstü yere yattık. Ama adam bırakmıyor yakamızı. Haydiii, bacaklar havaya! Etme, eyleme, gözünün elifini seveyim, biz artık genç değiliz, bir ayıp mayıp ederiz diyeceğim, tümceyi yine kuramıyorum. Şimdi de popolar havaya! Aman delilerin olayım, sakın amuda kaldırma..
Kısacası adam bir saat boyunca oynatmadık yerimizi bırakmadı. Ben bu sporla on yıl daha idare ederim diyecekken, “Bundan böyle her gün aynı saatte geleceksiniz”, dedi adam.
Akşam yemeğinde makarnalar vardı. Evet, makarna değil, makarnalar. Makarna salatası, domates soslu spagetti ve peynirli makarna. Tabağımı 3 çeşit makarnayla tepeleme doldurduktan sonra kocaman 3 dilim ekmeği alıp masama gittim. Yemekhanede masa arkadaşlarım, yani yaşı-başı belli olmayan 2 kadın ve yaşı belli 1 erkek, tabağımdaki makarna dağına değil, elimdeki ekmek dilimlerine gözlerini diktiler. O anda onların makarnayla ekmek yiyen böyle ilkel biriyle birlikte oturmaktan sıkıldıklarını, bu sıkıntının onları yeni bir deprasyona sokacağını düşünmeden ekmek dilimlerinden birini ağzıma tıktım ve arkasından okkalı bir kaşık dolusu makarnayı gönderdim. O kadar sporlu terapiden sonra  yerim o makarnaları değil mi? Ama nedense masa arkadaşlarım yemeklerini yiyemeden, homurdanarak masadan kalktılar.
Çiçeklerimi sulasın diye evin anahtarını verdiğim arkadaştan gelen mektubu akşam yemeğinden sonra aldım. Saksılara diktiğim fasulyeler büyüyormuş. Eve gidince türlü yapabileceğim demektir.
Belim ağrıyor, mahvettiler beni terapistler. Çimene oturuyorum popom ağrıyor, ayağa kalkıyorum yine belim bağırıyor, yemek yiyorum, kolum ağrıyor. Tüküreceğim terapilerinin içine.
Her sabah aynada o tipsiz, bezgin adamı görüyorum. Yıllarca bu adama nasıl dayandım acaba?
“Aynalı yastık, cimnastik!” Fizyoterapist traplenin üzerinde hoplattı beni. Havuzda “Dön baba dön” oynadık.  Beni yoldan çıkardı bu allahsızlar. Kötü adam oldum. Sabahları kahvaltı yapıyorum, öğlenleri ekmek vermedikleri için ekmeksiz, soğansız yemek yiyorum. Akşamları sadece 2 dilim yağlı ekmek yutuyorum. Gece yiyebileyim diye ekmek çalıyorum. Spor yapıyorum, yüzmeye gidiyorum. Gece kargalar uyumadan, yatakta sigara içemeden, erkenden uyuyorum.
Nerede benim günlerce uykusuz kalışlarım, gece gezmelerim, nerede bol ekmekle yenilen kelle-paçalarım, limonlu, sarımsaklı işkembe çorbalarım, salçalı İzmir köftelerim.. Tabağıma çorbayı biraz fazla koysam, yaşı belli olmayan kadınlardan biri hemen, “Çorbada çok kalori olduğunu, bunun beni şişmanlatabileceğini” söylüyor. Derde bak, o çorbayı ekmeksiz, limonsuz, yanında yeşil soğan olmadan içmek zorunda kaldığım böyle bir zaman diliminin içine..
Havuza ilk kez gitmiştim. Arazi bana yabancıydı. Öteki insanlara bakarak hareketlerimi düzenliyordum. Suyun içinde havuz terapistinin isteğiyle “El ele, el ele, pamuk ile el ele” oynadık ve ne kadar kendimi korumaya çalışsam da, hep o yaşı belli olmayan kadınlardan biri elimi tuttu. Sudan çıkınca ötekilerin ardına takılıp bir kapıdan içeriye girdim. Herkes oradan gidiyordu ve ben gözlüklerim olmadığından o herkesin “Kadınlar” olduklarının ayırdında değildim. Meğer orası kadınların soyunma-giyinme odasıymış. Bir kadın yüzüme karşı, hiç utanmadan; “Bok herif” diye bağırdı. Kadına; “Siz de ben de yaşlıyız, bir şey olmaz” demek istedim ama tümceyi yine kuramadım.
