6 Ağustos 2015
Türkiye özelinde ordu, bürokrasi, burjuvazi arasındaki ilişkilerin nasıl betimlenmesi gerektiği ve bu ilişkilerin tarihsel süreç içinde nasıl seyrettiği soruları, öteden beri bir dizi tartışma ve araştırmanın konusu olmuştur. Burada, haliyle çok geniş ve karmaşık olan bu konuya kısa bir giriş yapacak ve Türkiye’nin bu konuya ilişkin özgünlüğüne ve 20. yüzyılın başlarında Türk burjuvazisinin oluşumuna ana çizgileriyle değineceğim.Tarihsel materyalizm devletin, üretim araçlarını elinde tutan sömürücü sınıfın çıkarlarını koruduğunu ve korumakla yükümlü olduğunu söylüyor. Bu, genel olarak doğrudur. Türk ordusu ve devleti de bu işlevi yerine getirmekte, ancak bunu Osmanlı devletinin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin özgün tarihsel gelişiminin dayattığı bir çerçeve içinde gerçekleştirmektedir. Özet olarak öyleyecek olursak Osmanlı-Türk devlet aygıtı Türk burjuvazisinin oluşumunda değilse bile palazlanması ve gelişmesinde çok büyük bir rol oynamıştır. Bu rol o denli önemlidir ki, kaba ve dikkatsiz bir gözlemci, Türkiye’deki manzaranın bu Marksist formüle, yani son çözümlemede Türk devletinin, üretim araçlarını elinde tutan sömürücü sınıfın çıkarlarını koruyan bir alet olduğu formülüne bütünüyle uymadığı izlenimini edinebilmektedir. Gerçekten de, büyük burjuvazinin ve onun meslek örgütlerinin, yakın zamana kadar askeri kliğin ve şimdilerde de Erdoğan kliğinin önünde elpençe divan durduklarına, hatta kendilerine yönelik ağır sözler ve hakaretler karşısında bile kendilerini savunmadıklarına tanık olduk ve oluyoruz. Bu tuhaf ve anormal durumun başka göstergeleri ise anlı-şanlı burjuvalarımızın -başta Türk-Kürt sorunu ve Türkiye'nin kaotik ve felaketli dış politikası gelmek üzere- bazı temel sorunlara yaklaşımları devletin ve onu elinde bulunduran kliğin yaklaşımıyla tam olarak örtüşmese de seslerini çıkarmamayı ya da en iyi olasılıkla kısık sesle konuşmayı yeğlemeleridir. Bunun Türk burjuvazisinin tarihsel oluşum sürecinden kaynaklanan nedenleri var. Şimdi bunlara bir göz atalım.
19. yüzyıl başlarına kadar egemen konumda olduğunu söyleyebileceğimiz Müslüman-Türk burjuvazisi, esas olarak bir ticaret burjuvazisiydi ve varlığını ve ekonomik aktivitelerini devletin gözetimi ve koruyucu kanatları altında sürdürüyordu. 19. yüzyılın ilk onyıllarından, ama özellikle İmparatorluğa İngiliz sanayisinin meta ihracının önünü açan 1838 ticaret anlaşmasından sonraki dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik bakımdan dışa açılması ve bağımlı hale gelmesine, yeni ve Hristiyan ağırlıklı bir ticaret burjuvazisinin yükselişi eşlik etti. En temel tüketim maddelerinden bazılarının bile Batı Avrupa ülkelerinden ithal edilir hale gelmesiyle sonuçlanan bu bağımlılaşma sürecinde komprador nitelikli Tanzimat paşalarının ve bürokrasisinin yönetimi altında gümrük duvarlarının indirilmesi, ucuz İngiliz -ve ardından Fransız vb.