2019
20 yaşındaki Behzat, evinden alındı, ağabeyi Ekber'in gözleri önünde bir ağaca bağlandı. Sonra işkence başladı... Gözleri, vücudu, kor haline getirilen kasatura ile dağlandı

Vahşet devam etti... Ayakları ateşin içine yerleştirildi. Kesif bir yanık kokusu vadiye yayılırken ayakları dirhem dirhem topuklarına kadar yanmaya başladı. Sonra cansız bedenine bir el kurşun sıktılar

12 Eylül rejiminin üzerinden henüz bir yıl geçmişti. Cuntanın sıkıyönetim ilan edip hayat kararttığı şehirlerden biri de Dersim'di. Tarih yaprakları 10 Ekim 1981'i gösterirken Ovacık-Hozat sınır bölgesinde yer alan Hülükuşağı köyüne bağlı Kale Deresi (Derê Garedesi) Mezrası'na yüzbaşı Aytekin İçmez denetiminde bin kadar asker giriş yaptı. 4 haneli köyde her zamanki rutin hayat vardı. Köylüler, kışlık yiyecek ve yakacak ihtiyaçları için son hazırlıkları yapıyordu. Saat 14.00'i vururken, Alevi dedesi Seyfi Firik'e ait evin kapısı çalındı. Evde Seyfi Dede'nin yanı sıra çocukları Ekber Firik ve hayvan otlatmaktan yeni gelen Karadeniz Öğretmen Okulu 2. sınıf öğrencisi Behzat Firik de vardı.

'Komutanım o bilmez'

Eve bir grup askerle gelen Yüzbaşı Aytekin İçmez için çay hazırlandı. Çaylar yudumlandıktan sonra yüzbaşı, niyetini açıkladı: 'Genç bize yol göstersin.' Tam o sırada abisi Ekber atıldı ve 'Komutanım o yol bilmez' dedi. Yüzbaşı 'Hayır gelsin, sadece yol gösterecek' deyince, Ekber Firik bir kez daha, 'O okul okuyor, buraları pek bilmez, isterseniz ben geleyim' diyerek itiraz etti. Yüzbaşı, Behzat'la birlikte evden ayrılmış ancak Ekber'in yüreğine büyük bir telaş ateşi düşmüştü. Daha fazla dayanamadı ve bir askere 'Neden beni değil de onu götürdüler' diye sordu. Askerin verdiği yanıt, yüreğindeki telaşın daha da alevlenmesine neden olmuştu. Çünkü asker, Ekber Firik'e 'Şu karşı taşı görüyor musun. O taşın orda bir yüzleştirme yapacaklar. Eğer o taşı geçerse bir daha geri dönmez' yanıtını vermişti.

'Komutanım nereye?'

Henüz hayatının baharındaki Behzat'ın taştan öteye götürüldüğünü gören Ekber Firik, daha fazla dayanamadı ve koşar adımlarla, kardeşiyle birlikte yürüyen yüzbaşıya yetişti. Henüz daha 'Komutanım nereye götürüyorsunuz' demeye varmadan yüzbaşı Aytekin'in tok sesi, ormanlarla kaplı vadide yankılandı. Yüzbaşı her iki kardeşin kablo ile birbirlerine bağlanmasını emretmiş, ardından da imalı bir şekilde 'İlerde öğrenirsiniz' demişti. Birbirine bağlanan iki kardeş, askerlerle birlikte yol alırken sararmış meşe yapraklarıyla kaplı ormanda yürümekte zorluk çekiyor, bu yüzden sık sık 'Çabuk, çabuk' diyen askerlerin dipçik darbelerine maruz kalıyorlardı.

Görürsünüz şimdi...

Güneş yavaş yavaş vadinin yamaçlarına doğru inerken iki kardeş Hozat sınırına yakın Kale mıntıkasına yetiştirilmişti. Sık meşe ağaçları ile çevrili alandaki sessizliği yüzbaşının tok sesi bozdu. Yüzbaşı, 'Burada teröristler barınıyor, yerini söyleyeceksiniz' diye bağırdı. İki kardeşten, 'Bilmiyoruz' yanıtı geldi. Karşılıklı 'Biliyorsunuz, hayır bilmiyoruz' şeklinde devam eden diyaloglar, yüzbaşının sinirlenmesine neden olmuş, 'Görürsünüz şimdi' dedikten sonra da iki kardeşin karşılıklı meşe ağaçlarına bağlanmasını emretmişti.

Bir ağaca bağladı

İki kardeş karşılıklı meşe ağacına bağlanırken askerler de soğuktan korunmak için ateş yakmışlardı. Sonra Ekber'in gözleri bir bezle sarıldı, bir süre sonra da vadide yankılanan kardeşinin acı çığlıkları ile kaskatı kesildi. Çığlıklar sürerken Ekber Firik, başını meşe ağacına sürerek bezi aşağı indirdi. Gördüğü manzara karşısında şok olmuştu. Yüzbaşı Aytekin, askerlerin sırayla ateşte kor haline getirdikleri kasaturayla Behzat'ın vücudunu dağlıyor, yetmiyor gözünü ve yüzünü çiziyordu. Bir grup asker de, yüzbaşının emri üzerine Behzat'a işkence yapıp ateş korlarını vücuduna serpiştiriyordu. Behzat, daha fazla dayanamamış ve kan kusmaya başlamıştı. Manzara karşısında dayanamayan bir kişi daha vardı. Bingöllü Kürt üsteğmen Hüseyin Necatigiller, 'Komutanım yapmayalım' demişti, ancak komutanın azarlaması üzerine susmak zorunda kalmıştı.

Dirhem dirhem yaktı

Ekber Firik, çaresizdi. Bir şeyler yapmak istiyor, ama elinden bir şey gelmiyordu. Ağlamaya başlamıştı. Bunun üzerine askerler yeniden görmeyecek şekilde bezle gözlerini bağladılar. Ancak yine aynı yöntemi denemiş ve gözlerindeki bezi aşağı indirmişti. Bu kez gördükleri karşısında daha fazla dayanamayıp bayılıvermişti. Çünkü askerler Behzat'ın ayaklarını kor ateşin içine yerleştirmiş, kesif bir yanık kokusu vadiye yayılırken ayaklar dirhem dirhem topuklarına kadar yanmaya başlamıştı.

Sonra ateş etti

Ekber Firik, kendisine geldiğinde yüzbaşının bir askere 'Kafasına sık' diye bağırdığını duydu. Ancak asker, emri yerine getirmedi. Bunun üzerine yüzbaşı, cansız bir şekilde yerde yatan Behzat'ın kafasına arkadan bir el ateş etti. Askerler, Ekber Firik'i sürüklüye sürüklüye evinin yanına bıraktıktan sonra bölgeden ayrıldı. Ekber Firik'den olayı duyan köylüler, olay yerine gittiklerinde hayatlarında hiç unutamayacakları bir insanlık vahşetiyle karşılaştılar.

'Kime ne söyleyeyim!'

Ekber Firik, insanın kanını donduran işkence ve vahşet uygulamalarını aradan 15 yıl geçmesine rağmen bugün hala unutmuş değil. 'Benim hayatımı götürdü' dediği o günden sonra kendisi ve ailesinde meydana gelen değişiklikleri şöyle anlatıyor: 'Ekonomik açıdan zor durumdayız ama hiçbir devlet yardımını kabul etmemeyi kararlaştırdık. Böyle bir ilke kararı aldık. Babam dede çoğudur, seyittir. Dev gibi adam çöktü, sakal bıraktı. Ölünceye kadar yasını tutacağım, sakal ve bıyığıma makas vurmayacağım yeminini etti. 100 yaşına geldi, hala konuşunca ağlıyor. Bize yapılanları Allah'a havale ediyor. Her gün bakıp ağlamasın diye Behzat'ın fotoğraflarını İstanbul'a gönderdik. Ben ise olayı anlatmak istemiyorum. Çünkü o perdeye girmek istemiyorum. Anlatırsam yeniden olayı yaşar gibi oluyorum. Unutamıyorum, nasıl unutabilirim ki. Her dakika, her saniye, gezerken, yürürken, bir iş yaparken o ses, o bağırma hala kulağımda. Gitmiyor, gitmiyor, gitmiyor. Aile içinde karar almışız, anlatmıyoruz. Paramparça durumdayız.

Bir Emeviler yakıyordu

Çok değerli bir insandı. Çok zararsız, masumdu. Ama değersiz insanlar tarafından harcandı. Dünya tarihinde bir Emeviler döneminde Turabiler yakılarak yargılanıyordu. Başka da böyle bir dönem yok. Osmanlılarda, Selçuklularda olmamış. Bir tek 12 Eylül'de görülmeye başlanmış. Başka ne söyleyeyim. Sonradan savcı ve askeri komutanlardan öğrendik ki, komşu köyden olup bizimle rampa sorunları yaşayan Zabit İnce isimli bir şahıs Behzat'ı şikayet etmiş. Bu daha da bitirdi bizi.'

Yasa kurtardı

Yüzbaşı Osman hakkında Erzincan DGM'de kasten adam öldürmek suçundan dava açıldığını anlatan Ekber Firik, 'Uzun süre dava Erzincan DGM'ye takıldı. Bizde böyle bir dava yok dediler. Sonra canlı yayında Kamer Genç rahmetli Turgut Özal'la tartıştı. Özal'ın sözü üzerine dava yeniden görüldü. 5 yıl sonra mahkeme kasten adam öldürmekten yüzbaşıya ceza verdi. Ancak gayri muayyen deyip cezasını ertelediler. Sonradan öğrendim 12 Eylülcüleri koruyan Sıkıköyenetim Kanunu'nun 49. maddesinden yararlanmış' diye konuşuyor. 1980'de insanlık trajedisiyle sarsılan Ekber Fırik, 1994 yılında bir kez daha sarsılmış. Olaydan sonra Hülükuşağı köyüne yerleşen Fırik, 1994 yılında askerlerin köyü boşaltın baskısı sonucu köyden ayrıldıklarını, köy boşaltıldıktan sonra da evlerinin ateşe verildiğini söylüyor.

Hayatın her karesine postal izleri: 12 Eylül

12 Eylül Askeri Darbesi, hazırladığı anayasa ve yarattığı kurumlarla yıllardır toplum için devam eden bir baskı dönemi oluşturdu. 1980 yılının 12 Eylül sabahı sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 52 bin kişi tutuklandı, 7 bin 233 kişi sürgüne gönderildi. Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren ile birlikte 50 kişinin idamına karar verildi. Anayasa ile hak ve hürriyetlerin kısıtlanması dışında hazırlanan özel maddelerle darbeci generaller kendini koruma altına aldı. Dünyanın birçok ülkesinde darbe yapan generaller yargılanırken, Türkiye'de ise darbe yapan hiçbir generale dokunulmadı. Darbe sırasında İstanbul'da bir dershanede üniversite sınavına hazırlanan Nimet Tanrıkulu, 12 Eylül Darbesi'nin özellikle kadınlar üzerinde farklı bir etki yarattığını söyledi. 'Gözaltında, hapishanelerde, işkencelerde kadınlar için yaratılan tabuların üzerine giderek yıllarca unutulmayacak izler bırakmak istediler. Kadınlara dokunmaları dahi kadınların özeline yönelik bir tacizdi' diyen Tanrıkulu, gözaltında yaşadıklarından ötürü halen devletin güvenlik güçlerine güvenemediklerini söyledi. Darbeyi cezaevinde karşılayan tutuklulardan şair Nevzat Çelik de, bugün darbenin psikolojik ve reel anlamda halen devam ettiğine dikkat çekti.