Havuzdan sonra doktorla konuşma terapisine gittim. Doktora, artık eve gitmek istediğimi, iyileştiğimi söyledim. “İlk günlerde hep böyle oluyor” diyerek güldü doktor. Sonra bana önemli bir giz veriyormuşcasına, fısıltıyla; “Siz en zor hastalardan birisiniz” dedi ve açıklamaya girişti neden zor olduğumu:  “Yanlış anlamayın, hakaret etmiyorum” dedi, “Her şeye inandırıcı nedenler buluyorsunuz, şaşırıyorum. Hep iyi olduğunuzu söylüyorsunuz, çocukluk iyi, aile iyi, yaşam iyi..”
zaman anladım bana ne yapmak istediklerini. Burada içimizi dışımıza çıkarıp, kötü, boktan şeyler olduğumuzu kabullendirecekler bizlere. Sonra da iyi olmaya karar vermemizi sağlayacaklar, en sonunda da bizi iyileştiğimize inandırıp, eve gönderecekler.
Kararımı hemen verdim. Kısa sürede buradan çıkmak istiyorsam kötü olmayı kabul etmeliydim. Sadece kötü değil, en kötü olacağım, görecekler günlerini.
Ben kötüyüm. En kötüyüm. Roma’yı ben yaktım. Kentleri basan nehirleri ben taşırdım. Depremler benim eserim. Fırsatını bulursam 3. Dünya savaşını da çıkaracağım..
Günlerdir kimseyle konuşmuyorum. Kötüyü oynuyorum. Elimde bir defter, her yere girip çıkıyorum. Masa arkadaşım olan erkek arkamdan; “Kendini yazar sanıyor, bazıları böyle oluyor” dedi. “Yazık” dedi yaşı belli olmayan kadınlardan biri; “İyileşse belki gerçekten yazar olabilirdi!”
Onlara bir zamanlar “Tanrının zabıta katipliğini yaptığımı” söylemedim.
Bu gün çok kötüyüm. Gazetede okuduğum haber beni beynimden vurdu. Haberin başlığı aynen şöyleydi: “Mars 2 Yemenli’ye miras kalmış.”
Mars neden yaşamı boyunca şöyle ele avuca gelir, bir mirasa konmamış olan bana değil de 2 Yemenli’ye miras kalıyor? Gazete şöyle açıklıyor bunun nedenini:
“Duyanları şaşkınlık içinde bırakan olay, Yemen’in başkenti  Sanaa’da meydana geldi. Mustafa Halil ve Abdullah Amri adlı Yemenliler, Yüksek Mahkeme’ye başvurarak, ABD’yi şikayet ettiler. Mars gezegeninin kendilerine dedelerinden miras kaldığını ileri sürerek Pathfinder’in Mars’tan derhal çekilmesini ve ABD Büyükelçisi’nin mahkemeye gelerek işgal sorumluluğunu üstlenmesini istediler.”
Deli olacağım. Postdepressif olmaya başladığım ilk günlerde Amerika Mars’a gidiş için çalışmalarını sürdürüyordu ve ben bir arkadaş toplantısında; “Görürsünüz, gittiklerinde orada karşılarına döner dükkanları çıkacak” demiştim de arkadaşlarım benim Kırklartepesi’ne sahip bir kentte doğduğuma, erenlerle ilişkilerimin bulunduğuna, istersem her an Kırklar’a karışabileceğime aldırmadan acı acı; “Yazık” dercesine gülmüşlerdi. İşte kanıtı, işte gazete.
Ayrıca benim çok akıllı dostlarım bazı ayrıntıları hep gözardı ediyorlar. Yemen bir zamanlar Osmanlılar tarafından işgal edilmişti değil mi? Davacı adamların adları ne? Mustafa ve Abdullah. Yani Osmanlı kökenli Yemenli. Dedeleri de Osmanlı. Mars onlara dedelerinden miras kaldığına göre Mars’a Amerikalılardan önce Osmanlılar gitti demektir. Yemenliler kanıt olarak ellerinde bir belgenin olduğunu da söylemişler. O belgede aynen şöyle yazdığına kalıbımı basarım: “Yedi düvel sultanı padişahımız efendimiz adına and olsun, arzı, arşı alayı ve dahi ayı, yıldızları ve bunların içinde Mars denen seyyareyi mülkümüzden sayıp, bizden sonraki torunlarımıza ve dahi torunlarımızın torunlarına mülk eyledik.”