- mallarının İmparatorluğu istila etmesine yol açtı. (Ancak yolların çok sınırlı olduğu ve sözcüğün gerçek anlamında bir iç pazarın oluşmamış olduğu o dönemin Türkiyesi koşullarında bu ekonomik istilanın boyutlarının sınırlı kaldığı da unutulmamalı.) Kapitülasyonların da yardımıyla güçlenen ve daha ziyade büyük kentlerde ve liman kentlerinde etkisini hissettiren ve tüketim mallarını çok daha ucuza mal eden Avrupa kapitalizmi, eriştiği yerlerde, yüzyıllardır süregelen geleneksel yerli zanaatları ekonomik olarak çökertmeye başladı. Evet, bu dönemde İstanbul, İzmir gibi kentlerde gelişen bu komprador ticaret burjuvazisi esas olarak Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten ağırlıklı bir burjuvaziydi. Ve bu komprador öğeler; İzmir, Adana gibi kıyı kentlerinde yetiştirilen incir, pamuk, tütün gibi ürünlerin Batı pazarlarına ihracı ve Batı’dan gelen mamul maddelerin Türkiye’de dağıtımıyla uğraşıyorlardı. Ancak dönemin burjuvazisi bu komprador burjuvaziden ibaret değildi. Bu katmanın yanısıra, iç ticaretle uğraşan daha küçük ölçekli bir Müslüman-Türk ticaret burjuvazisinin yanısıra ve Batı pazarlarına ihraç edilen ürünlerin üretimiyle uğraşan ve görece modern üretim yöntemleri uygulayan -ve genellikle Müslüman-Türk nitelik taşıyan- bir kapitalist toprak ağası katmanı da oluşmaktaydı. Belki daha da önemlisi, bu dönemde Hristiyan kökenli bir ulusal sanayi burjuvazisinin de oluşmaya başlamasıydı. Komprador burjuvazi= Hristiyan= emperyalizm uşağı formülünü kullanarak Hristiyan ağırlıklı komprador burjuvazinin varlığını, milliyetçi ve şoven propagandanın konusu yapan pek çok burjuva tarihçinin görmezden geldiği bu husus ayrı bir yazının konusu.
1860’lı yıllardan itibaren ülkenin özellikle Batı bölgelerinde belli bir demiryolu ağının kurulmasına başlanmıştı; ancak yukarda da belirttiğim gibi yol yokluğu ve köylülüğün, üst katmanının pazar için üretim yapacak bir sermaye birikimi yapmasına olanak verecek düzeyde farklılaşmamış olması nedeniyle, gerçek bir iç pazar oluşmamıştı. Anadolu’nun ve Suriye’nin köylü kitleleri ekonomik bakımdan İstanbul, İzmir, Adana, Beyrut gibi büyük kentlerden yalıtık durumdaydılar. Özelde tarımın daha modern yöntemlerle yapılmasını ve genelde ülkenin ekonomik gelişmesini hızlandırmak için hemen hemen hiçbir ciddi adımın atılmadığı koşullarda Saray’ın ve komprador bürokrasinin inanılmaz ölçekteki lüks harcamalarına, Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da kanlı bir biçimde ortadan kaldırılmasından sonra yeni bir ordu kurulmasına ve girilen savaşlara bağlı olarak artan harcamalar ülkenin maliyesini giderek daha fazla zorluyordu. 1850’lerde başlanan dış borçlanma ise 1881’de İmparatorluğu iflasın eşiğine getirmiş, alacaklı devletlerin temsilcilerinden oluşan Düyun-u Umumiye (=Genel Borçlar) İdaresinin kurulmasıyla mali özerkliğini de önemli ölçüde yitiren Osmanlı devleti, en önemli vergi kalemlerinin denetimini Batı Avrupa bankalarının bu kollektif organına terketmişti. 20. yüzyıla girilirken, ardı ardına yaşanan savaşlar ve asalak Osmanlı sarayının, komprador bürokrasinin, toprak ağalarının ve mültezimlerin azgın sömürüsü, ağır vergiler ve zaptiye ve jandarma terörü, büyük çoğunluğu köylülerden oluşan halkı tükenme noktasına getirmişti. 33 yıl iktidarda kalan II. Abdülhamit’in “böl ve egemen ol!” ve farklı etnik gruplar arasında düşmanlığı kışkırtma politikalarına bağlı olarak özellikle Doğu'daki Ermeni köylüleri daha da ağır bir baskı ve zulüm altındaydılar.