“Biz 14 kişilik bir gruptuk. Bizim önümüzde bir grup daha vardı. Önce önümüzdeki grup durdurulmuştu. Onlardan biri bizi aradı ve olduğumuz yerde kalmamızı istedi. Sonra üzerimize bombalar yağmaya başladı. Biz de sağlam bir kayanın altına saklandık. Heronlar üzerimizden geçiyordu. Ben bu arada ölü taklidi yapıyordum. Bombalama durdu ve ben de muhtarı aradım, vurulduğumuzu anlattım. Biz heronların gittiğini sandık ve çıktığımızda bizi de bombalamaya başladılar. Bu arada sonradan öğrendik, telsiz konuşmalarından, hemen heronları tekrar yönlendiriyorlar, sağ kalanlar var ve hepsinin öldürülmesine ilişkin talimatlar var. Bu kez diğer grubu da vurdular. Bombardımanda bir ben kurtuldum, benimle birlikte olan 34 akrabamı ve arkadaşımı yitirdim. Bombardıman sırasında acı bir koku etrafı sardı. Hiçbir yetkilinin gitmediği katliam yerine bizim köylüler gitti, kendi çabaları ile çocuklarının parçalanmış cesetlerini toplamaya çalıştı. Yaklaşık 50 köylü, sabah saat 05.30 sularında, katliamda yaşamını yitiren 34 kişinin cenazesini aldık. Yine sonradan öğrendik, ambulanslar da durdurulmuş, bekletilmiş arama noktasında, tam 4 saat. Ölenlerin 17’si donarak veya kan kaybından öldü, bilerek isteyerek. Biz kendi çabamızla cenazeleri alabildik. Devlet bilerek ve isteyerek yalan söylüyor. Ben olmasaydım yanımıza silah koyup teröristleri öldürdük diyecekti. Oysa yalan, başından beri bizim kim olduğumuzu biliyordu.”
Servet Encü
Popülist kirli siyasetçiler hep asparagas haberlerle kirli oyunlarını sergiliyor. Anadolu çomarı aktörlerde sokak saldırılarını gerçekleştiyorlar. Neden niçin diye soran var mı hiç. Çeteler mafialar oluk oluk kan akıtacağız diyor Devlet buna ses çıkarmıyor bunun nedenini sormayanlar ve sorgulamayanlar kimler? Osmanlı ocakları, ülkücüler ve alperen ocakları ortaklığında saldırılar unutuldu mu? Bu yol kötülerin kindarların dincilerin ve ırkçıların kirli ortak yoludur. Emekten yana, emekçilerin sokak gösterilerine tahammül etmeyenler kimlerdir. Dinciler ve milliyetçiler bir gün olsun pahalılığa ve zama karşı ses çıkarmıyorlar? Neden hayat pahalılığını protesto etmiyorlar? Neden niçin işçilerin grevini desteklemiyorlar? Bir ülke düşünün ne sanayi ne tarımcılık ne de hayvancılık var. Ama bol köprülü ve duble yolları var. Bu yollar ve köprüler kimin karnını doyuruyor. Kimi mutlu ediyor? Cumartesi annelerinin sessiz oturma etkinliğine saldıran zihniyet kötülerin safında değil midir? Sarı yelek deyince korkuya kapılanlar kimler? Sarı yeleke düşman olanlar kimler? Muhalif parti binalarını ve kurumlarını ateşe verenler kimler? Her zaman kindarlar dinciler ülkücüler emekten yana olanlara saldırıyorlar.Neden. Niçin? Emeğin yanında işçilerin hak isteme mücadelesinin yanında oldular mı hiç? Dinciler ve milliyetçiler; Bir gün olsun greve giden işçiden yana olamadılar, kadına şiddeti kınamadılar. Bir gün olsun barış kelimesini ağızlarına aldılar mı? Bir gün olsun savaş istemiyoruz dediler mi? Bir gün olsun insanca yaşam için emekten yana olduklarını hatırlıyorlar mı?
İyi akşamlar efendim. Ülkemizin en ünlü televizyon kanalı olarak bir ilke daha imza atıyor ve miIeniyumun ilk tele söyleşisini yapıyoruz. Efendim bildiğiniz gibi ayranımız olmasa da tahtırevanla görkemli bir şekilde milenyuma girmiş bulunuyoruz. Bu tarihi olayın önemi ve anlamı elbette hepimiz için oldukça fazla. Bu akşam stüdyo konuklamızla ve telefonla ulaşacağımız sevgili seyircilerimizle bu önemli konuyu tartışacağız. Şu anda gördüğünüz gibi, stüdyomuzda kendisi küçük sanatı büyük şarkıcımız Küçük Milli var. Evet sayın Milli, siz mileniyum hakkında ne düşünüyorsunuz? "Mileniyom... Eee... Aslını sorarsanız bizim oralarda şimdiye kadar duyulmuş bir şey değil bu. Lahmacun, kebap, isot gibi bir şey olmadığı kesin. Daha onbuçuk yaşımı yeni tamamladığım için mileniyomla bir kez olsun yüzyüze gelemedim. Belki birgün onunla karşılaşırsam hakkında daha olumlu düşünceler şeyedebilirim. Biliyorsunuz biz sanatçılar herkesle iyi geçinmek zorundayız. Onun için de mileniyoma sevgilerimi sunuyorum ve ona daha ne diyeceğimi bilemiyorum." Evet canım seyirciler, şimdi de stüdyo konuklarımızdan Ordünaryus Profesör sayın Mete Burnukırık’a aynı soruyu yöneltiyorum. Buyurun Burnukırık. “Biliyorsunuz geçtiğimiz bin yılın son yüz yılının bir yerinde bizde soyadı kanunu çıkmıştı. Ondan önce kadınlar hiç bir şekilde anılmazken. erkekler babalalarının adlarıyla, ya da aile lakaplarıyla anılırlardı. Benim babamın babası katıldığı bir savaşta burnunu kırdığı için babama Burnukırığın oğlu demişler. O da Burnukırık’ı soyadı olarak almış. Yoksa bizim burnumuzu kıracak adam daha anasından doğmadı. Bir profesör olarak burnun ne kadar önemli bir organ olduğunu iyi biliyorum, bu açıklamayı da bunun için yaptım. Mıleniyuma da insanlar öncelikle burunlarıyla girmişlerdir. Bazı artistlerimizin ve elimsende oynayan sosyete güzellerimizin mileniyum öncesinde seri bir şekilde burun amaliyati olmalarının nedeni de burada yatmaktadır. Mileniyum bana göre burunla yuzde ücyüz ilintilidir.Çünkü İsa dünyaya geldiği zaman ilk önce burnunu çıkarmıştır dışarıya. Zaten onun burnunun büyüklüğüde bilinmektedir. Bu nedenle günümüzde insanlar artık bir konuyu anlatacakları zaman Mileniyumdan Önce, yani MÖ. ya da Mileniyumdan Sonra, yani MS diyerek değil, burundan önce BÖ. ya da burundan sonra BS diye başlamak zorundadırlar.” Interresant sayın Burnukırık, gerçekten çok ,interasant. Evet sayın seyirciler, bu bilimsel açıklamadan sonra ilk telefonu alıyoruz. Aloo... Sizi tanıyabilir miyiz efendim? “Aloo... İyi akşamlar efendim. Öncelikle bana bu şansı tanıdığınız için size, stüdyo konuklarına, seyircilere ve tüm ülke halkına, yurtdışında bulunan vatandaşlarımıza selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Bizim hanıma kalsa telefon ettirmeyecekti. Bu günlerde telefon faturaları bir hayli kabank geliyor her nedense. Bu posta idaresinde akıl makıl kalmamış. Adamlar kazık üstüne kazık atıyorlar. Sonra de ülkemizde iletişim bozukluğu olduğunu söylüyorlar Elbette bozuk olur iletişim. Milletin birbirine ulaşabilmesinin önü kesiliyor, sonra da huzursuzluğun kaynağı olarak millet gösteriliyor. Hıyarağalarına bunu... Şey efendim, yani mileniyum konusu... "Tamam kesme kızım, onu söylüyorum zaten. Dırlanıp durma lan." Aaa, siz... ama bana hakaret ediyorsunuz. “Kesinlikle, asla ve kat'a, hanım kızım. Size neden hakaret edecekmişim? Bizim karı arkadan vırlıyor. Kısa kesmem gerekiyormuş, fatura... Başlarım senin faturandan ulan. Şunun şurasında... Ağzına tükürdüğümün karısı, yanına gelmem mi lan..." Kesildi... Telefon konuşmamızın kesilmesi normal değil mi sayın seyirciler. Ama şimdi hemen yenisini bağlıyor arkadaşlar. Umarız seyircimizin evinde şu anda bir aile faciası yaşınmıyordur. Aloo... Sizi tanıyalım. "Tanıyıp ne idecen anam. Sen gelemen, ben gelemem. Ahmet disem ne, Mehmet disem ne? De ki derin devletin bir ferdiyem. Şu mileniyom pezevengi var ya. ben esas ona şiyedecem. Diyecem ki, ula dürzü, geldim, geliyom, girdim, giriyorum dirken anamızı ağlattın, papucumuzu elimize verdin. Gız mileniyum enterisi, garı mileniyum terliği, oğlan mileniyum topu, torun mileniyum oyuncağı, damat mileniyum şeyi, dirken cüzdanın içine ettiler. Üstüne üstlük bir de deprem vergisi, mileniyum vergisi... Şimdi allasen söyle, kim kime girdi yani? Girmesek daha iyi değil miydi? Geçen bizim küçüğü sünnet ettirdik. O da öyle söyledi Pipisine bakıp ‘eskisi daha iyiydi' dedi. Yani heç olmazsa eskisine alışmıştık. Simdi bu yenisi başımıza neler getirecek bilinmez. O mileniyum dürzüsü şunu bilmeli ki..” Arıza efendim, bu telefon da arızadan kesildi. Ah bu arızalar... Billahi biz şeyetmedik yanı. Aslında belki seyircimiz önemli şeyler söyleyecekti. Olmadı. Simdi ülkemizin iktidar partilerinden birinin yöneticisi telefonda. Evet Sayın Atar, sizce mileniyum.... "Mileniyum, en büyüktür bence. Susurluktan da, mafyadan da, çetelerden de. Yeşilden de büyüktür. Öyle kısa bir şey olduğunu hiç sanmıyorum. Biliyorsunuz uzunluğu bin yıldır, Bizim partimizin tarihi de bin yıllara dayanan onurlu bir tarihtir. Biz kii.. Ortaasya'dan çıkarak, Osmanlı dan bu yana ne mileniyumlar görmüşüz, bu mileniyuma da göğsümüzü elbette siper edecek, parti olarak ülkemize hayırlı uğurlu olması için elimizden geleni yapacağız. Herkes bilmeli ki en iyi mileniyum bizim partininkidir. İnanmayanlara hergün göstermeye hazırız." Teşekkür ediyoruz efendim. Şimdi de bir muhalif partinin sözcüsü var mikrofonda. Buyrun efendim, sayın Yatsı yatar sizi dinliyoruz. "Fesuphanallah! Günaha giriyorsun hanım kızım günaha. Ne mileniyonu? Zaten dünyada bina ve zina arttığı zaman kıyamet kopacağı çok önceden ulu din adamlarımız tarafından açıklanmıştı. Depremler neden oldu sanıyorsunuz? Daha başımıza ne belalar gelecek, biliyor musunuz? Sen öyle kıçını başını açıp milletin önüne çıkarsan daha çoook mileniyom olursun. Günah, yazık, ayıp... Çoluk çocuğun ahlakını bozuyorsunuz efendim. Mileniyon diye bir şey yoktur, olamaz da. Çünkü dünyanın bir başı, bir de sonu vardır. Yaradılış ve yokoluş vardır. Bu nedenle kafirlerin uydurmalarına kapılıp mileniyonla uğraşanlara da cehennem azabı layık görülmüştür. Tez elden tövbe.” Stüdyo oldukça sıcaklaştı. Bu spotlar yapıyor herhalde. Of...Şimdi de sayın seyirciler, kameraman arkadaşımız ve sevgili iş arkadaşım bir kahvehanedeler. Onların halkımızla yaptığı söyleşiyi izliyoruz. "Burası ‘Gir-Çık Mileniyum Kıraathanesi' sayın izleyiciler. Evet, şimdi okey oynayan vatandaşlarımıza yaklaşıyoruz ve soruyoruz. Efendim sizce mileniyum.." “Kafamı karıştırma bacım, zaten zarardayım.” "Yani siz milenuyum hakkında..." "Hiç kimse hakkında söyleyecek sözümüz yok bizim. Biz vatandaş olarak her daim devletimizin yanında yer aldık. O dediğin işi olsa olsa Kürtler, anarşitler, komünistler, kökü dışarıda olanlar yapmıştır Bizim öyle işlerle ilgimiz olamaz." "İyi ama siz girmediniz mi yani mileniyuma?" “Niye girecekmişiz kardeşim? Biz o kadar namussuz muyuz? Biz bugüne kadar devletimizin yasakladığı hiç bir şeye girmedik, girmeyiz de Acan mısın, nesin! Ortalığı karıştırma!" "Sayın seyirciler, şimdi de Milli Piyango bileti kuyruğunda bekleyen halkımıza yöneltiyoruz aynı soruyu. İyi günler, mileniyum hakkında.” "Mileniyumunu yiyeyim anam.“ "Bize çıkar mı acaba o mileniyum. Bileti nerede satılıyor?" "Biz mileniyomla değil milyonlarla ilgileniyoruz efendim." “Evet sayın İzleyiciler, şimdi deprem bölgesindeyiz. Efendim mileniyum...'* ' Mileniyum mu? Siz hiç dayak yediniz mi?” "Elbette halkımızı anlayabiliyoruz sayın seyirciler. Evleri yıkılmış, yakınlarını kaybetmişler, ama ünlü bir gazetecimizin dediği gibi; çadırda da olsa mileniyuma girmenin zevki içinde bulunuyorlar." Arkadaşlarımıza bu güzel söyleşiler için teşekkür ediyor, yeniden stüdyoya dönüyor ve Sayın Cumhurbaşkanımıza bağlanıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımız bize birazcık. “Anladım efendim, mileniyumu soracaksınız. Yeni bir bin yılın başlangıcında durup çevreye bakarken kendimi düşünüyorum da, aslında iyi işler başardığımızı görebiliyorum. Aslında dün dündü, bugün mileniyom. Beni yeniden seçmeseler de önümüzde tertemiz bir sayfa duruyor. Son dönemde kırkbin ölü ile savaşı, yetmişbeşbin ölü ile depremi, yüzbin ölü ile trafiği allahın izniyle halletmiş bulunuyoruz. Mileniyum öncesinde fedakarca hamile kalan yurttaşlarımız, mileniyuma girerken doğurdukları mileniyum çocuklarıyla ülkemiz nüfusunda oluşan bu açığı kapatmış bulunuyorlar. Onun için yabancı devletlere el açmamız gerekmiyor. Biz bildiğiniz gibi önümüze hedef otarak koyduğumuz her şeye girmis bulunuyoruz Bu nedenle mileniyuma giremezsiniz demek abesle işgalden baska bir sey değildir." Ne güzel konuşuyor babamiz. Telefon varmış, onu da alıyoruz Buyrun efendim: -Ah canım, güzelim, sizi ne kadar severek izliyorum biliyor musun? Ben ev kadınıyım. O mileniyum var ya... Hani diyorum ki., biraz yardım etseniz valla şu sıralar mutfak masraftarını bile kurtaramıyor adam. Yani .azıcık ipicu versen ne olur kız? Sevaba girersin billahi. Çoluk çocuk şimdi televizyonun başında. Bizim herif diyor ki; sen çok iyi kalpliymişsin. Seni tanıyormuş. Tanıyor muymuş?’ Nereden tanıyorsun sen o karıyı lan rezil? Paralar nereye gidiyor şimdi belli oluyor, alçak, namussuz. Koskoca iş adamısın, bir de beni bu şırfıntıya yalvartiyorsun. Seni mahkemelerde süründürtmem mi ben şimdi...” Şeyy. hanımefendi.... "Konuşma lan karı gelirsem oraya o milenyumu senin..." Aaa, halkımız da yani iyice delirmiş gibi oluyorlar. Mileniyum bazılarına iyi gelmemiş galiba sayın seyirciler. Hah, bir telefon daha var. Buyrun efendim: "Bak kardeşim, mileniyum mlleniyom diye bir şey yoktur. Eğer varsa bu teres neden durdu durdu da bugünlerde ortaya çıktı? Ondan önce geçen bin yıl neden mileniyum olmadı da bu oluyor? Ne oldu yani? Savaş dersen ölen ölene, kıtlık, açlık, sefalet, rezalet, diktatörlükler, cuntalar, idamlar, kurşuna dizmeler...Ne fazlası var yeni yüzyılında, içine girildi diye seviliyor? Kimi kandırıyorsunuz siz.Yok yeni dünya düzeni, yok mileniyum, yok anasının tekkesi.Halkın yaşamında ne değişti sanki? Çık çarşıya bir kere. Her şey mileniyum. Hıyarların üzerine bile mileniyum yazdılar fiyatları iki kat arttı.. ” Ama beyefendi, yani siz şimdi tüm dünyanın düşüncesinin... “İçine ederim efendim, içine. O dünyada akıl olsaydı bugüne kadar düşünürdü be. Dünya yetmedi, Ozonu deldiler, uzayı helaya çevirdiler, dünyanın dengesi bozuldu, siz hala oturmuş zırzır ediyorsunuz." Ama hakaret edemezsiniz beyefendi.. "Ederim. Bu da mileniyum hakareti. Hiç bir yasada cezası yoktur. Al cebine koy, bozdur bozdur harca." İşte, oluyor böyle şeyler efendim. Seyircilerimizin sinirlerinin zaman zaman bozulması gayet doğaldır değil mi yani? Son bir telefon daha bağlıyor arkadaşlarım. Aloo... "Geçtiğimiz yüzyılda kaybettiğimiz arkadaşlarımızın anısı önünde saygıyla eğilerek. marksist leninist, maoist. stalinist. enternasyonal partimizin sondan bir önceki kongre kararını açıklıyoruz: Bize göre mileniyum emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine girdiği bir dönemin başlangıcı olarak, faşist sistemlerin kriz dönemlerinden basit rahatlama dönemlerine girmesi için sosyal demokrasinin elbirliğiyle çalıştıgı globalleşmiş yönetim sistemine doğru yürürken, Avrupa Birliği safsatası alanında sınırlar açılıyor gibi göstererek daha sıkı bir sistemin temellerinin atıldığı, yoksul halkların bir türlü ayağa kalkamadıkları..." Bu da tam birinci şubelik yani sayın seyiciler. Bıraksan bir mileniyum boyu konuşacak adam Ben de işbirlikçilikle suçlanıp, işimden olacagm. En iyisi Kuçuk Milli bize son türküsünü söylesin yani. "Günler oldu gülemiyom Ne halt yedim bilemiyom Ellerin elleri oldu Ben yarimi göremiyom Mileniyom mileniyom Neden sana giremiyorum Millet giriyor asıra Polis basiyor nasıra Ne yarar ki bu basura Bulsam bile süremiyorum Mileniyom mileniyom Neden sana giremiyorum" Böylece programızı tamamlamış oluyoruz. Nice mileniyumlara sayın seyirciler, nice mileniyumlara..” A. KADİR KONUK
 Bazıları, zaferin kendi kendine, yani diyelim ki kendiliğinden gelmesi için doğru bir parti çizgisi hazırlayıp geliştirmek, bunu yüksek sesle ilan etmek, onu tezler biçiminde, genel kararlar biçiminde sergilemek ve onu oybirliğiyle benimsemek yeter diye düşünüyorlar. Besbelli ki bu yanlıştır. Yalnız iflah olmaz bürokratlar ve kırtasiyeciler böyle düşünebilirler. Gerçekte bu başarılar ve zaferler, kendiliklerinden kazanılmamışlardır, parti çizgisinin uygulanması uğruna yürütülen amansız bir mücadele içinde kazanılmışlardır. Zafer hiçbir zaman kendi kendine gelmez; her zaman sökülüp alınır. İyi kararlar, partinin genel çizgisinden yana bildiriler, ancak bir başlangıçtır; ancak yenme isteğini anlatırlar, ama yenginin kendisini değil. Doğru bir çizgi, sorunun doğru bir çözümü verildikten sonra, başarı, örgüt çalışmasına, parti çizgisinin pratik uygulaması için mücadelenin örgütlenmesine, adamların iyi düşünülerek seçilmesine, yönetici kademelerin kabul ettikleri kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimine bağlıdır. Bu olmazsa, partinin doğru çizgisi ve doğru kararlar, ciddi olarak tehlikeye düşmek tehdidi altındadırlar. Bundan başka, üstelik, doğru siyasal çizgi bir kere belirlendi mi, herşeyi, hatta siyasal çizginin kendi kaderini de, onun gerçekleştirilmesini ya da başarısızlığını da belirleyen, örgüt çalışmasıdır.