Gazetenin yazdığına göre olayın sonraki gelişimi şöyle:  “Hakim ellerindeki kağıdın Mars’ın tapusu olduğunu öne süren iki meczubu azarladı ve ‘Davayı geri çekmezseniz ikinizi de hapse atarım’ dedi ve meczubları mahkemeden kovdu!”
Amerikan işbirlikçisi hakim, ne olacak! Bana kalırsa Yemenliler haklı. Yukarıda belirttiğim gibi Mars’ta dönerciler var. Adem cennetten kovulduğunda üçüncü molayı Mars’ta vermiş ve orada çocuklarının bir kısmını bırakmıştı. Geride bıraktığı bu çocukları sonradan anarken onları “Terkler” diye adlandırmış, bu söz yinelene yinelene “Türkler” halini almıştı. Zaten Yemenliler de Türk’tü.
Tapunun Yemenli Mustafa ve Abdullah’ın eline nasıl geçtiğini “Tanrıların Arabaları” isimli kitabın yazarı da uzun uzun açıklamaktadır. Bir başka kanıt ise Mars sözcüğünün bir Arap oyunu olan tavlaya yerleşmiş olmasıdır.
CIA kaynaklarına göre Mars’ta bir de “Cıllar Çiftliği” varmış. Ama Amerika bunu açıklamayı şimdilik çıkarları açısından doğru bulmuyormuş. Yeşilçam bu haberlerden sonra seri film çekimlerine başlamış. Filmlerden bazılarının isimleri şöyle: “Cüneyit Marslılara karşı!”, “Mamçakoğlu Mars Boylarında”, “Mars’ta bir Türk lokumu”, “Marsiye’nin aşkı Kurtdereli..”
TBMM’de bir milletvekili de eski bir marşın sözlerinin; “Tuna nehri akmam diyor/Ben o aya bakmam diyor/Şanı büyük Çılar paşa/Ben bu Mars’tan çıkmam diyor” şeklinde değiştirilmesi için yasa tasarısı hazırlamış.
Radyolara göre; İstanbul’da dolmuş muavinleri şimdi; “Haydeeee, Mars’a bir iki” diye bağırıyorlarmış..Yine gazetelerin yazdığına göre Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörü Celal Yeniçeri; “Peygamberimiz Maida suresinde gökten gelen sofradan bahsediyor. Burada cennet tabirini kullanmıyor, ‘Gök’ diyor. Bu sofrada ‘Et ve ekmek vardı’ diyor.  Et varsa kainatta canlı var, ekmek varsa ziraat var” diyerek Marslıların ülkemizdeki açlara et/ekmek yardımı yapabileceklerini, Derviş’in de ekonomiye yön vermesi için Marslılar tarafından gönderildiğini ima ediyor. Profesör Yeniçeri ayrıca; “Peygamberimizin amcasının oğlu İbni Abbas, göklerdeki yerkürelerden bahsederken; ‘Burada Adem varsa oralarda da Adem vardır Adem gibi, İsa vardır İsa gibi, Musa vardır Musa gibi demiştir” diyerek tezini bilimsel olarak kuvvetlendiriyor. Ayrıca Vatikan’ın başastronomu ve Amerikalı bir cizvit olan Profesör George Coyne; “Tanrı başka canlılar yaratmaya da kadirdir. Hazreti İsa’nın başka gezegenlere gidip gitmediği konusunda bir şey söyleyemem” dedi.
zaman Yemenli hakim neden Mustafa ve Abdullah’ı azarladı. İnsanın Mars’ta akrabasının olmasının ne gibi bir kötü yanı olabilir? Haberi doktoruma söyledim, “Bir Türk döneri olsaydı şimdi, ama yaprak döner” diye mırıldandı ve “Biliyor musunuz, ben sizin yemeklerinize hayranım” diye ekledi. Bu adamın yiyici biri olduğunu, elinden gelse Marslılardan bile rüşvet alabileceğini ilk günden anlamıştım zaten.
Mars’la yatıp kalkmaktan bıktığım bir günde gazete yine imdadıma yetişti. Bu kez haber Ruslarla ilgiliydi.