Bu koşullarda gerçekleşen 1908 burjuva devrimi, asalak Osmanlı sarayını ve bürokrasisini tasfiye etmek suretiyle ülkenin kapitalizm doğrultusunda gelişiminin yolunu açma potansiyelini taşıyordu. Ancak bir dizi iç ve dış nedene bağlı olarak bu potansiyel yaşama geçirilemedi ve Türk burjuvazisi her tarafından kan ve irin akarak geldi dünyaya. Özellikle 1908’den sonra Jöntürk-İttihat Terakki’nin ideologları sık sık şunu yinelediler:
a) II. Abdülhamit döneminin sermayeye güven vermeyen keyfi uygulamaları ve Osmanlı Müslümanları'nın tarihsel formasyonu nedeniyle bir Müslüman-Türk burjuvazisi gelişmemiştir.
a) II. Abdülhamit döneminin sermayeye güven vermeyen keyfi uygulamaları ve Osmanlı Müslümanları'nın tarihsel formasyonu nedeniyle bir Müslüman-Türk burjuvazisi gelişmemiştir.
b) Bu yüzden hem iç ve hem de dış ticaret alanı esas itibariyle Müslüman-olmayan öğelerin, yani Rum ve Ermeni burjuvalarının eline geçmiştir.
c) Bu durumun değişmesi ve Müslüman-Türk öğelerin ekonomi ve ticaret alanına girmeleri için teşvik edilmeleri gerekmektedir.
Osmanlı hükümetleri 1908 devrimini izleyen yıllar boyu “ulusal”, yani bir Müslüman-Türk burjuvazisi oluşturmak için yoğun çaba harcadılar. Ancak, Birinci Dünya Savaşının kaotik ortamı oluşana kadar bu alanda fazla bir mesafe katedilemedi. Zafer Toprak bu konuda şu saptamayı yapıyor:
“Müslüman-Türk unsur Meşrutiyet’le birlikte ticarete atılmış, dükkan açmış, şirket kurmuşsa da, Birinci Dünya Savaşı’na değin, toplu sermaye gerektiren anonim şirketçilik alanında pek bir varlık gösterememişti. İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarındaki liberal ortam gayrimüslimlere yaramış, bu dönemde kurulan şirketlerin büyük çoğunluğu azınlık-yabancı sermaye ortaklığında gerçekleşmişti.” (Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Ankara, Yurt Yayınları, 1982, s. 55)
“Müslüman-Türk unsur Meşrutiyet’le birlikte ticarete atılmış, dükkan açmış, şirket kurmuşsa da, Birinci Dünya Savaşı’na değin, toplu sermaye gerektiren anonim şirketçilik alanında pek bir varlık gösterememişti. İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarındaki liberal ortam gayrimüslimlere yaramış, bu dönemde kurulan şirketlerin büyük çoğunluğu azınlık-yabancı sermaye ortaklığında gerçekleşmişti.” (Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), Ankara, Yurt Yayınları, 1982, s. 55)
1908 devriminin başını çeken İttihat ve Terakki, devrimin hemen ertesinde gerçek yüzünü göstermeye, eski rejimin hala güçlü olan kalıntılarıyla uzlaşmaya, işçi sınıfına ve Ermeniler başta gelmek üzere Müslüman-olmayan halklara karşı tutum almaya başladı. 1908 Ağustos ve Eylül aylarında meydana gelen grevleri askeri birliklerin yardımıyla bastıran İttihat ve Terakki denetimindeki hükümet, 15 Ekim 1908’de “Tatil-i Eşgal Kanunu Muvakkati” (=Geçici Grev Yasası) adlı yasayı çıkararak grev yapmayı büyük ölçüde zorlaştırdı ve bir dizi grevi zorla bastırdı. Nisan 1909’da İstanbul’da meydana gelen ve Makedonya’dan gelen birlikler (Harekat Ordusu) tarafından bastırılan gerici ayaklanma (31 Mart Olayı) ve gene aynı tarihte gerçekleştirilen ve yaklaşık 25,000 Ermeni’nin ölümüyle sonuçlanan Adana katliamı ise bir dönüm noktası oluşturacaktı. Bundan böyle İttihat ve Terakki giderek -özü koyu bir Türkçülük olan- daha gerici bir çizgiye yönelecek, görece güçsüz olan Müslüman-Türk burjuvazisinin örgütlenmesi ve zenginleşmesi için çaba harcayacaktı. Bu çaba, İttihat ve Terakki’nin zaten dağılmanın eşiğine gelmiş olan İmparatorluğu Alman emperyalizminin güdümüne sokarak Birinci Dünya Savaşı cehennemine sürüklediği koşullarda Rum halkının tehciri/ kıyımı ve Ermeni ve Süryani halkının jenosidi ve bu halkların mülksüzleştirilmesiyle doruğuna varacaktı.
