Yok be Sekiz Ekrem, sana kızgınlığım tutarsam becereceğim diye kedilerin arkasından koşmandan kaynaklanmıyor. Zaten bizimkiler seks yerine adını Sekiz koydular bu yeter sana. Ömrü billah düşmez bu isim yakandan, düşmedi de zaten. Hiçbir baltaya sap olamadığından toplum polisi olmaya karar vermiştin de seni sekizinci karakola tayin ettiklerinde renkten renge girmiştin, anımsıyor musun. Mahallenin bizden sonra yetişen çocukları işin hikayesini bilmeden seni gördüklerinde yere sekiz rakamı çizdikleri için kaçının ailesiyle kanlı bıçaklı olduğunu bir sen bil yeter. Senden nefret ediyorum Sekiz Ekrem, o kuyuyu anımsıyorsun değil mi? Hayır, marangoz babanın üstünü çürük tahtalarla kapattığı, sonra da seni kovalarken tahtaların üstüne basıp, gırtlağına kadar bokun içine gömüldüğü o bok kuyusundan söz etmiyorum. Babam yetişmese, babanın boklu ellerine yapışıp yukarı çekmese annen genç yaşında dul kalacaktı. Aslında bir bakıma iyi de olurdu, kadın keser sapıyla yediği dayaklardan kurtulurdu hiç değil. Ayı oğlu ayı, el kadar kadını mahallenin ortasında az mı kovaladı keser sapıyla. Bir defasında annem, senin o hödük babanı utandırırım umuduyla, usta keser sapı küçük değil mi, kazma sapı yok muydu, demişti de senin annen bunu yanlış anlamış, aylarca konuşmamıştı annemle. Ama konu o değil. Hani bilye oynadığımız o küçük kuyu vardı, onu diyorum. Dün gibi hatırlıyorum ulan Sekiz, benim on bilyeden altısı girmişti kuyuya, hem de dibine kadar girmişlerdi, ama sen o hayvani kemikli ellerinin gücüne güvenerek altı değil beş, biri kenarda duruyor, demiş, bilyelerimi ütmüştün. Sen Kuran üzerine yemin ediyordun, ben Ali üzerine. Sonra Kuran mı Ali mi büyük tartışması çıkmıştı, millet bilyeyi, çukuru dinleyip anlamamış, olay mahalle kavgasına dönüşmüştü, anımsadın mı? Niye anımsamıyorsun ulan, o kavga sırasında yerden aldığım ucu sivri taşı arkadan kafana yerleştirdiğimde pekmezini akıtmış, o manyak kafana dört dikiş atmışlardı, günlerce ateşler içinde yatmıştın, anımsasana keriz. Hayır, Altı bilyeydi sen hala beş diyormuşsun utanmadan. Torunun torunuma anlatmış bilyelerimi nasıl üttüğünü, o da mektubuna yazmış, duydum. Senden nefret ediyorum ulan Sekiz. Şimdi ben senin Sekizliğini torunuma anlatayım, adının başına konulan o hacıya bir ekleme yapayım, Sekiz Hacı ol da gör gününü. Senden de nefret ediyorum Dandik Çetin. Ulan dandik, duydum, benim için eli sıkı, nekesin Allah’ı diyormuşsun orada burada. Niye iftira ediyorsun aslanım? Benim senden daha çok arkadaşım olduğu için değil mi? Belki de o günlerde senden iyi şarap içtiğim için. Anımsa aslanım, hani yatılı okulda son sınıftaydık. Babam bana altmış lira göndermişti. Ne paraydı o zamanlar altmış lira, biliyorsun. Hani beş litrelik bir galon kırmızı şarap almıştık, yanına tuzlu leblebi, fındık, fıstık içi, sen taze üzüm de alalım diye tutturmuştun, sosyetesi gelişmemiş herif, şarap aldık, şarap zaten üzüm dedik, bir türlü ikna edemedik de iki kilo üzümü almak zorunda kaldıydık, ne tez unuttun? Sonra üç kişi Harçik Çayı’nın yanında, benim masam dediğim sal taşın yanına oturmuş, şarabı içmiş, mezeleri yemiş, üstüne uzun hava söylememi istemiştiniz de, okulun bahçesinde basketbol oynayan beden eğitimi öğretmeni Keramettin bey benim sesimi tanımış, Kemal’i göndermişti susmamı söylemesi için. Siz benim paramla alem yaptınız cezayı ben aldım değil mi? Demek anımsamıyorsun? Dandik oğlu dandik, o