Moskova’da bir kaç bilim adamı “Mısır’daki piramitler de dahil olmak üzere, eski  dünyanın bütün kültürel birikimlerinin Rus-Türk ortak imparatorluğunun ürünü olduğunu ileri sürdüler” diye yazan gazeteye donmuş gözlerle 10 dakika baktım.
“Deliye davul verirsen götüyle çalar.” Bunun kısaltılmışı; “DDVGÇ”dir. DDVGÇ üyesi bilim adamları böyle deyince Moscov News Gazetesi hemen haberin üzerine atlamış ve bilim adamlarının görüşlerini şöyle özetlemiş:
“Bayak İskender ve Sezar gibi isimler söylentidir. Tatar-Moğol akıncıları aslında Rus ve Türk akıncılarıydı. Bu iki halkın yolları sonradan ayrıldı. Eski dünyanın, piramitler de dahil olmak üzere kültürel birikimini Rus-Türk İmparatorluğu sağladı. Sonradan bu gerçekler hafızalardan silindi, meydan yanlışlara kaldı.”
Yalanım varsa ultrapost olayım. Böyle yazıyor gazete. Ve ben şimdi her şeyi daha iyi anlayabiliyorum. Ruslarla Türkler eskiden akrabalardı, Mars’ı paylaşamadıkları için aralarına miras kavgası, sonra da kan davası girdi. Tanrı Dağı Rusya’daydı ve Türk’tü. Hira Dağı müslümandı ve ona en çok Osmanlılar sahip çıkmışlardı. Piramitler Türklerin teyzelerinin kızlarıydı. Osmanlılar Mısır’da El Ezher Kütüphanesi’ni Ruslarla olan ilişkileri ortaya çıkmasın diye yakmışlardı. Kurtçukların bize “Moskovaya” diye bağırmasının asıl nedeni Demirel’le Gorbaçow’un eski miras kavgasından kaynaklanıyordu.
Bir zamanlar bir Türk profesör de Kızılderililerin soyunun Türklerden geldiğini, kıtalar oluşmadan önce Türklerin Amerika’ya gittiklerini, sonra karalar ayrılınca orada kalıp kızıllaştıklarını yazmıştı. Zaten Ruslar kızıldı, Türkler de onlardan geri kalmamak için Kızılderili olmuşlardı.  Bu arada Çiller; Geyikli Baba’ya neden gitti? Neden piramitlere ya da Mars’a gitmedi?
Yemek zamanı geldi. Masamıza bir sandalye, bir adam eklemişler. Daha merhaba demeden yeni gelen ve masaya eklenen adam senli benli konuşmaya başladı. Sevmem böyle teklifsiz, sulu tipleri. Konuşmadım. Konuşmayacağım, kararlıyım. Onlar da beni terapistlerine moral bozucu, iştah kaçırıcı biri olarak ispiyonlayacaklar. Etsinler, umurumda değil. Ben önemli konularla meşgulüm. Çiller neden Geyikli Baba’ya gitti. Özer’e bir kıyak mı düşünüyor acaba? Yoksa sahneye çıkmaya mı karar verdi. Assolist mi olacak? Geyikli Baba neden hep güzel kadınları assolist yapıyor? Geyikli Baba Çiller’e “Millete ne edersen et, benim geyiklerimi rahat bırak” dedi mi, demedi mi? I. Ramses Geyikli Baba’nın nesi oluyor?
Peki bu Şevki’ye ne oluyor? O ne biçim parlamenter sözler öyle? Gazeteci milletinin önünde “Pezevenk, sen git karını Jony’e ver, alnından öpeyim” denir mi elin adamına? Kural mı değişti? Eskiden namuslu insanların alnından öpüyorlardı.
Doktor; Rahatsız görünüyorsunuz, sizi rahatsız eden şey nedir” diye sordu. Ona Ruslar’ı,Osmanlılar’ı, Şevki’yi, Çiller’i, geyikleri anlatamadım.
Bizim terapi merkezinin altında, bodrum katta insanlar acayip bir oyun oynuyorlar. Bu oyun salonunun adı “Kegelbahn.” Uzaklarda bir yerlerde 9 lobut, tepelerinden ip bağlı olarak, ayakta duruyorlar. Onlara ne zaman baksam kukla hükümetler geliyor aklıma. İpin kimin elinde olduğu görünmüyor. Bu kegelbahn oyununun Türkçe adı “Kiy” oyunuymuş. “Kiy” ne demek? “Kim İşedi Yola”nın kısaltılmış hali mi?