Birinci Dünya Savaşı, başında İttihat ve Terakki kliğinin bulunduğu Osmanlı-Türk devletinin Müslüman-olmayan halkların zorla mülksüzleştirilmesi, göçertilmesi, jenoside uğratılması yoluyla bir Müslüman-Türk burjuvazisi oluşturma girişimleri için son derece elverişli bir tarihsel fırsat yarattı. İttihat ve Terakki’nin yayın organı Tanin gazetesinin 17 Mayıs 1917 tarihli sayısında yer alan “Ticaret ve Sanayi” başlıklı yazıda şöyle deniyordu:
“Bu harbin... bizim için birçok fena tarafları olduğu gibi birçok da iyilikleri olmuştur... muharebe (=savaş- G. A.) ile bizi tazyike (=sıkıştırmaya- G. A.) başlamış olan büyük ihtiyacat ve bilhassa harbin milli gayeleri hakkında uyanan yeni bir idrak (=kavrayış- G. A.), aramızda teşebbüs fikirlerinin birdenbire uyanmasına ve müsait bir saha üzerinde süratle feyz ve inkişaf (=bereket ve gelişme- G. A.) bulmasına sebeb olmuştur. Birkaç sene evveline gelinceye kadar memleketin bütün iktisadı gayri-milli eller içinde olduğu halde şu bir iki seneden beri doğrudan doğruya milli olan teşebbüsat (=girişimler- G. A.) büyük bir vüsat kesbetmiş (genişlik kazanmış- G. A.) bulunuyor.” (Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), s. 36) Marx, Kapital’in 1. cildinde sermayenin dünyaya “tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak gel”diğini (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 2, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 170) söylemişti.
Birinci Dünya Savaşı, başında İttihat ve Terakki kliğinin bulunduğu Osmanlı-Türk devletinin Müslüman-olmayan halkların zorla mülksüzleştirilmesi, göçertilmesi, jenoside uğratılması yoluyla bir Müslüman-Türk burjuvazisi oluşturma girişimleri için son derece elverişli bir tarihsel fırsat yarattı. İttihat ve Terakki’nin yayın organı Tanin gazetesinin 17 Mayıs 1917 tarihli sayısında yer alan “Ticaret ve Sanayi” başlıklı yazıda şöyle deniyordu:
“Bu harbin... bizim için birçok fena tarafları olduğu gibi birçok da iyilikleri olmuştur... muharebe (=savaş- G. A.) ile bizi tazyike (=sıkıştırmaya- G. A.) başlamış olan büyük ihtiyacat ve bilhassa harbin milli gayeleri hakkında uyanan yeni bir idrak (=kavrayış- G. A.), aramızda teşebbüs fikirlerinin birdenbire uyanmasına ve müsait bir saha üzerinde süratle feyz ve inkişaf (=bereket ve gelişme- G. A.) bulmasına sebeb olmuştur. Birkaç sene evveline gelinceye kadar memleketin bütün iktisadı gayri-milli eller içinde olduğu halde şu bir iki seneden beri doğrudan doğruya milli olan teşebbüsat (=girişimler- G. A.) büyük bir vüsat kesbetmiş (genişlik kazanmış- G. A.) bulunuyor.” (Zafer Toprak, Türkiye’de Milli İktisat (1908-1918), s. 36) Marx, Kapital’in 1. cildinde sermayenin dünyaya “tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak gel”diğini (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 2, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 170) söylemişti.