gün şaraptan sonra, aylardır pırasa helva yemekten anamız ağladı, bir döner olsaydı diye sızlandığınız için lokantaya sizi kim götürdü, dönerleri size kim yedirdi, oğlum şarabın üstüne ayran içilmez dediğimiz halde içim yanıyor diyerek bardaklar dolusu ayran içip, garsonun üstüne kusan kimdi? Üstelik adamın kafasında iki ayran bardağını ben mi kırdıydım? Lokantacı, üzerimizdeki postacı giysisine benzeyen giysilerimizden, ayaklarımızdaki Sümerbank ayakkabılarından bizim öğretmen mektepli olduğumuzu anlayıp, polis yerine o gün nöbetçi öğretmen olan Keramettin beyi çağırttığında, onun olayın faili olarak sana yüklenmek yerine benim kulağıma yapışıp, neye öküz gibi böğürüyordun ulan dediğini de mi unuttun? Haydi bunların hepsini geçelim Dandik, ama altmış lira be, altmış lira. Ertesi sabah baktım sigaram kalmamış, cebimdeki para bir Bafra sigarasına bile yetmiyor. Sana gelmiş, bir lira istemiştim de param yok demiştin, unuttun mu? Bir lira ulan, bir lira vermemiştin, hem de bir akşamda altmış lira yediğin halde, hem de o günlerde Almanya’da olan ağabeyinin sana yirmi Mark gönderdiğini panoya asılan listeden hepimiz okuduğumuz halde. O günlerde bir Mark yedi mi sekiz lira mıydı, nereden anımsayayım şimdi? İşte o zaman, içki sigara içmeyen, bizim alemlerimize meze yemek ve türkü söylemek için katılan Kemal gazaba gelmiş, beni çarşıya götürmüş, koca bir paket Diplomat sigarası almıştı, o sigarayı yemekhanenin duldasında içerken sen gelmiş, ne güzel kokuyor demiş, utanmadan bir sigara istemiştin de Kemal, dandikler Diplomat içemezler, dokunur demişti. filmi ben yaktım ulan Dandik. Evet, senin kimselere ellettirmediğin, Alman malı aslanım diyerek gerindiğin o fotoğraf makinesinin içindeki filmi ben yaktım. Nasıl şaşkın ineklere dönmüştün filmi fotoğrafçıya götürdüğümüzde. Bunun hepsi yanmış demişti adam. Sen hala makinenin nasıl harika bir Alman malı olduğunu anlatmaya çalışıyordun. Gülmedim bile. Neye gülecektim. O günlerde filmlerin bu günküler gibi koruma kutuları yoktu, çarşaf gibi sarılıyorlardı bir makaradan ötekine. Açmıştım makinenin arka kapağını, şöyle bir ışığa tutmuştum, hepsi o kadar. Utanmazın gevreğiydin ulan Dandik. Yeni film almak için benden para isteyecek kadar utanmazdın üstelik. Vermedim elbet. Zaten yoktu, olsaydı belki verirdim yine. Şimdi kalkmış torununa benim ne kadar nekes olduğumu anlatıyormuşsun. Memurluktan emekli maaşın var, dükkanların var, taksi yazıhanen var, sen nekes değilsin de benim gibi hala çulsuz olan biri nekes öyle mi? Nefret ediyorum senden Dandik Çetin, nefret ettiğim için, ağabeyinin sana gönderdiği, senin de sadece izin günlerinde giyebildiğin o kot pantolonların kıçlarına herkesin, tapon mal bunlar aslanım, kıçlarını güveler yemiş dediği delikleri de ben açmıştım, bilesin istiyorum. Seni düşündükçe nefretten geberiyorum Füsun. Seni ne kadar sevmiştim, senin için nelere katlanmıştım, gözüne dizine dursun ulan! İnsanda biraz sevgiye saygı olur. Etrafta, ha o mu, aman sende, bir zamanlar it gibi ardımdan koşuyordu da yüzüne bile bakmamıştım diyormuşsun. Utan be, kıçının kılları ağardı hala yalan söylüyorsun. Elma ağaçlarının altında az mı öptürmüştün kendini bana? Kerem ile Aslı mı olacağız diyerek az mı ağlamıştın başını omuzuma dayayıp? tenekeci baban milletvekilli olmaya soyunduğunda ona oy toplamak için az mı kıvranmıştık arkadaşlarımla? Kapı kapı dolaşmış, aslında hiç de sevmediğimiz