Merak edip, izledim oyunu. Oyunculardan biri darbe yapacak general edasıyla oturduğu yerden kalkıp, yan tarafta duran toplardan birini alıyor. (Burada bir açıklama yapmak zorundayım. Türkçe sözlüğe göre bunun bir top değil, bir “Mahrut”, yani “Koni” olması gerekiyor. Bu koninin nasıl yuvarlanacağına iyi saatte olanlar karışıyor.) Evet, oyuncu toplardan birini alıyor, şöyle bir geriliyor, sonra; “Ordular ilk hedefiniz iktidar” dercesine topu ilerdeki lobutlara doğru yuvarlıyor. Top gidiyor, gidiyor ve yine gidiyor, sonra güm! İktidardan kaç bakan devrilmişse oyuncunun yüzü o kadar gülüyor. Ama o ne? İpler oynuyor, yere düşen bakanlar ayağa kalkıyor ve oralarda bir yerdeki delikten bir top “Hurraaa” diyerek oyuncunun üstüne üstüne geliyor.
İpi kim tutuyor, topu geriye kim atıyor o belli değil. Bu oyun bana düşüp kalkarak kırk yıldır ülkemi yönetenleri anımsattı. Çok politik bir oyun. Bence TBMM’nin altına böyle bir Kiy salonu açmalı. Elbette o zaman oyunun adı Kim İşedi Yola oyunu değil, Kamuyu İşletmenin Yolları oyunu olacak. Bu oyunu en iyi babaların babasının oynayacağına eminim.
“Çok düşüncelisiniz” diyen doktora bunları da anlatamladım.
Doktor beni sınamak, yani gerçek bir yazar olup olmadığımı anlamak için bir şiir yazmamı istedi. Duygular en iyi şiirlerde ortaya çıkıyormuş. Ben de ormana gidip, kuşları dinleyerek aşağıdaki şiiri yazdım.
“Erken kalkıyorum efendiler, hanımlar
Bildiğiniz gibi değil
En ıslağından bir duş
En salağından aynaya bakış
Suratta yamalı gülücük
Erken yatıyorum sigarasız
Sonra duman çöküyor rüyama
Sigara içilmeyen odaları yıkınız
Bu orman, bu kuş, bu çiçek
Nasıl sarhoş olunuyor rakısız
Erken yatıp erken kalkıyor
Adamlaşıyorum.”
Doktor şiiri okuyunca; “Kendimi baskı altında tuttuğumu, duygularımı özgür bırakmadığımı, iç dünyamda büyük bir fırtına olduğunu” söyledi. O fırtınayı atlatamazsam gidermişim. Ona; “Bana ne bahardan yazdan” türküsünü iyi bildiğimi söylemedim.
Sorular yakamı bırakmıyor. Refah Parti’li Abdullah Gül, Çiller’e yanıt verirken; “Biz kimsenin şahsi şeyinin kefili olamayız” diyerek ne söylemek istedi? Neden söyleyeceklerini açık söylemeyip beni deli ediyor bu adamlar? Buralara düşürdükleri yetmedi mi? Elbette herkes kendi şeyinin kefilliğini kendisi yapar. Bunu  bilmiyor mu Abdullah efendi. Neden Çiller’e öyle söylüyor? Bu adam Çiller’e; “Şeyin” derken ne demek istiyor?  Çiller meydanlarda “Ben halkımın anasıyım. Bu ananızın, bacınızın önünü kesiyorlar” diye bağırdığı için mi böyle söyledi Abdullah? Çiller şeyine kefil aradığını ne zaman söyledi? Özer evin reisi olarak bu konuda neden konuşmuyor?
Terapi seanslarına devam ediyorum, kötü olmaya devam ediyorum, konuşmamaya devam ediyorum ve doktor beni eve göndermemeye devam ediyor.
TBMM yeni aldığı bir kararla evli kadınların eşleri tarafından dövülebileceklerini ima etti. Böyle şeyler açık söylenmez elbet. Milletin vekili Işılay Saygın bu karara karşı çıkar gibi yaptı. Samimi değil bu kadın, inanmıyorum ona. Çünkü o kadın bir zamanlar İzmir’de Buca Belediyesi Başkanı’yken gecekondularda oturan kadınları polislere dövdürtüyordu. Dövdüre dövdüre milletvekili oldu.