      Gerçekte, zafer, parti çizgisinin uygulanmasına karşı duran her çeşit güçlüğe karşı amansız ve sistemli bir mücadeleyle elde edilmiş ve kazanılmıştı; bu güçlüklerin üstesinden gelerek, partiyi ve işçi sınıfını, bu erekle seferber ederek, mücadeleyi örgütlendirerek, elverişsiz militanları görevden alarak, güçlüklere karşı bu mücadeleyi yürütme yeteneğinden daha iyilerini seçerek kazanıldı.
      Bu güçlükler nelerdir ve nerede toplanıyor?
      Bunlar bizim örgüt çalışmamızın güçlükleri, örgütlenme konusundaki yönetimimizin güçlükleridir. Güçlükler bizde, bizim yönetici militanlarımızda, örgütlerimizde, parti organları aygıtında, sovyetler, ekonomik organlar, sendika organları aygıtında, genç komünistler aygıtında ve başka örgütlerde toplanıyorlar.
      Parti örgütlerimizin, sovyet örgütlerimizin, ekonomik ve başka cinsten örgütlerimizin ve onlar gibi yöneticilerinin güç ve yetkesinin şimdiye kadar bilinmeyen oranlarda büyüdüğünü anlamak gerekir. Ve düpedüz bu yüzden, şimdi her şey, ya da hemen hemen her şey, onların çalışmasına bağlıdır. Sözde-nesnel koşullara sığınılıp, sorumluluk onlara bırakılamaz. Partinin siyasal çizgisinin doğruluğu birçok yılın deneyimi ile gerçeklendikten, işçi ve köylülerin bu çizgiyi destekleme iradeleri artık kuşku bırakmayacak duruma geldikten sonra, nesnel denilen koşulların rolü asgariye inmiş olur, oysa örgütlerimizin ve bu örgütlerin yöneticilerinin rolü kesin belirleyici ve olağanüstü bir nitelik alır. Bu, ne anlama gelir? Bu demektir ki, çalışmamızın boşluklarının ve kusurlarının sorumluluğu, bugün, onda-dokuz, "nesnel" koşullara değil, bizzat bize, yalnız bizim kendimize düşer...
      Yönetim aygıtının bürokrasiciliği ve kırtasiyeciliği; canlı, diri ve somut bir yönetim yerine "genel anlamda yönetim" üzerine bir takım gevezelikler; örgütlerin işlevsel yapısı (yani aynı yönetiminin çeşitli servisleri arasına bölmeler koyma) ve kişisel sorumluluktan yoksunluk; çalışmada ve ücret sisteminin eşitleştirilmesinde sorumluluk eksikliği; alınan kararların uygulanışının sistemli bir biçimde denetlenmemesi; özeleştiri korkusu; işte bizim güçlüklerimizin kaynakları, işte bugün bu güçlüklerin toplandıkları yerler.
      Bu güçlüklerin, sertlik ve kararlarla yenilebileceğini sanmak safdillik olur. Uzun zamandan beri, bürokratların ve kırtasiyecilerin, parti ve hükümet kararlarına bağlılıklarını sözlerle açıklamakta, ama fiilde onları çekmecelere saklamakta üstlerine yoktur. Güçlükleri yenmek için örgüt çalışmamızın, partinin politik çizgisinin gereklerinin gerisinde kalması durumunu ortadan kaldırmak gerekiyordu; örgüt konusundaki yönetim düzeyini, ulusal ekonominin bütün alanlarında siyasal yönetimin düzeyine yükseltmek gerekiyordu; örgüt çalışmamızın siyasal sloganlarının ve parti kararlarının pratiğe geçirilmesini sağlayacağı şekilde davranmak gerekiyordu.
      Bu güçlükleri yenmek ve başarıları elde etmek için, mücadeleyi örgütlendirmek, işçi ve köylü yığınlarını bu mücadeleye sürüklemek gerekiyordu; partiden ve ekonomik örgütlerden şüpheli, kararsız, bozulmuş unsurları uzaklaştırmak gerekiyordu.
      Partimizin Merkez Komitesinin, geçtiğimiz dönem boyunca, kendi örgüt çalışmasını kesinlikle bu doğrultuda yürüttüğünü biliyorsunuz.
      Merkez Komitesi, bu durumda, Lenin'in, dahice düşüncesinden, yani örgüt çalışmasında esas olanın adam seçimi ve uygulamanın denetimi olduğu düşüncesinden esinlenmiştir.
      Birkaç sözcük de, adam seçme ve görevinin adamı olmayanların görevden alınması üzerine söylemek istiyorum.
      Kurtulmak zorunda olduğumuz -bu konuda herkes görüş birliğindedir- bürokratlar ve kırtasiyecilerden başka çalışmamızı frenleyen, onu güçleştiren ve ilerlememizi engelleyen iki militan tipimiz daha var.
      Bu militanların birinci tipi, geçmişte hizmet etmiş, şimdi de büyük adamlık taslayan kişilerdir; bunlar, parti ve Sovyet devleti yasalarının kendileri için değil, avanaklar için yapıldığını düşünürler. Bu adamlar, partinin ve hükümetin kararlarını yerine getirmek zorunda olmadıklarını sanıyorlar ve böylelikle de parti ve Sovyet devletinin disiplin temelini yıkıyorlar. Partinin ve Sovyet devletinin yasalarını çiğnerken neye güveniyorlar? Sovyetler iktidarının geçmişteki hizmetleri yüzünden kendilerine çatmayı göze alamayacağını umuyorlar. Bu kendini beğenmiş büyük beyler, kendilerini yeri doldurulamaz sanıyorlar ve ceza görmeksizin yönetici organların kararlarına karşı gelebileceklerini sanıyorlar. Bu militanlara nasıl davranmalı? Hiç duraksamadan, geçmiş hizmetlerine hiç bakmadan, bunları yönetici görevlerden almak gerekir. Bunların rütbelerini indirmek ve bunu da basında yayınlamak gerekir. Bunu, bu kendini beğenmiş bürokratların, bu büyük beyefendilerin kurumlarını bozmak için ve onları yerlerine oturtmak için yapmak gerekir. Bunu, bütün çalışmamızda, parti disiplinini ve Sovyet devleti disiplinini sağlamlaştırmak için yapmak gerekir.
      Şimdi de ikinci tipe bakalım. Gevezelerden sözetmek istiyorum, namuslu gevezeler de diyebilirdim, evet bu namuslu, dürüst, Sovyet iktidarına bağlı, ama ne olursa olsun bir şeyi düzenlemek, yönetmek ellerinden gelmeyen adamlardan sözetmek istiyorum. Geçen yıl, bu yoldaşlardan biri ile bir görüşmem oldu, çok değerli, ama iflah olmaz bir geveze, her işi o boş lafları içinde boğabilir. Bakın görüşmemiz nasıl oldu:
      Ben.- Sizde ekim işleri ne durumda?
      O.- Ekim işleri mi Stalin yoldaş? Seferber olduk.
      Ben.- Nasıl olur?
      O.- Sorunu tam cepheden ele aldık.
      Ben.- Peki sonra?
      O.- Hızlı ve köklü bir değişiklik oluyor Stalin yoldaş; yakında, büyük bir köklü değişme olacak.
      Ben.- Ya, peki başka?
      O.- Bizde ilerlemeler belirgin hale gelmektedir.
      Ben.- İyi. Ama, öyle de olsa, ekim işleri nasıl gidiyor?
      O.- Ekim işleri konusunda, Stalin yoldaş, şimdilik herhangi bir hareket yok.
      İşte gevezenin portresi. Onlar seferber olmuşlar, sorunu cepheden ele almışlar, hızlı ve köklü bir değişme var, ilerleme var, ama işler olduğu gibi duruyor.
      İşte Ukraynalı bir işçi kısa bir zaman önce bir örgütün durumunu tastamam böyle karakterize ediyordu. Bu örgütün çizgisinin ne olduğu kendisine sorulduğunda, şöyle karşılık veriyordu: "Çizgi, inan olsun ki ... çizgi var elbette, ama çalışma görülmüyor ortalıkta." O örgütün de böyle namuslu gevezeleri var, besbelli.
      Ve bu gevezeler yerlerinden alındıkları ve pratik çalışmadan uzaklaştırıldıkları zaman, kollarını açıp şaşkınlıklarını gösteriyorlar: "Neden bizi görevden alıyorlar? İşler yürüsün diye ne yapılmak gerekiyorsa hepsini yapmadık mı? Yıldırım işçileri konferansı toplamadık mı, bu konferansta partinin ve hükümetin sloganlarını herkese bildirmedik mi? Merkez Komitesinin tüm Politbürosunu onursal başkanlığa seçmedik mi? Stalin yoldaşa selamlarımızı yollamadık mı? Daha ne istiyorsunuz bizden?"
      Bu iflah olmaz gevezeleri ne yapmalı? Eğer onları pratik çalışma alanında bırakırsak, her işi, bitmez tükenmez ve dolambaçlı söylevler dalgası içinde boğmayı becerirler. Onları yönetme görevlerinden almak ve onlara başka bir iş, pratiğe ilişkin olmayan bir iş vermek gerektiği açıktır.
J. Stalin
SSCB Komünist (Bolşevik) Partisi XVII. Kongresine Sunulan Merkez Komite Çalışma Raporu
26 Ocak 1934
“Tez: Alkoliklere dokunmayın, onlar ayıklardan daha doğru sözler söyleyebiliyorlar. En azından ayıkların yapamadıkları bir işi yapabiliyor, diktatörlere ağız dolusu sövmeyi becerebiliyorlar! ” Adam evden çıktı. Adamın evden çıktığı saatte gökyüzü bulutsuz, güneş yakıcıydı. Mahallenin alkolikleri çocuk parkının duvarına tünemiş, güneşin altında sabahın erken mesaisine başlamışlardı. İçtikleri ya bira ya da ucuz şaraptı. Adam onları yıllardır tanıyordu. Kendilerinden başka kimseye bir zararları yoktu. İçlerinden biri eski bir opera sanatçısıydı. Arada bir o gür sesiyle gerçekten güzel aryalar okuyordu. Bir başkası hukuk fakültesini bitirmiş, birkaç yıl savcı olarak çalışmış, sonra sokaklarda yaşamaya başlamıştı. Adam ona “Neden” diye sorunca da “Devleti savunmaktan ve devlet adına yalan söylemekten, insanlara ceza istemekten bıktım” demişti. Bir başkası yaşamında hiç çalışmamış olmakla övünüyor, “Atalarım-dedelerim, babam ve annem yeterince çalıştılar bu devlete, devletin işi ne baksın bana” diyordu. Adam onlara “Günaydın” dedikten sonra “Çok param olsa” diye düşündü. “Çok param olsa, büyük bir bahçesi olan çok katlı bir bina satın alsam, odalarına yataklar koysam, şu insanlar gelip orada içseler biralarını-şaraplarını. Sokaklarda sürünmeseler..” Adam, çok parası olmamasına sinirlenerek hızla yürüdü. Gazete satıcısının büfesinin önünde birkaç gazeteye baktı. Gazete satıcısı her gün sorduğu soruyla karşıladı onu: “Gazetelerde ne var abi?” Adam o güne kadar hemen her gün aynı soruyu soran gazete satıcısına “Niye sattığın gazeteleri bir kez olsun okumuyorsun ulan” dememişti, yine demedi. Ama gazete satıcısı inatçıydı, sorusuna “Ne olacak bu memleketin hali abi” sorusunu ekleyince Adam sadece gülümsedi. Gazetelerini alıp her gün gittiği kahvehaneye girdi. Garson kızlardan biri hiç sormadan kahvesini getirdi ve gülümseyerek “Günaydın” dedi. Üniversitede, gazetecilik bölümünde okuyordu bu genç kız ve okul giderlerini karşılayabilmek için de boş zamanlarında kahvehanede garsonluk yapıyordu. Adam “Çok param olsa” diye düşündü yine. “Çok param olsa, bu gazete denilen paçavraları bir daha okumasam, bir gazete çıkarsam, faşistler ve dinciler hariç herkesin düşüncesini rahatlıkla yazabileceği, tartışabileceği bir gazete olsa o gazete. Değişik düşüncede olan insanlar bir çatı altında birleşebilseler, hiç değil her gün selamlaşıp, konuşabilseler, gazetenin yemekhanesinde birlikte aynı yemekleri yeseler.. Bu kızcağız da hem okusa hem de o gazetede çalışarak mesleğini pratikte öğrenebilse ve o gazete gerçekten sadece gazetecilikle uğraşsa, devletin, iktidarın tüm pisliğini, hırsızlığını, yolsuzluğunu açıkça, belgeleriyle yazabilse..” Adam kahvehaneden çıktı, gazeteleri bir çöp bidonuna attı, sokakta yeni açılan lokantaya girdi. Lokantanın adı “Helal Et Lokantası”ydı ve Adam ne zaman bu yazıyı okusa “Demek öteki lokantacıların hepsi haram et satıyorlar” diye düşünüyor, gülümsüyordu. O lokantaya gitmesinin nedeni etin helalini yemek değil, işkembe çorbası içebilmekti. Her lokantada işkembe çorbası bulmak olanaklı değildi. Çorbasını söylerken aklına yine alkolikler geldi. “Çok param olsa” diye düşündü yeniden, “Çok param olsa, gazete binasının yanına yapsam o yoksullar evini. O alkolikler de gazetede yapacak ufak tefek işler bulur, oyalanırlar. Çok param olacağı için, çalışmasalar bile hepsine normal bir maaş da verebilirim. Hayır, içkilerine asla karışmam. Paraları olunca hiç değil kaliteli içkiler içebilirler.” Adam yoğurtlu-unlu suyu bol, işkembesi kıtlıkta kalmış çorbasını içti, çorbanın parasını ödeyip “Bir kilo işkembe kaç lira, bir kilo işkembeden kaç çorba çıkar, çorbaların içine biraz daha fazla işkembe koyarsanız dünya mı batar” diye homurdanarak çıktı lokantadan. Eve giderken çocuk parkının önünde durdu bir süre. Bakımsızdı park. Sanki iş olsun diye kurulmuştu oraya. Adam, zincirleri kopuk salıncaklara bakarak; “Çok param olsa” diye düşündü, “Çok param olsa, gazete binasının yanına kocaman bir kreş açsam, bir de Fantaziler Ülkesi denilebilecek çocuk parkı. Çocuklar oraya sadece oynamaya gelmeseler, ağaçlar, çiçekler dikseler oraya, o ağaçlara, çiçeklere kendi isimlerini verebilseler, parkı sahiplenseler, büyüyüp evlenince de kendi çocuklarını oraya getirebilseler.. Çocuklara öğretmenler tutsam, oynarken öğrenmeyi öğretseler onlara. Ne güzel olur be, bir yanda gerçekleri yazan gazete, öte yanda yoksullar evi, kreş, çocuk parkı.. Param olsa cıvıl cıvıl olurdu yaşam.” Adam kapısında “Sanatçılar Derneği” yazılı Türk kahvehanesine girdi. Burada “Sanat” adı altında yığınla başka işler yapılıyordu ve sanat o kahvehanenin semtine bile uğramamıştı. İçerideki insanların bir çoğu 30-40 yıldır Almanya’da yaşıyorlardı ve Almanca bilmiyorlardı. Masaların birinde kağıt oynayanlardan biri durmadan küfrediyordu. Masaya, kağıda, şekere çaya, garsona, oyun arkadaşlarına.. Arada bir de “Ulan hepiniz bana düşmansınız be” diye bağırıyordu. Oyunu kaybettiği belliydi. Adam bir çay bile içmeden terketti kahvehaneyi ve evine doğru yürüdü. Evde ceketini çıkarırken cebindeki paraları saydı. Yarın gazete alırsa çorba içemeyecek, çorba içerse gazete alamayacaktı. Ama içinden “Çok param olsa, her gün gazete alabilsem, çorba içebilsem” diye bir düşünce geçmedi. Televizyonda Afrikalı aç çocukları gösteren bir program vardı." A. KADİR KONUK
Son da olmayacak! Lakin, bizim sorunumuz kapının önündeki havlayan bu it ile değil, o kapının KENDİSİYLEDİR. Kuşkusuz bu saldırı bitmemiş bir davanın Osmanlı’dan bu yana devam eden Dersim’e ebedi düşmanlığıdır. Öncelikle bu saldırı furyası Doğu PERİNÇEK ve onun Vatan partisinin tek başına kişisel bir düşmanlığı da değil. “ Vatan Partisi, Tunceli Valiliği ve belediyeye il sınırları içinde bulunan bütün cadde, sokak, meydan ve diğer tabelalardan Seyit Rıza isim ve sembollerinin kaldırılması için başvurdu“ Bu saldırı devletin Dersim’e Tun(c)elinin bitmemiş devam eden davasıdır! Onun ve bilfiil Kemalistlerin Dersim’e ve Seyit RIZA’nın şahsındaki düşmanlığı tarihidir. Mustafa Kemal’in önünde o diz çökmeyen onu o tarihi iradesi karşısındaki yenilgisi öteden beridir. O haykırış onların suratına patlamış tarihi bir şamardır. Hala İncitiyor! Bunu içine sindiremeyen bu çevrelerin avukatlığını yapan Perinçek tek başına bu işi talep eden biri değil. Bu talep daha kısa bir süre önce Dersim Belediyesi ve Dersim adı üzerinde estirilen alçakça saldırılarında devamıdır. Bakın İsmail Küçükkayanın M Fatih Maçoğlu ile yaptığı proğramdaki o iğrenç tutumuna. Son Almanya’da ttt TV proğramından sonraki açıklamalar ve onlarla ortaklaşan “içerideki” seslerinde bu süreçten ayrı olarak ele almak mümkün değildir. Bay Aygün’ün yaklaşımı ise kuşkusuz sıradan bir yaklaşım değildir. Biliyoruz ki; bu talep bu anlamda derin devletin istemidir. Her yıl farklı il ve ülkelerde de yaşasın veya ilçeden, köyden Dersim’e gelen her insanın uğrayıpta ziyaret etmiş olduğu bu anıt onların unutturmak istediği toplumsal hafızaya yapılan açık siyasal bir saldırıdır. 82 yıldır Seyit RIZA’nın ve yol arkadaşlarının mezar yerlerini açıklamayanların niyetleri ve o kirli emelleride bu vesile ile bir kez daha ortaya çıkıyor! Koruyorlar, ürküyorlar ve bu korku da bunları saldırganlaştırıyor. DERSİM’de olduğu gibi mezarlarımızı Kürdistanın bir çok yerinde bombalayanların, Amede Ahmet ARİF’in vb anıtlarını kaldırılan bu devletin temel korkusu olmuştur. Bu korkuyu derinleştirmek için diz çökmeyelim birlikte tek ses tek yürek olarak yeter çekin o kirli ellerinizi değerlerimizden demeliyiz. Dünün acısını bugün yeniden bize yaşatmak isteyenlere kitle; örgütlerimizin, siyasal partilerin , sol sosyalistlerin, Alevi kurumların ve yüreği dersim İçin atan insanım diyen herkesin içeride ve diasporada da BİRLEŞEREK o fırsatı vermeyelim. Pirimizin eğilmeyen o başı önünde bir kez daha eğiliyorum. O öyle bir derttir ki bunlar hala çıldırıyor Pirem. Saygılarımla Hüseyin y
“Oy kanlı Maraş”! Straßburg sokaklarında yükselen tek bir ses vardı; UNUTMADIK asla UNUTMAYACAĞIZ mesajı ile dünyaya ve insanlığın vicdanına yapılan tek çağrı oldu. 39. Yılında AVRUPANIN başkenti STRAßBURG ik kez Marşlılılar ve dostlarının katılımı ile yapılan bir miting ve yürüyüşle Maraş’tan Rodoskiye yapılan katliamlar protesto edildi. Straßburg bugün katliama maruz kalan yaşlı insanlarımızın ve o günün tanıkların ve yaşamını yitiren insanlarımızın ve yakınlarınında katılmış olduğu bu etkinlik oldukça duygusal bir atmosferde geçti. Bu etkinlik hava şartlarının olumsuzluğuna karşın önemli ve oldukça anlamlıydı! Lakin, demokratik kurum ve Alevi örgütlerinin ve siyasal hareketlerin yapılan bu mitinge kayıtsız kalmalarının hiç bir “haklı”gerekçesi ve amasının olmaması gerektiğinin bir kez daha daha altını çizmek istiyorum. Bu yaklaşımdan uzaklaşmak mutlaka kazandırır! Gerisi yeni katliamların kapısını açan zihniyet için yeni fırsatlar olacaktır! Yitirdiklerimizin anıları önünde bir kez daha eğilirken zorbaların ve barbarların tarihte ömrü ebedi olmadı. Aslada OLMAYACAK! Saygılarımla Hüseyin y- Straßburg