Bu saptama, Türk burjuvazisi için çok daha fazlasıyla geçerli oldu; emekleme halindeki Türk burjuvazisi Birinci Dünya Savaşı felaketinin ve Anadolu'nun Hristiyan halklarının kırılmasının yolaçtığı kan selleri içinde, adeta kan içerek ve et yiyerek serpildi ve büyüdü. Dolayısıyla da devlete olan borcunu hiç unutmadı ve ona hep velinimeti gibi bakmayı öğrendi. Yani bu burjuvazi, sadece oluşumu ve gelişimi bakımından Osmanlı-Türk devlet aygıtının yoğun ve kapsamlı teşvik ve desteğine ve beyaz terörüne borçlu olmakla kalmıyordu. İlkel kapitalist birikimini, binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan başka halkların kovulması, yokedilmesi ve mülksüzleştirilmesiyle yapan Müslüman-Türk burjuvazisi, gerek İttihat ve Terakki döneminde ve gerekse onun bir çeşit devamı olan Kemalist Cumhuriyet döneminde devletle etle tırnak gibiydi. Kuruluş tarihinde (26 Ağustos 1924) ödenmiş sermayesini 250,000 TL vermek suretiyle Atatürk’ün sağladığı ve 1920’lerde ve 1930’larda ülke ekonomisinde kilit bir yer tutacak olan İş Bankası buna tipik bir örnektir. Korkut Boratav bu konuda şunları söylüyordu:
“Kuruluşunu izleyen yıllarda İş Bankası, yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki bütünleşme süreci üzerinde fevkalade aktif bir rol oynadı. İş Bankası ile ilişkili politikacılar sermaye çevreleriyle devlet arasında önemli bir halka görüntüsü taşıdılar.” (Türkiye’de Devletçilik, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1974, s. 33) Falih Rıfkı Atay ise aynı konuda şöyle diyordu:
“İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm (çıkarcılık- G. A.) salgınının başlangıcı olmuştur... Kolay kazanç elde etmeye çalışanlar, yerli yabancı, Ankara’da nüfuz tüccarlarını bulmakta ve onlar vasıtası ile bankayı kendi teşebbüsleri içine sürüklemekte idi. Birkaç defa bankayı pek ağır ziyanlardan kurtarmak için, onu çıkmaz işlere sokmuş olanları (hükümet müdahalesiyle) kurtarmak lazım gelmiştir.” (Çankaya, İstanbul, Doğan Kardeş Matbaacılık, 1969, s. 455-56)
“Kuruluşunu izleyen yıllarda İş Bankası, yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki bütünleşme süreci üzerinde fevkalade aktif bir rol oynadı. İş Bankası ile ilişkili politikacılar sermaye çevreleriyle devlet arasında önemli bir halka görüntüsü taşıdılar.” (Türkiye’de Devletçilik, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1974, s. 33) Falih Rıfkı Atay ise aynı konuda şöyle diyordu:
“İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm (çıkarcılık- G. A.) salgınının başlangıcı olmuştur... Kolay kazanç elde etmeye çalışanlar, yerli yabancı, Ankara’da nüfuz tüccarlarını bulmakta ve onlar vasıtası ile bankayı kendi teşebbüsleri içine sürüklemekte idi. Birkaç defa bankayı pek ağır ziyanlardan kurtarmak için, onu çıkmaz işlere sokmuş olanları (hükümet müdahalesiyle) kurtarmak lazım gelmiştir.” (Çankaya, İstanbul, Doğan Kardeş Matbaacılık, 1969, s. 455-56)