İngiliz kızı Sarah bile Musa’ya diklenip memleketinin yolunu tuttu, bizim kadınlar hala Musalardan dayak yemeye devam ediyorlar. Yuh olsun alayına.
Ne demişti Muhammed? “Kadınlarınızı ince bir sopayla, kolunuzu dirsekten kırmadan, hafifçe dövebilirsiniz!” Ve yine ne demişti; “Kadınlar sizin tarlalarınızdır, onlara istediğiniz biçimde gidebilirsiniz.” E, hal böyle olunca ne yapsın erkekler? Tarlada yılan olur, akrep olur, bakarsın cin min olur. Eli sopalı gitmek gerek tarlaya.
Dokrora bunları anlattığım zaman, “Onun bunun kadınlarının sorunlarıyla uğraşırsam kendime ayıracak zamanım olmayacağını, kendilerinin de terapi süremi uzatmak zorunda kalacaklarını, bunun da devletin kasasına önemli bir yük getireceğinii” söyledi.
Bana ne kadınlardan değil mi? Bir sevgilim bile yok, anneme küstüm. “Bir kedim bile yok, anneme küstüm” dizelerinin yazarı Kemal Burkay aslında “Bir sevgilim bile yok” demek isterken, gevşek solcu olduğundan ve utandığından diyememiştir. Annesi de onun şifreli konuştuğunu anlamayıp, onu hemen evlendirememiştir.  Değilse Dersim’de kedi olmayacak da nerede olacak.
Gazetede okudum. Hasan Celal Güzel dedi ki; “10 adamım olsa Genelkurmay’ı basardım!”
Burada sorun genelkurmayı basmak değil, sorun bir partinin başkanı olduğu halde hala 10 adam bulamayan Celal Güzel’dir. Hasan Celal Güzel bir an önce Malkoçoğlu’nu ve Tarkan’ı bulup, şu genelkurmay sorununu çözümlemeli.
Başka bir haber daha okudum gazetede: “Sevişme sırasında 25 yaşındaki sevgilisini yatak demirine kelepçeleyen aşık, kelepçenin anahtarını kaybedince önce çilingini aradı, çilingiri bulamayınca polise haber verdi. Polisler demir makası ile kelepçeyi kesip, kadını kurtardılar.”
Bu haberi toplumsal yararları açısından bir kaç yönden incelemek gerekir:
Adam kadını kelepçeleyerek korunamaz hale getirmiş, korunmasız bir kadınla cinsel ilişkiye girmiş, yani ona tecavüz etmiştir.
Kadın, gönüllü olarak kendisini kelepçelettirdiği için tecavüze ortak olmuştur.
Polisler kelepçeyi açarak tecavüz belgelerini imha ettikleri için tecavüze dolaylı olarak katılmışlardır.
Olayın sonunda kadın kelepçelerden kurtulduğu için, adam kurtarıcı bulduğu için, polisler de kurtardıkları için mutlu olmuşlardır.
Yukarıda belirtildiği gibi çok sayıda kişinin yatak odasında yaşadığı bu olay “Grup seksi”ne girmektedir.
Olay Türkiye’de yaşansaydı polis önce paparazzileri çağırır, kelepçenin minicik, çıplak kadının kocaman fotoğraflarını çektirir, ardından kelepçeyi kesmek yerine, karyolayı kadınla birlikte bir kamyona yükleyip, adliyeye götürerek belgeleri korur ve suçüstü davası açtırırdı. Ayrıca ve mutlaka bu konuyu ünlü sunucu Reha Muhtar’ın televizyonda canlı biçimde yayınlamasını sağlar ve Reha bey kadına; “Sizi kelepçelerken aslında şey etmek istiyordu değil mi” diye sorardı.