GÜNE ÖYKÜ: " YENİ YIL “Tez: Her yılın sonunda ‘Yeni yıla giriyoruz’ diye sevinenler, oturun derince düşünün bakalım, kim kime, nerede, nasıl ve hangi felsefi biçimde giriyormuş.” Adam yeni yıla evinin dışında bir yerlerde girerek yeni yılı şaşırtmak için evden çıktı. “Yeni yıla hep aynı ortamlarda girmek evde kalmaktan daha beter sonuçlara yol açıyor” şeklindeki felsefi düşünceye istemese de inanıyordu. 1999 yılından adı “Milenium” olan 2000 yılına girerken de evden çıktığını anımsadı ve o çıkıştan sonra gelen yıllarda neler yaşadığını düşündü. Yıl ne demekti? Yıl kavramını kim ve nereden bulmuştu? Bir yıl neden 365 gün 6 saatti? Bir yıl 500 gün olsa süsü mü bozulacaktı? Yılın günlerinin sayısına kimler karar vermişlerdi? Delinin biri bir kuyuya taş attı diye Adam o taşı çıkarmak zorunda mıydı? Yılın biri bitince insanlar neden deli gibi sevinip etrafı velveleye veriyor, gökyüzünü neden patlayıcılarla dolduruyorlardı? Yıl boyu eşek gibi çalışıp, para biriktirmelerinin nedeni bu muydu? Yaşamlarından bir yıl daha eksildiği, bir yıl daha yaşlanıp çukura yaklaştıkları için sevinen bu insanlar aptal olabilir miydiler? İnsanlar yılın öteki bütün günlerinde her türlü herzeyi yerlerken yeni yılın ilk gününe neden Hindi yiyerek giriyorlardı? Neden Hindi? Neden öküz yemek gibi bir gelenek oluşmamıştı? Hindi “Düşündüğü” için, “Düşünenleri yiyin” demek mi istiyorlardı? Diktatörlerin Hindi sevmemelerinin temelinde yatan öz düşünce neydi? İsa’nın Hindi yediğini kim gördü, kim ortak oldu o Hindiye? İsa yoksul Meryem’in –nasıl becerdiyse- Tanrıdan edindiği çocuk değil miydi? Tanrı yakınındaki o kadar melek-huri dururken yoksul Meryem’i yoldan çıkararak insanlara ne gibi bir mesaj vermek istemişti? O günlerde Filistin ve Ben-i İsrael oğulları açlıktan-yoksulluktan kırılırken Meryem nasıl oluyordu da hiç utanmadan her gece ziyafet sofraları kurabiliyordu? Filistin’de Hindiye ne deniyordu? İsa Hindi gibi düşündüğü için mi Romalılar tarafından çarmıha gerilmişti? İsa kimdi, neden bir deveye değil de eşeğe binmişti? Hindinin içine pirinç koymak gibi salakça bir fikri kim bulmuştu ve insanlar yeni yıla giriş anında içi pirinçle doldurulmuş Hindileri yerken ne düşünüyorlardı? Pirincin kilosu burada bir liraysa oralarda kaç liraydı? Hindilerin ulusu var mıydı? O kadar düşünebilen bir hayvan olan Hindiler neden kendilerini böyle kolay yedirtiyor, neden örgütlenmiyor, neden seçimlere katılmıyorlardı? Hindilerin her yılbaşında kızartılmaları dönüşü olmayan bir kader miydi? Kader, Adam’ın oturduğu mahallede herkesi deliye çeviren yosma değilse, kimdi? Kader Adam’a neden gülümsemiyor, onu her gördüğünde neden kıçını dönüyordu? Kader Hindi sever miydi? ‘Kader kime şikayet edeyim seni’ şarkısı hangi amaçla yazılmıştı?” Adam sokaklarda “Bu gece mutlaka eğleneceğiz” diyerek kendilerini sıkım sıkım sıkan insanları görünce zoraki eğlencelerden nefret etmekte ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anladı. İnsanlar gerçekte eğlenmiyor “Bu gece eğleneceksiniz” diye verilen emri yerine getirmek için yarışıyorlardı. Adam, herkesin eğlendiği günlerde eğlenmenin hiçbir tadının olmadığını, eğlencenin önceden tüm ayrıntılarıyla planmasının onu güdükleştirdiğini, disipline ettiğini düşündü. Birahaneleri ilk akşamdan tıka basa dolduran insanların yüzlerindeki yapay neşeyi izleyen Adam, “Böyle sadaka türü mutluluk istemiyorum” diye homurdandı. Kentin sokaklarında gece boyunca adressiz dolaşan Adam, yalpalayan, yolda giderken sekiz çizen, kaldırımlarda sürünen sarhoşları gördü. Sokaklar kusmuk ve sarhoş doluydu. Yeni yıl gelmeden yollarının içine sıçılmıştı bile. Ve ansızın yeni yıla girildi! Adam pislik içindeki sokaklarda, o sokaklarda sürünen insanlarda, gecenin karanlığında hiçbir değişikliğin olmadığını bir kez daha gördü ve “ İstediğiniz kadar gökyüzünü aydınlatın, sonunda yine çökecek karanlık ve sizler inlerinize dönmek zorunda kalacaksınız” diye bağırdı insanlara ve evine doğru yürüdü. Şıngırdaklı Cevriye’nin köşesine çivilendiği sokak aynı, ev aynı, kapı aynı, merdivenler, mutfak, yatak odası aynı ve ev soğuktu. Eve giren çıkan hiçbir şey olmamıştı. “Yeni yıla tek başıma girmek istemiyorum, gel evimde bir çay içelim birlikte” diyen Cevriye’nin sabaha karşı “Bakireliğimi kaybetmedim değil mi” sorusu da aynıydı. Yeni yıl diye bir şey yoktu. Cevriye artık cennete gidemeyecekti. " A. KADİR KONUK
Yok be Sekiz Ekrem, sana kızgınlığım tutarsam becereceğim diye kedilerin arkasından koşmandan kaynaklanmıyor. Zaten bizimkiler seks yerine adını Sekiz koydular bu yeter sana. Ömrü billah düşmez bu isim yakandan, düşmedi de zaten. Hiçbir baltaya sap olamadığından toplum polisi olmaya karar vermiştin de seni sekizinci karakola tayin ettiklerinde renkten renge girmiştin, anımsıyor musun. Mahallenin bizden sonra yetişen çocukları işin hikayesini bilmeden seni gördüklerinde yere sekiz rakamı çizdikleri için kaçının ailesiyle kanlı bıçaklı olduğunu bir sen bil yeter. Senden nefret ediyorum Sekiz Ekrem, o kuyuyu anımsıyorsun değil mi? Hayır, marangoz babanın üstünü çürük tahtalarla kapattığı, sonra da seni kovalarken tahtaların üstüne basıp, gırtlağına kadar bokun içine gömüldüğü o bok kuyusundan söz etmiyorum. Babam yetişmese, babanın boklu ellerine yapışıp yukarı çekmese annen genç yaşında dul kalacaktı. Aslında bir bakıma iyi de olurdu, kadın keser sapıyla yediği dayaklardan kurtulurdu hiç değil. Ayı oğlu ayı, el kadar kadını mahallenin ortasında az mı kovaladı keser sapıyla. Bir defasında annem, senin o hödük babanı utandırırım umuduyla, usta keser sapı küçük değil mi, kazma sapı yok muydu, demişti de senin annen bunu yanlış anlamış, aylarca konuşmamıştı annemle. Ama konu o değil. Hani bilye oynadığımız o küçük kuyu vardı, onu diyorum. Dün gibi hatırlıyorum ulan Sekiz, benim on bilyeden altısı girmişti kuyuya, hem de dibine kadar girmişlerdi, ama sen o hayvani kemikli ellerinin gücüne güvenerek altı değil beş, biri kenarda duruyor, demiş, bilyelerimi ütmüştün. Sen Kuran üzerine yemin ediyordun, ben Ali üzerine. Sonra Kuran mı Ali mi büyük tartışması çıkmıştı, millet bilyeyi, çukuru dinleyip anlamamış, olay mahalle kavgasına dönüşmüştü, anımsadın mı? Niye anımsamıyorsun ulan, o kavga sırasında yerden aldığım ucu sivri taşı arkadan kafana yerleştirdiğimde pekmezini akıtmış, o manyak kafana dört dikiş atmışlardı, günlerce ateşler içinde yatmıştın, anımsasana keriz. Hayır, Altı bilyeydi sen hala beş diyormuşsun utanmadan. Torunun torunuma anlatmış bilyelerimi nasıl üttüğünü, o da mektubuna yazmış, duydum. Senden nefret ediyorum ulan Sekiz. Şimdi ben senin Sekizliğini torunuma anlatayım, adının başına konulan o hacıya bir ekleme yapayım, Sekiz Hacı ol da gör gününü. Senden de nefret ediyorum Dandik Çetin. Ulan dandik, duydum, benim için eli sıkı, nekesin Allah’ı diyormuşsun orada burada. Niye iftira ediyorsun aslanım? Benim senden daha çok arkadaşım olduğu için değil mi? Belki de o günlerde senden iyi şarap içtiğim için. Anımsa aslanım, hani yatılı okulda son sınıftaydık. Babam bana altmış lira göndermişti. Ne paraydı o zamanlar altmış lira, biliyorsun. Hani beş litrelik bir galon kırmızı şarap almıştık, yanına tuzlu leblebi, fındık, fıstık içi, sen taze üzüm de alalım diye tutturmuştun, sosyetesi gelişmemiş herif, şarap aldık, şarap zaten üzüm dedik, bir türlü ikna edemedik de iki kilo üzümü almak zorunda kaldıydık, ne tez unuttun? Sonra üç kişi Harçik Çayı’nın yanında, benim masam dediğim sal taşın yanına oturmuş, şarabı içmiş, mezeleri yemiş, üstüne uzun hava söylememi istemiştiniz de, okulun bahçesinde basketbol oynayan beden eğitimi öğretmeni Keramettin bey benim sesimi tanımış, Kemal’i göndermişti susmamı söylemesi için. Siz benim paramla alem yaptınız cezayı ben aldım değil mi? Demek anımsamıyorsun? Dandik oğlu dandik, o gün şaraptan sonra, aylardır pırasa helva yemekten anamız ağladı, bir döner olsaydı diye sızlandığınız için lokantaya sizi kim götürdü, dönerleri size kim yedirdi, oğlum şarabın üstüne ayran içilmez dediğimiz halde içim yanıyor diyerek bardaklar dolusu ayran içip, garsonun üstüne kusan kimdi? Üstelik adamın kafasında iki ayran bardağını ben mi kırdıydım? Lokantacı, üzerimizdeki postacı giysisine benzeyen giysilerimizden, ayaklarımızdaki Sümerbank ayakkabılarından bizim öğretmen mektepli olduğumuzu anlayıp, polis yerine o gün nöbetçi öğretmen olan Keramettin beyi çağırttığında, onun olayın faili olarak sana yüklenmek yerine benim kulağıma yapışıp, neye öküz gibi böğürüyordun ulan dediğini de mi unuttun? Haydi bunların hepsini geçelim Dandik, ama altmış lira be, altmış lira. Ertesi sabah baktım sigaram kalmamış, cebimdeki para bir Bafra sigarasına bile yetmiyor. Sana gelmiş, bir lira istemiştim de param yok demiştin, unuttun mu? Bir lira ulan, bir lira vermemiştin, hem de bir akşamda altmış lira yediğin halde, hem de o günlerde Almanya’da olan ağabeyinin sana yirmi Mark gönderdiğini panoya asılan listeden hepimiz okuduğumuz halde. O günlerde bir Mark yedi mi sekiz lira mıydı, nereden anımsayayım şimdi? İşte o zaman, içki sigara içmeyen, bizim alemlerimize meze yemek ve türkü söylemek için katılan Kemal gazaba gelmiş, beni çarşıya götürmüş, koca bir paket Diplomat sigarası almıştı, o sigarayı yemekhanenin duldasında içerken sen gelmiş, ne güzel kokuyor demiş, utanmadan bir sigara istemiştin de Kemal, dandikler Diplomat içemezler, dokunur demişti. filmi ben yaktım ulan Dandik. Evet, senin kimselere ellettirmediğin, Alman malı aslanım diyerek gerindiğin o fotoğraf makinesinin içindeki filmi ben yaktım. Nasıl şaşkın ineklere dönmüştün filmi fotoğrafçıya götürdüğümüzde. Bunun hepsi yanmış demişti adam. Sen hala makinenin nasıl harika bir Alman malı olduğunu anlatmaya çalışıyordun. Gülmedim bile. Neye gülecektim. O günlerde filmlerin bu günküler gibi koruma kutuları yoktu, çarşaf gibi sarılıyorlardı bir makaradan ötekine. Açmıştım makinenin arka kapağını, şöyle bir ışığa tutmuştum, hepsi o kadar. Utanmazın gevreğiydin ulan Dandik. Yeni film almak için benden para isteyecek kadar utanmazdın üstelik. Vermedim elbet. Zaten yoktu, olsaydı belki verirdim yine. Şimdi kalkmış torununa benim ne kadar nekes olduğumu anlatıyormuşsun. Memurluktan emekli maaşın var, dükkanların var, taksi yazıhanen var, sen nekes değilsin de benim gibi hala çulsuz olan biri nekes öyle mi? Nefret ediyorum senden Dandik Çetin, nefret ettiğim için, ağabeyinin sana gönderdiği, senin de sadece izin günlerinde giyebildiğin o kot pantolonların kıçlarına herkesin, tapon mal bunlar aslanım, kıçlarını güveler yemiş dediği delikleri de ben açmıştım, bilesin istiyorum. Seni düşündükçe nefretten geberiyorum Füsun. Seni ne kadar sevmiştim, senin için nelere katlanmıştım, gözüne dizine dursun ulan! İnsanda biraz sevgiye saygı olur. Etrafta, ha o mu, aman sende, bir zamanlar it gibi ardımdan koşuyordu da yüzüne bile bakmamıştım diyormuşsun. Utan be, kıçının kılları ağardı hala yalan söylüyorsun. Elma ağaçlarının altında az mı öptürmüştün kendini bana? Kerem ile Aslı mı olacağız diyerek az mı ağlamıştın başını omuzuma dayayıp? tenekeci baban milletvekilli olmaya soyunduğunda ona oy toplamak için az mı kıvranmıştık arkadaşlarımla? Kapı kapı dolaşmış, aslında hiç de sevmediğimiz o lanet baban için oy dilenmiş, üstelik yol paralarımızı da cebimizden ödemiştik. Ne olmuştu? Hiç. Topu topu dokuz oy alabilmişti baban da suçlusu biz olmuştuk. Bize zırnık koklatmayan o sefil adam oy versinler diye insanlara onar lira dağıtmıştı, anımsıyor musun? Seçimlerden sonra kudurmuştu baban, ulan diye bağırmıştı tenekeci dükkanının içinde, ulan bu sekiz oy bizim sülaleden, peki bu dokuzuncu oyu hangi şerefsiz verdi, onu bulamıyorum! Biliyorsun bendim Füsun, o dokuzuncu oyu babana veren bendim, bir kez daha itiraf ediyorum. En kral politikacının bile burnuna üfürmeyen ben o tenekeci babana oy vermiştim. Niye? Senin için be! Sonra söylemiştim, niye ona oy verdiğimi, bu defa da sen kudurmuş, seni bir oya satın almaya kalkıştığımı ileri sürerek -gerçek neden o bankacı herifti oysa- aşkımıza son vermiştin. Ne oldu? Sürüm sürüm süründürdü o herif seni. Benim dokunmaya kıyamadığım saçların genç yaşta beyazlandı, kahrını gizlide ben çektim. Boşan gel, seni hala seviyorum dediğimde de çulsuzluğumu yüzüme vuran sendin. Nefretim bundandır işte. O nefrettir kocana o mektupları yazmamın nedeni. Her gün kim lan bu herif diyerek seni dövmesi bu nefretin ürünüdür, bilesin istedim. Demek beni sevmedin öyle mi? Bana yazdığın mektuplar hala dosyamda, bak toruna torbaya karıştın, açarım kutuyu, görürsün gününü o zaman. Sevdim demiyorsan niye sevmediğini söylemek zorunluluğunu hissediyorsun alçak! Dur sen, o fotoğrafları göndereyim de torunların aşk neymiş anlasınlar bir daha. Ya sen lokantacı Şükrü, sana ve o iki yüzlü karına olan nefretimi nasıl anlatayım? Ben ki okullar bitirmiş, diplomalar almış, sonra devletin hışmına uğramış biri olarak senin o hamam böceği yuvası lokantanda aşçılığı kabullenmek zorunda kalmıştım, sen ücrette hiçbir değişiklik yapmadan aşçılığıma bir de tezgah işlerini eklemiş, döner kestirmiş, bir de garson gelmedi ayağına yatıp garsonluk yaptırmıştın da sesim çıkmamış, bir kuru ekmeğe muhtaç olmamak için katlanmıştım her şeye. Sen ne zaman yorgunum gidip biraz yatayım desen, karın iki günde bir geliyor, senin onlara para vermediğinden yakınıyor, ağlıyor, çocukların neredeyse yalınayak gezdiklerini anlatıyor, kasadan para istiyordu. Veriyordum elbette. Para da karı da senindi. Tek suçum ona söz verdiğimden söyleyemiyordum sana kasadan çıkan paraları. Sonra ne oldu? Senin o karın başladı onu nasıl ihmal ettiğini anlatmaya, gittikçe sokuldu yanıma, hani azıcık boş bulunsam mutfakta tencerelerin arasında.. Yapmadım ulan, yapamadım, şimdi söylüyorum işte. Ama karın yaptı yapacağını, kasadan para çaldığımı, üstelik ona kur yaptığımı söyledi sana. Üstüme döner bıçağıyla yürüdüğün gün aslında o bıçakla seni doğramam gerekiyordu ama çekip gitmiştim anımsıyor musun? Senin ölmen bir şey değildi, çocukların ne suçu vardı? Hala gelene gidene benim nasıl hırsız, namussuz biri olduğumu söylüyormuşsun. Nefretim ondandır. Hepinizden nefret ediyorum ey insanlar, evet hepinizden, ne olacak? Gençliğimde kuyruğumdan at sineği gibi düşmeyenler, varlıklı günlerimde masamdan kalkmayanlar, neredesiniz şimdi, hangi cehenneme gittiniz? Biz koca bir dünyaya sığmıyorduk, geldik şu otuz metrekare odaya sıkıştık, önemli değil, ama neden kimse gelmiyor evime, neden telefon etmiyorsunuz, neden yollarda çıkmıyorsunuz karşıma..“ A. KADİR KONUK
Uzun uzun anlatmayacağım Erdal'ı. Onun artık bu anlatımlara ihtiyacı yok. O kadar dönek, iahnetçi, liberal, oportünist, reformist, revizyonist varsa; lütfen bunlar Erdal'ın adını kirletmesinler artık. En başta o zamanların parti ileri gelenlerin başında olan yakını Gökalp Eren gelir. Sonrada parti davasına ihanet edenler. Sıra sıra... Erdal ismi denilince;
1. Marksizm Leninizme bağlılık,
2. Parti davasına bağlılık,
3. Sosyalist Devrime olan inanç,
4.Zor ve ağır baskı koşullarında örgütlenme ve çalışma iradesi,
5. Komünist kadro yolunda gösterilen çaba,
6. Azim ve irade,
7. Disiplin ve yaratıcılık,
8. Öğrenme tutkusu,
9. Bireyselcilik değil, kollektifizm,
10. Emperyalizme, kapitalizme ve faşizme karşı bükülemeyen bir çelik irade,
11. Düşünme ve üretkenlik,
12. Her türden ihanete karşı komünist bir duruş,
Bu ve benzer bütün özellikler, sevgili yoldaşım Erdal'ın önüne koyduğu hedeflerdi. Bunların bir kısmını genç yaşında hayatında gerçekleştirdi. Henüz bir kısım özellikleri ise gerçekleştiremeden elimizden erkenden alınan gerçek anlamda yiğit genç bir yoldaşımızdı. Hedeflerine yürüdü, tutkuyla ML davasına bağlandı, önderi Denzi Gezmiş ve diğer yoldaşlarının yolundan yürüyerek, onları daha da ileriye taşımak azmiyle düşmanın üzerine üzerine yürüdü. Düşman korkttu. Korkusundan beni yargılarsanız kafama sıkarım dedi. Ama o yürek yoktu o alçakta. Sıkamadı kafasına. Ama hergün kafasına Erdal yoldaş sıkmaya devam ediyor. Erdal'dan korkttu çünkü. Rüyalarından dahi korkar oldu.
Her türden ihanetçiler daha şimdiden yaşlandı. Ama sen hala 17 yaşında ayakta bir bayraksın... komünizm ideallerin bayrağı... ne beynimiz ne de yüreğimiz üşümüyor artık yoldaş... sen ısıtıyorsun hala...
Şan olsun sana... şan olsun....