o lanet baban için oy dilenmiş, üstelik yol paralarımızı da cebimizden ödemiştik. Ne olmuştu? Hiç. Topu topu dokuz oy alabilmişti baban da suçlusu biz olmuştuk. Bize zırnık koklatmayan o sefil adam oy versinler diye insanlara onar lira dağıtmıştı, anımsıyor musun? Seçimlerden sonra kudurmuştu baban, ulan diye bağırmıştı tenekeci dükkanının içinde, ulan bu sekiz oy bizim sülaleden, peki bu dokuzuncu oyu hangi şerefsiz verdi, onu bulamıyorum! Biliyorsun bendim Füsun, o dokuzuncu oyu babana veren bendim, bir kez daha itiraf ediyorum. En kral politikacının bile burnuna üfürmeyen ben o tenekeci babana oy vermiştim. Niye? Senin için be! Sonra söylemiştim, niye ona oy verdiğimi, bu defa da sen kudurmuş, seni bir oya satın almaya kalkıştığımı ileri sürerek -gerçek neden o bankacı herifti oysa- aşkımıza son vermiştin. Ne oldu? Sürüm sürüm süründürdü o herif seni. Benim dokunmaya kıyamadığım saçların genç yaşta beyazlandı, kahrını gizlide ben çektim. Boşan gel, seni hala seviyorum dediğimde de çulsuzluğumu yüzüme vuran sendin. Nefretim bundandır işte. O nefrettir kocana o mektupları yazmamın nedeni. Her gün kim lan bu herif diyerek seni dövmesi bu nefretin ürünüdür, bilesin istedim. Demek beni sevmedin öyle mi? Bana yazdığın mektuplar hala dosyamda, bak toruna torbaya karıştın, açarım kutuyu, görürsün gününü o zaman. Sevdim demiyorsan niye sevmediğini söylemek zorunluluğunu hissediyorsun alçak! Dur sen, o fotoğrafları göndereyim de torunların aşk neymiş anlasınlar bir daha. Ya sen lokantacı Şükrü, sana ve o iki yüzlü karına olan nefretimi nasıl anlatayım? Ben ki okullar bitirmiş, diplomalar almış, sonra devletin hışmına uğramış biri olarak senin o hamam böceği yuvası lokantanda aşçılığı kabullenmek zorunda kalmıştım, sen ücrette hiçbir değişiklik yapmadan aşçılığıma bir de tezgah işlerini eklemiş, döner kestirmiş, bir de garson gelmedi ayağına yatıp garsonluk yaptırmıştın da sesim çıkmamış, bir kuru ekmeğe muhtaç olmamak için katlanmıştım her şeye. Sen ne zaman yorgunum gidip biraz yatayım desen, karın iki günde bir geliyor, senin onlara para vermediğinden yakınıyor, ağlıyor, çocukların neredeyse yalınayak gezdiklerini anlatıyor, kasadan para istiyordu. Veriyordum elbette. Para da karı da senindi. Tek suçum ona söz verdiğimden söyleyemiyordum sana kasadan çıkan paraları. Sonra ne oldu? Senin o karın başladı onu nasıl ihmal ettiğini anlatmaya, gittikçe sokuldu yanıma, hani azıcık boş bulunsam mutfakta tencerelerin arasında.. Yapmadım ulan, yapamadım, şimdi söylüyorum işte. Ama karın yaptı yapacağını, kasadan para çaldığımı, üstelik ona kur yaptığımı söyledi sana. Üstüme döner bıçağıyla yürüdüğün gün aslında o bıçakla seni doğramam gerekiyordu ama çekip gitmiştim anımsıyor musun? Senin ölmen bir şey değildi, çocukların ne suçu vardı? Hala gelene gidene benim nasıl hırsız, namussuz biri olduğumu söylüyormuşsun. Nefretim ondandır. Hepinizden nefret ediyorum ey insanlar, evet hepinizden, ne olacak? Gençliğimde kuyruğumdan at sineği gibi düşmeyenler, varlıklı günlerimde masamdan kalkmayanlar, neredesiniz şimdi, hangi cehenneme gittiniz? Biz koca bir dünyaya sığmıyorduk, geldik şu otuz metrekare odaya sıkıştık, önemli değil, ama neden kimse gelmiyor evime, neden telefon etmiyorsunuz, neden yollarda çıkmıyorsunuz karşıma..“ A. KADİR KONUK
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Post A Comment:
0 comments so far,add yours