Doktora bu olayı anlatmadım. Ona sadece;  yemekhanede masa arkadaşlarımın ben yanlarına gittiğimde hemen konuşmayı kestiklerini söyledim. Doktor bana dedi ki; “Siz bir yere gittiğinizde konuşanlar konuşmayı kesip, size aptal aptal sırıtıyorlarsa az önce mutlaka sizin hakkınızda konuşuyorlardı demektir. O kişiler susmakla kalmayıp, kalkar giderlerse bu ‘Neden sustunuz’ şeklindeki bir sorunun sıkıcı sonuçlarından kurtulmak için yapılmış bir davranış olarak açıklanabilir. Bu gibi hallerde size; ‘sustu enadırlayf gazinosu/ sustu şarkılar/ paletimde renk, fırçamda şekil/ ve bu akşam paramazın mazgallarından/ şehre pancur pancur dökülen arya’ şiirini okumanızı öneririm. “
Bu şiiri biliyorum. Hatta “Yüzbaşı Arnold’u vurmuş yerliler/Matemler içinde tekmil batarya” dizelerinin de bu şiirde yer aldığını iyi anımsıyorum. Şiir “Marya” isimli bir kadına yazılmış. Onun için yazar şiirinin bir yerinde; “Baharda geleceğim diyordun Marya/İşte mevsim bahar ya” diyor. Bu şiirin önemli özelliği “Ya” uyaklı olmasıdır. Şiirin yazarı kim mi? Nereden anımsayayım? Kırk yıl önce okumuştum bir antolojide. Aklımda kaldı Marya. Ayrıca yazarın hiç bir önemi yok. Yazarlar unutulurlar, şiirler anonim olurlar ya.
Dostoyevski; “Kadınların ellerinin öpülmesinin onları aşağılama duygusu içerdiğini” söylemiş. Haftalardır birlikte yemek yediğimiz, yaşı belli olmayan kadınlardan biri taburcu oldu, onu yolcularken bilinçli olarak elini öptüm.
Doktor, gazete okuma alışkanlığımdan, yani gazetekoliklikten inatla vazgeçmediğimden hastalığımın kronikleştiğini, yani müzminleştiğini, bu dünyadan giderken onu da yanımda götürebileceğimi üzgün bakışlarla belirttikten sonra; “Sizin için burada yapabileceğimiz hiç bir şey yok, ayrıca yatağa da ihtiyacımız var” diyerek eve gidebileceğimi, gitmeden önce bir şeyler söyleyip, söylemeyeceğimi öğrenmek istediğini söyledi.
Ona; Hasan Celal Güzel’in nüfusu yetmiş milyonu aşmış bir ülkede 10 adam bulamadığını, ama ülkeyi kurtarmaya gönüllü olduğunu, Çiller’in önünün kesildiğini, Geyikli Baba’nın bu işlerle ilgisinin olmadığını, babaların babasının hala babalandığını, evdeki fasülyelerin kartlaştığını ve artık onlarla türlü pişiremeyeceğimi, ülkemizde kadın memurların kot pantolon giymelerinin yasak olduğunu, rüzgarlı havalarda kadınların M.M gibi açılan eteklerine bakarım diye de o ülkeye gitmeme izin verilmediğini söyledim ve onun üzüntü dolu bakışlarına aldırmadan türkü söyleyerek kur yapmaya son verdim.
Hastaneden çıktıktan sonra kendime terapi amaçlı toplumsal bir uğraş edindim. Şimdi Türkiye’deki Kadın Memurlara Kot Pantolon Giydirme Derneği (KMKPGD)’nin kurucusu, yöneticisi ve tek çalışanıyım. Ecevit’in “Pantolon giymek neden sorun oldu, anlayamıyorum” sözleri beni böyle bir dernek kurmaya yöneltti.
İntihar mı? O artık tarihte kaldı. Doktorlardan bir tanesi bile “Neden böyle bir deneme yaptınız” diye sormadı. Sorarlarsa konuyu yenilemiş olurlar diye sormadıklarını düşünüyorum.  Sorsalardı; “Biz yaşam boyu özgürlük ve sosyalizm için mücadele etmiştik , para için değil. Burada herkesin bir tek sorunu var, para. Bu konu yıktı beni. Denedim, kendimi öldüremedim, kendilerine ‘Solcu’ diyenlerden bir teki bile gelmedi ziyarete, ama arkamdan  dediler ki; ‘Aslında ölmek için değil, isminden söz ettirmek için oynadı o oyunu’. Ölseydim her yıl anılabilirdim, ölmediğim için puşt sayıldım” diyebilirdim doktora, ama onu da ben diyemedim. Doktorlar yollarına, ben yine özgürlük yoluma.. “
Share To:

ozgurhabernet

Post A Comment:

0 comments so far,add yours