Boratav şu bilgileri ekliyor:
“Çok önemli bir kuruluş olmasına rağmen, temsil ettiği eğilimler bakımından İş Bankası, istisnai ve tek bir örnek değildir. Gündüz Ökçün’ün bir araştırmasında, 1920-30 döneminde yabancı sermaye ile ortaklık yapan Türk Anonim Şirketlerinde kurucu, hissedar veya yönetim kurulu üyesi olarak rol almış çok sayıda siyasi isme rastlanmaktadır. Mahmut Celal (Bayar), Yunus Nadi, Kılıç Ali, İsmet Paşa (Türkiye Kibrit İnhisarı TAŞ’nde 200 hisse sahibi) dikkati çeken adlar arasındadır. Celal (Bayar) Bey, yabancı sermayeli anonim şirketlerden Siemens, Zingal, Kibrit İnhisarı ve Ankara Palas’la ve yabancı sermaye ile ilgisi olmayan sekiz anonim şirketle ilgilidir. Bu çok tanınan siyasi simaların yanısıra, şirketlerle, hissedar, kurucu ve yönetici olarak pek çok milletvekilinin yakından ilgili olduğu tesbit edilmektedir.” (Türkiye’de Devletçilik, s. 34)
“Çok önemli bir kuruluş olmasına rağmen, temsil ettiği eğilimler bakımından İş Bankası, istisnai ve tek bir örnek değildir. Gündüz Ökçün’ün bir araştırmasında, 1920-30 döneminde yabancı sermaye ile ortaklık yapan Türk Anonim Şirketlerinde kurucu, hissedar veya yönetim kurulu üyesi olarak rol almış çok sayıda siyasi isme rastlanmaktadır. Mahmut Celal (Bayar), Yunus Nadi, Kılıç Ali, İsmet Paşa (Türkiye Kibrit İnhisarı TAŞ’nde 200 hisse sahibi) dikkati çeken adlar arasındadır. Celal (Bayar) Bey, yabancı sermayeli anonim şirketlerden Siemens, Zingal, Kibrit İnhisarı ve Ankara Palas’la ve yabancı sermaye ile ilgisi olmayan sekiz anonim şirketle ilgilidir. Bu çok tanınan siyasi simaların yanısıra, şirketlerle, hissedar, kurucu ve yönetici olarak pek çok milletvekilinin yakından ilgili olduğu tesbit edilmektedir.” (Türkiye’de Devletçilik, s. 34)
Bu durum daha sonraki yıllarda da -en azından 1990’ların sonlarına kadar- pek fazla değişmedi. Emekli generallerin gerek özel şirketlerin ve gerekse kamu iktisadi işletmelerinin yönetim kurullarına yerleştirilerek gelecek “güvence”lerinin sağlanması, yani satın alınmaları, yakın zamana kadar Türk kapitalizminin standart uygulamasıydı. Buna; hemen hemen bütün subayların hissedar olduğu, yönetim kurulunda emekli generallerin bulunduğu ve yakın zamana kadar Türkiye’nin üçüncü en büyük tekeli olmuş olan OYAK’ı (=Ordu Yardımlaşma Kurumu), hükümetin ve Sayıştay’ın denetimi dışında yapılan milyarlarca dolarlık silah alımlarında dönen tezgahları, gene sivil denetim dışında bulunan “Milli Savunma” bütçesini ve ordu üst kademesinin diğer bir dizi ayrıcalığını ekleyebiliriz.