„Tez: Durmadan ağıt yakanlardan, ah of çekenlerden, gözyaşı dökenlerden ama bir türlü harekete geçemeyenlerden uzak durun. Çünkü onların kendileri ve sizin için gerçekleştirebilecekleri hiç bir güzellik yoktur.“
Adam evden çıktı ve apartamanın kapısının önünde öylesine bekleyen komşusuyla karşılaştı. Dün gece komşusunun eşiyle kavga ettiklerini duymuştu Adam. Kadın herkese duyurmak istercesine “Erkek olsaydın, adam olsaydın, bir bok olabilseydin” diye bağırmıştı.
Gerçeği sorarsanız Adamın komşusu adam gibi bir adamdı. Güleryüzlü, herkesle selamlaşabilen, herkesin halini hatırını sorabilen, kimseyi incitmeyen, politikaya karışmayan, hükümetin yasalarına kılı kılana uyan biri. Konuşurken bir tek ünlemli sözcük çıkmıyor ağzından. Konuşmuyor da sevgiyle akan bir dere gibi fısıldıyor. Sabahları erkenden çıkıp işine gidiyor, akşamları karanlık çökmeden eli kolu dolu evine dönüyor. Paketler, torbalar, çantalar, yük beygiri gibi taşı babam taşı. Peki bu kadın ne istiyor bu adamdan? Neden en azından geceleri rahat bırakmıyor adamı?
Adam “Acaba sorsam mı” diye düşündü. „Komşu komşunun külüne muhtaçtır, derler. Komşum böyle entari giyinip apartmanın önüne çıktıysa mutlaka önemli bir sorunu olmalı. Karnaval yok, şenlik yok, dudaklarını boyamasının alemi ne?”
Adam komşusuna yaklaştı ve “Hayırdır komşu” dedi.
“Hayır değil” dedi komşu, “Bunun hayırla bir ilgisi yoktur.”
“Üzgün görünüyorsun da..”
“Üzüntü mü? Ben üzüntüyü bile bilmem.”
“Çarpacağım suratına ulan” diye düşündü Adam, “Sen entari giyin, dudaklarını boya, ağlayacakmış gibi suratımıza bak, sonra da ne hayır, ne üzüntü.”
“İşe mi gidiyorsun” diye sordu Adam gıcığına.
“İşe mi” dedi komşu, “Neden gideyim işe? Ben eşek gibi çalışmaktan, ıvırı zıvırı eve taşımaktan, ona buna sırıtmaktan, seçimden seçime hep aynı partiye oy vermekten, yemek pişirmekten, bulaşık yıkamaktan, evi süpürmekten, çamaşırları yıkamaktan, banyoyu tuvaleti temizledikten sonra da ölü gibi yatmaktan başka ne halt edebilirim? Ben kadınların yanında otururum, ben her lafa karışırım, ben bir gün olsun sesimi bile yükseltemem, ben..”
Adam; “İyi de ne kötülük var bunlarda” diyecek oldu, komşusu onun yüzüne baktı ve ağlamaya bağırmaya başladı:
“Ben ne ettim kader sana/Düşman ettin beni bana/Şikayetim yaradanaaa!”
Adam komşusunun koluna girdi; “Gel bir kahve içelim” dedi.
“Ben kahve içmem, çay içmem, içki hiç içmem, sigara bile içmem ben” dedi komşusu. O sırada sirenler çaldı, kırmızı bir minübüs apartmanın önünde durdu ve minübüsün içinden inen kadın “İşte bu, entarili olanı” diye bağırdı, “Deli etti beni bu adam, götürün, götürün de erkekliği öğrenip gelsin!”
Adam komşusunun yaka paça götürülüşünü izlerken “Eğer böyle bir minibüse binmek istemiyorsam, son günlerde beni sıkıştıran o sözü, yani kendime bir sevgili bulmalıyım sözünü unutmam gerekli. Yaşasın kirli çoraplarımın ve dağınıklığımın odanın her yerinde sürdürdükleri özgür yaşam” diye mırıldandı ve kente doğru yürüdü."
A. KADİR KONUK
Arkasından salya sümük ağıt yakılan hep 17 yaşında delikanlı, lafları ile anılarak liberalize edilmeye çalışılan bir Erdal EREN’le karşı karşıyayız.
Mücadelesi anlaşılmadığından hukuksuz asılan delikanlı olarak lanse edilen Erdal Eren’le karşı karşıyayız.
İyi niyetliler dışında, mücadelesi ve hayata bakış açısı bilinçli bir tarzda karartılan bir komünist için en anlaşılmaz tutarsız tutum bu olsa gerek.
Burjuvaziye ne gerek, zaten “sol” eliyle devrimci söylemler altındaki liberal demokrat tutum elinden geleni yapıyor ve Erdal Eren’i bir kez daha idam sehpasına çıkarıyor.
Erdal 17 yaşında bir “masum” muydu?
Hiç zannetmiyorum… Onun üzerinde yükseldiği binlerce yıllık sınıf mücadelesinin, en önünde durarak, yaşının binlerce yıla dayandığını, cesareti ve bilinci ile doğruladı. Bütün yenilgilerine rağmen o savaşmaktan vazgeçmeyen ezilen/sömürülenlerin toplam bilinci ve yaşına sahipti.
Bundan daha büyük suç olabilir mi?
Erdal’ı astıran, burjuvaziye korku salan bu bilinçtir. Çünkü devlet sınıflı toplumlarda ezenlerin tarihsel toplam bilincidir.
Bunu kavramayan Erdal’ı kavrayamaz ve anlayamaz. Bunları kavramayan Gezi direnişi ve ölenleri anlayamaz.
Anlayamadıklarından veya anlamak istemediklerinden ölümleri sadece kaba bir devlet şiddeti olarak görür ve mücadeleyi demokrasi adına liberal demokratlara havale ederler.
Bunu ancak sınıfsız toplum için savaşanlar anlar. Anlayamayanlarda burjuvaziden demokrasi beklentisi içinde olanlardır. Çünkü demokrasi burjuva devlet bilincinden başka bir şey değildir.
Bir Yoldaşı