Sonuç olarak, Türkiye’de 20. yüzyılın ilk onyıllarında burjuvazinin içinde oluştuğu özel koşulların, onu devlet aygıtına olağanın çok daha ötesinde bağlarla bağımlı kıldığını söyleyebiliriz. Evet, burjuvazi hemen hemen bütün ülkelerde “kendi” devletinin siyasal, mali, ekonomik, diplomatik vs. desteğini arkasına alarak güçlenmiştir. Bunun, belki de tek ve koşullu ve tartışmalı istisnası, endüstri devriminin beşiği ve çağdaş burjuvazinin ilk oluştuğu yer olan Britanya olmuştur. Onyıllardır “serbest ticaret”in erdemlerinden söz eden ve daha geri ülkelerin kendi pazarlarını uluslararası sermayeye açması gerektiğini her gün her saat yineleyen diğer emperyalist ülkelerin hemen hemen hepsi, kendi burjuva gelişimlerinin ilk aşamalarında literatürde merkantilizm adı verilen bir “ekonomik milliyetçilik politikası” izlemişlerdir. Yani onlar da daha güçlü ülkelerin burjuvazilerinin rekabetine karşı kendi burjuvazilerini ve sanayilerini (özel teşvikler, vergi indirimleri, yüksek gümrük duvarları vb. yoluyla) özenle korumuşlardır. Bu; Fransa’da, Japonya’da, Almanya’da vb. hep böyle olagelmiştir. Ama Türkiye’de 20. yüzyılın ilk onyıllarında yaşananların, yani bir Müslüman-Türk burjuvazisi oluşturmak için yapılanların bunun çok, ama çok ötesine geçtiği aşikardır. Türk burjuvazisinin başka ülkelerin burjuvazilerinden çok daha “devletçi” oluşunun sırrı onun, varlığını devlet aygıtının genel olarak çok yanlı desteğinin ötesinde bu aygıtın çıplak terörüne doğrudan borçlu oluşunda yatmaktadır.
Lenin Ekim Devriminin öngününde yazdığı ve devrimin patlak vermesi üzerine sevinerek yarım bıraktığı ünlü broşüründe şöyle diyordu:
“Devlet’e ilişkin oportünist önyargılara karşı bir savaşım yürütmeksizin, emekçi yığınların genel olarak burjuvazinin ve özel olarak emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtuluşu olanaksızdır.” (Devlet ve Devrim’in 1. basısına Önsöz’den, Collected Works, Cilt 25, Moskova, Progress Publishers, 1977, s. 381)
Lenin Ekim Devriminin öngününde yazdığı ve devrimin patlak vermesi üzerine sevinerek yarım bıraktığı ünlü broşüründe şöyle diyordu:
“Devlet’e ilişkin oportünist önyargılara karşı bir savaşım yürütmeksizin, emekçi yığınların genel olarak burjuvazinin ve özel olarak emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtuluşu olanaksızdır.” (Devlet ve Devrim’in 1. basısına Önsöz’den, Collected Works, Cilt 25, Moskova, Progress Publishers, 1977, s. 381)
Lenin'in sözünü ettiği “devlete ilişkin oportünist önyargılar” Türkiye'de, başka ülkelerle karşılaştırılamayacak denli güçlü olagelmişlerdir. Bu ülkenin çeşitli sınıf ve katmanları yüzyıllardır “Allahın devlete zeval vermemesi” gerektiği ve Osmanlı-Türk devletinin, “kerim” (=cömert, iyiliksever- G. A.) sıfatıyla olarak nitelenen bir kurum olduğu düşüncesiyle eğitilmişlerdir. Bu koşullarda -farklı düzeylerde de olsa- hemen hemen herkesin “kapıkulu” olduğu devlete (ve onun esas çekirdeği olan orduya) ilişkin burjuva ve oportünist önyargıların olağanüstü güçlü olmasına ve bu önyargıların, kendisini devrimci ya da komünist sayan kişi ve grupları da etkilemesine şaşılamaz. Devletin ve burjuvazinin rahle-i tedrisinde eğitilmiş olan ve güçlü bir devrimci kitle hareketi geleneği bulunmayan bir halkın kollektif bilincinin, devlete ilişkin köklü oportünist önyargılarla sakatlanmış olması, nesnelerin doğası gereğidir. Bu önyargılara karşı açık bir savaşım verilmeksizin ve bu önyargılar özellikle sınıf savaşımının ateşinde altedilip ortadan kaldırılmaksızın Türkiye'de ne bir anti-emperyalist demokratik devrim, ne de bir sosyalist devrim gerçekleştirilebilir.
Post A Comment:
0 comments so far,add yours