O pişman etmişti 35 yıl önce GENARALLERİ!
Bundandır ki kimse ona pişmanmısın sorusunu soramadı!
12 Eylül'ün Faşist iti EVREN onun için bunları asmayalımda besleyelimi diyordu.
Bunun için idam ettiler ERDAL'ı!
ERDAL, emperyalizme ve faşist diktatörlüklüğe karşı savaştan kaçanlara inat, faşist diktatörlüklüğe karşı bugün Kobani'de SUR'da NUSAYBİN'de Kürt gençliğinin ve halkının elinde bir bayrak ve mavzerdir.
Gün emperyalizme ve faşist diktatörlüklüğe karşı ERDAL'I dar ağacına götüren değerlerin insanı olmaktır.
Erdal olmak bunun için yürek ister.
Bugün herkes yine Erdal'la sevgi ve saygıyla onu anan ve ona övgüler düzen yazılar ve resmiler ile paylaşımlar yapıyor.
Bunlar bir araya gelse inanıyorumki bir ordu olur!..
Ama , esas sorun kimse ERDAL'lı Erdal yapan o değerleri anlamak ve bu değerlerin insanı OLMAYA yanaşmıyor!
ERDAL'ı anmak ve sahiplenmek onun darağacında yaşasın dediği değerleri yaşatmak ve bu değerlerin insanı olmaktır.
Bu da yürek işidir.
Gerisi Erdal'la yakışmıyor.
Saygılarımla
Hüseyin y



...,13 Aralık 1980 !

17 sinde faşizme gericiliğe ve adaletsizliğine baş kaldırdığı ve dik durduğu için  idam edil ERDAL EREN!

Onun başkaldırısı ezilen horlanan ve ötekileştirilen Türkiye halklarının başkaldırısıdır!

Dünya hukuksuzluğunun en bariz yaşandığı iki davadan biridir. O alel acele idam edi!
Devlet can ve kan istiyordu sermaye ve Paşa'lar böyle istediği için idam edilmeliydi!
Onun yaşı hemen büyütülerek idam edildi.
Tıpkı Sehit Rıza'nın yaşı küçültülerek idam edildiği gibi...
Bu iki dava bile TC devletinin nasıl bir sosyal ve hukuk devleti olduğunun da kanıtı ve belgesidir !
O faşist diktatörlüğe ve onların apoletli Evren generallerinin yağma ve talan düzenbazlarının yüzüne korkusuzca haykırır tıpkı buğday meydanında Sehit Rıza'nın meydana haykırdığı gibi!..
...Kahrolsun faşist diktatörlük , yaşasın Tdkp diyerek tabureye vurur!
Onu anlamak ve tarihi çarpıtmadan bilmek gerek.
Erdal'ı Ölümsüz kılan ve DENİZ'leştiren tarihi duruşu esasında budur.
Evet o hep ama hep onyedi yaşında ölümsüz olarak halkların yüreklerinde  yaşayacak.  Ama onu asmayıpta
besleyelim mi diyen Kenan Evrenler ise tarihte hep nefretle anılacaklardır !

Unutulmayacaksın unutanlara inat.
Saygıyla

13.12.14
Hüseyin y.
YOKSUL KÖYLÜLERE SOSYAL-DEMOKRATLARIN NE İSTEDİĞİ KONUSUNDA
KÖYLÜLER İÇİN BİR AÇIKLAMA
1. KENT İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ
      Kentlerdeki işçilerin huzursuzluğundan sözedildiğini birçok köylü mutlaka duymuştur. Bazıları gittikleri kentlerde ve fabrikalarda, polislerin deyimiyle ayaklanmaları, bizzat görmüşlerdir. Bazıları da karışıklıklara katıldığı için yetkililer tarafından köylere sürülen işçileri tanırlar. Gene bazı köylüler, işçilerin mücadelesiyle ilgili bildiri ve broşürleri görmüşlerdir. Ve bazıları da, olayları bizzat yaşamış kişilerin, kentlerde olup bitenler hakkında anlattıklarını duymuşlardır.
      Önceleri yalnız öğrenciler başkaldırırlardı; bugün bütün büyük kentlerde binlerce, onbinlerce işçi ayaklanmıştır. Çoğunlukla patronlarına, fabrikatörlere, kapitalistlere [sayfa 82] karşı mücadele ediyorlar. İşçiler greve başlıyor, hep birden fabrikadaki işi bırakıyorlar, ve ücretlerin artırılmasını istiyorlar; günde on, onbir saat yerine, yalnız sekiz saat çalıştırılmaları isteminde bulunuyorlar. Bunlarla birlikte, yaşam koşullarım iyileştirecek istemler de ileri sürüyorlar. Atölyelerin daha iyi düzenlenmesini, makinelerin özel güvenlik tertibatıyla donatılmasını, böylece çalışanların sakatlanmaktan korunmalarını; çocuklarının okula gidebilmelerini; hastalarının hastanelerde gereği gibi tedavi edilmelerini; işçi konutlarının hayvan barınakları değil de, doğru düzgün evler olmasını istiyorlar.
      Polis, işçilerin mücadelesine karışıyor. İşçileri yakalıyor, hapsediyor, yargılamaksızın doğdukları yerlere, hatta Sibirya'ya sürgün ediyor. Hükümet yasalar koyarak grevleri ve işçi toplantılarını yasaklıyor. Ama bu kez, işçiler, polise ve hükümete karşı mücadeleye girişiyorlar. Diyorlar ki: Biz, milyonlarca "emekçi, yeterince boyuneğdik! Bizi soymalarına yeterince izin verdik! Birlikler kurmak, tüm işçileri tek ve büyük bir birlik içinde (işçi partisinde) toplamak ve beraberce daha iyi bir yaşam için mücadele etmek istiyoruz. Toplumun yeniden ve daha iyi bir biçimde örgütlenmesini istiyoruz: bu yeni ve daha iyi toplumda zengin-yoksul olmamalı, herkes çalışmalıdır. Sadece bir avuç parababası değil, tüm emekçiler kendi ortak çalışmalarının ürünlerinden yararlanmalıdırlar. Makineler ve diğer teknik gelişmeler, milyonlarca, on milyonlarca insanın sırtından birkaç kişiyi zenginleştirmeye değil herkesin işini kolaylaştırmaya yaramalıdır. Bu yeni, bu daha iyi toplumun adı, sosyalist toplumdur. Öğretisinin adı sosyalizmdir. Toplumun daha iyi örgütlenmesi için mücadele eden işçi birliklerinin adı sosyal-demokrat partilerdir. Bu partiler (Rusya ve Türkiye dışında) hemen hemen bütün ülkelerde açık olarak vardır, ve bizim işçilerimiz de, aydın kişiler içinden gelen sosyalistlerle birlikte böyle bir parti kurmuşlardır: bu parti, [sayfa 83] Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisidir.
      Hükümet partiyi baskı altında tutmaktadır, ama tüm yasaklamalara karşın, parti varlığını gizli olarak sürdürmekte, gazete ve broşürlerini yayınlamakta ve gizli birlikler kurmaktadır, İsçiler gizlice toplanmakla kalmayıp kalabalık gruplar halinde sokaklara dökülerek, "yasasın sekiz saatlik lagünü, yasasın özgürlük, yasasın sosyalizm!" yazılı bayraklarını dalgalandırıyorlar. Bu yüzden, hükümet, işçilere karşı zor kullanıyor. Hatta onları kurşunlatmak üzere asker bile gönderiyor. Rus askerleri, Yaroslavl'da ve Petersburg'da, Riga'da, Don üstündeki Rostov'da Zlatust'ta Rus işçilerini öldürdüler.
      Ama işçiler dayanıyorlar, mücadeleye devam ediyorlar. Onlar, ne zulüm, ne hapisane, ne sürgün, ne zindan, ne de ölüm bizi geriletemez diyorlar. Davamız haklı bir davadır diyorlar. Biz, tüm çalışanların mutluluğu ve özgürlüğü için savaşıyoruz. On milyonlarca, yüz milyonlarca insanı şiddetten, zulümden ve yoksulluktan kurtarmak için savaşıyoruz. İşçiler gittikçe daha çok bilinçleniyorlar. Sosyal-demokratların sayısı, tüm ülkelerde hızla artıyor. Bütün baskılara karşın savaşı kazanacağız.
      Yoksul köylüler, sosyal-demokratların kim olduğunu, ne istediklerini; ve halkın mutluluğu için mücadelesinde sosyal-demokratlara yardımcı olmak üzere, köylerde ne yapılması gerektiğini iyi bilmelidirler.
      2. SOSYAL-DEMOKRATLAR NE İSTİYORLAR?
      Rus sosyal-demokratları, her şeyden önce siyasal özgürlük istiyorlar. Sosyal-demokratların, yeni ve daha iyi bir toplum düzeni, yani sosyalist düzeni kurma yolundaki mücadelelerinde, tüm Rus işçilerini açık ve yoğun bir biçimde birleştirebilmek için siyasal özgürlüğe gereksinmeleri vardır. [sayfa 84]
      Siyasal özgürlük nedir?
      Bunu anlamak için, köylü, her şeyden önce bugünkü özgürlük durumunu derebeylik düzeniyle karşılaştırmalıdır. O zamanlar, köylü, derebeyinin izni olmadan evlenemezdi. Şimdi ise köylü hiç kimseden ve hiç bir biçimde izin almadan evlenebilir. Derebeylikte köylü, derebeyi kâhyası tarafından belirlenen günlerde derebeyi hesabına çalışmak zorundaydı. Şimdi köylü, hangi işveren için, hangi günlerde ve hangi ücret karşılığında çalışacağını seçmekte serbesttir. Toprak köleliği düzeninde köylü, derebeyinin izni olmadan köyü terkedemezdi. Bugün köylü istediği yere gitmekte serbesttir, ama bunu yapabilmesi için mir'in[1*] ona izin vermesi, ödeyecek borcu olmaması, kendine pasaport verilmesi, vali ya da polis şefinin yer değiştirmesine karşı çıkmaması gerekmektedir. Bundan ötürü, bugün de, köylünün istediği yere gitmede tam özgürlüğü, tam bir yer değiştirme özgürlüğü yoktur; köylü, hâlâ yarı-serf durumundadır. Rus köylüsünün neden hâlâ yarı-serf durumunda olduğunu ve bu durumdan nasıl kurtulabileceğini ilerde ayrıntılarıyla anlatacağız.
      Toprak köleliği düzeninde köylü, derebeyinin izni olmadan mülk ve toprak satın alamazdı. Şimdi, köylü, her çeşit mülk almakta serbesttir (ama bugün bile miri terketmede ve toprağını istediği gibi kullanmada tam serbest değildir). Derebeylikte köylü, derebeyi tarafından bedenî cezalara çarptırılabilirdi. Köylü, bugün hâlâ bedenî cezalardan kurtulmuş olmamasına karşın, bu tür cezalar toprak sahibi tarafından verilemez.
      Aile konusunda, mülkiyet konusunda, özel konularda özgürlük anlamına gelen bu özgürlüklere medeni haklar denir. İşçi ve köylü, aile yaşamlarını, özel işlerini düzenlemekte, işgüçlerini kullanmakta (işverenlerini seçmekte), mülklerinden yararlanmakta (tabiî tam olmayarak) serbesttirler. [sayfa 85]
      Bununla birlikte, ne Rus isçilerinin ne de Rus halkının tümünün" henüz siyasal yaşantıya ait iğlerini düzenleme özgürlükleri yoktur. Bütün halk, eskiden köylülerin derebeylerinin boyunduruğu altında oldukları gibi, devlet memurlarının boyunduruğu altındadır. Rus halkının, kendi memurlarım, ülkenin tümü içsin yasalar hazırlayacak temsilcileri seçme hakkı yoktur. Rus halkının, siyasal yaşantıya ait işleri tartışmak için toplantılar düzenleme hakkı bile yoktur. Eski zamanın derebeyi» köylülerin onaması olmadan kendi kâhyasını nasıl atıyorsa, simdi de, isteğimiz dışında tepemize dikilen memurlar izin vermedikçe, gazete ve kitaplarımızı basmak, tüm devleti ilgilendiren işlerden herkesin önünde ve herkes için konuşmak bile yasaktır.
      Köylüler nasıl derebeylerinin köleleri idiyseler, Rus halkı da halen memurların kölesi durumundadır. Derebeylik düzeninde köylülerin medenî hakları olmadığı gibi, Rus halkının da şimdiye dek siyasal özgürlüğü olmamıştır. Siyasal özgürlük, halkın kendi işlerini ve siyasal yaşantıya ait işleri düzenleme özgürlüğüdür. Siyasal özgürlük, halkın Devlet Duması (parlamento) için milletvekillerini seçme hakkıdır. Tüm yasaların tartışılması ve kabul edilmesi, tüm vergilerin konulması, halkın kendisinin seçtiği bu Devlet Duması (parlamento) tarafından yapılmalıdır. Siyasal özgürlük, halkın, memurların tümünü kendisi seçmesi; siyasal yaşantıyla ilgili bütün konuları tartışmak için her türlü toplantıyı düzenleme;^ hiç bir izne bağlı olmadan, istenilen kitapların ve gazetelerin yayınlanması özgürlüğüdür.
      Avrupa'nın diğer bütün halkları, siyasal özgürlüklerini daha önce elde etmişlerdir. Yalnız Türkiye ve Rusya'da halk, sultan hükümeti ve otokratik çar hükümeti tarafından, siyasal bakımdan, köleleştirilmiş durumdadır. Çar otokrasisi, çarın sınırsız iktidarı demektir. Devletin örgütlenmesinde ve yönetilmesinde, halkın hiç bir payı yoktur. Kişisel, sınırsız, [sayfa 86] otokratik yetkisinden dolayı, tüm yasaları yalnız çar yapar, tüm memurları yalnız çar atar. Oysa çarın kendisi, tüm Rus yasalarım ve tüm Rus memurlarını tanıyamaz. Ülkede-olup biteni de bilemez. O, en önemli ve en saygın birkaç düzine memurun istediklerini onaylamakla yetinir. Ne kadar isterse istesin, tek bir insan Rusya kadar büyük bir ülkeyi yönetemez. Rusya'yı yöneten çar değildir —tek bir insanın otokrasisinin ancak sözü edilebilir!—; Rusya'yı yöneten bir avuç zengin ve saygın memurdur. Çar, ancak bu bir avuç insanın ona söylemek istedikleri kadarını bilir. Çarın, soyluların en basta gelen temsilcileri olan bu bir avuç insanın tersine davranma olanağı yoktur; çarın kendisi, bir derebeyi ve bir soyludur; çocukluğundan beri yalnız bu soylular çevresinde yaşar; onu eğiten ve terbiye edenler soylulardır; çar, Rus halkı hakkında, bu büyük soyluların, zengin mülk sahiplerinin ve saray erkânına giren az sayıdaki tüccarın bildiğinden fazlasını bilmez.
      Her bucak idaresinde çan temsil eden bir resim bulabilirsiniz (bu şimdiki çarın babası Aleksandr III’ün portresidir). Çar, kutlama törenlerine gelmiş olan belediye başkanlarına söylev verir. Onlara, "Soyluluğun mareşallarına itaat edin!" diye emreder. Bugünkü Çar Nikola II de aynı şeyleri yineledi. O halde çarlar, devleti, ancak soyluların yardımı ve aracılığıyla yönetebildiklerini kendileri de kabul ediyorlar. Çarın, köylülerin soylulara itaat etmek zorunda olduklarına dair sözlerini akılda iyi tutmak gerekir. Çar yönetimini en iyi yönetim olarak göstermeye çabalayanların yaydıkları yalanın iyice farkında olmalıyız. Diyorlar ki, diğer ülkelerde yöneticiler seçilmiştir; seçilenler zenginlerdir; oysa zenginler âdil bir yönetim sürdürmezler, yoksulları ezerler. Rusya'da yöneticiler seçimle işbaşına gelmezler; tek yönetici, otokrat çardır. Çar, herkesin, yoksullar gibi zenginlerin de üstündedir, derler. Ve çarın, yoksul-zengin ayırdetmeden, herkese karşı âdil davrandığını iddia ederler. [sayfa 87]
      Bu tür söylevler ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Yönetimimizin âdil davranmasının ne olduğunu, her Rus çok iyi bilir. Herkes basit bîr işçinin ya da bir tarım ücretlisinin, devlet konseyinde yer alıp alamayacağını bilmektedir. Bu, bizde olanaksız olduğu halde, diğer bütün Avrupa ülkelerinde, fabrika işçilerinin ve tarım gündelikçilerinin devlet dumasında (parlamentoda) yer aldıkları görülmüştür: bunlar, tüm halkın önünde, işçilerin yoksulluğundan serbestçe sözediyor, işçileri daha iyi bir yaşam için mücadelede birleşmeye çağırıyorlardı. Ve hiç kimse, halkın seçtiği bu insanların söylevlerini yarıda kesemiyordu, hiç bir polis memuru, onlara dokunmaya cesaret edemiyordu.
      Rusya'da seçimle işbaşına gelmiş bir yönetim yok; yöneticiler ise, zenginler ve soyluların en kötüleri. Hepsi, sarayda sağı solu yerip çekiştiren, başkalarına çelme atan, çara yalan söyleyip başkalarına iftira eden, ona yağ çekerek kendini iyi göstermeye çalışan insanlardır. Yönetimi gizlilik içinde sürdürürler; halk hangi yasaların hazırlandığını, hangi savaşlara girişileceğini, hangi yeni vergilerin konulacağını, hangi memurların ve hangi nedenle ödüllendirileceklerini ya da yerlerinden atılacaklarını bilmez, bilemez de. Hiç bir ülkede Rusya'da olduğu kadar memur yoktur. Ve bu memurlar, sessiz halkın önüne karanlık bir orman gibi dikilirler — basit bir işçi, hiç bir zaman bu ormanın içinde kendine bir yol açamayacak, ve adaletin yerine gelmesini sağlayamayacaktır. Bu yolsuzluk yapan, soyguncu ve zalim memurlara karşı hiç bir yakınma ortaya çıkarılmaz: hepsi yönetim mekanizmasında örtbas edilir. Tek bir insanın sesi hiç bir zaman halkın tümüne ulaşmaz; bir karanlık ormanda kaybolur, polisin işkence zindanlarında, boğulur gider. Halk tarafından seçilmemiş ve halka karşı sorumlu tutulmamış bu memurlar ordusu tarafından kalın bir ağ örülmüştür ve insanlar bu ağ içinde sinekler gibi debelenmektedirler. [sayfa 88]
      Çarlık otokrasisi, memurların mutlak hükümdarlığıdır, halkın, memurlara ve özellikle de polislere karşı kölece bağımlılığıdır. Çar otokrasisi polisin mutlak egemenliğidir.
      İşte bunun için, işçiler, ellerinde, "Kahrolsun mutlak egemenlik", "Yaşasın siyasal özgürlük!" yazılı bayraklarla sokaklara dökülüyorlar. îşte bu yüzden, on milyonlarca yoksul köylü, kent işçilerinin savaş çığlıklarını yükseltmeli ve onları desteklemelidir. Kent işçileri gibi, kır işçileri ve yoksul köylüler, zulümden çekinmeden, düşmanın tehdit ve vahşetinden korkmadan, ilk tersliklerden tedirgin olmadan, tüm Rus halkının özgürlüğü için kesin bir eyleme girişmeli, ve her şeyden Önce halk temsilcilerinin toplanması isteminde bulunmalıdırlar. Bütün Rusya'da halk, kendi vekillerini (temsilcilerini) kendisi seçsin. Bu vekiller, Rusya'da seçimle işbaşına gelecek bir hükümet kuracak; halkı memurlara ve polise karşı kölece bağımlılıktan kurtaracak; halka toplantı, söz ve yayın özgürlüğü sağlayacak bir yüce meclis oluştursunlar!
      İşte sosyal-demokratların her şeyden önce istedikleri bunlardır. İlk istemleri siyasal özgürlük istemidir.
      Siyasal özgürlüğün, yani Devlet Duması (parlamento) için seçim yapmanın, toplantı ve yayın özgürlüğünün, emekçi halkı bir anda yoksulluk ve baskıdan kurtarmayacağını biliyoruz. Kent ve kır yoksullarını, zenginlerin çıkarına çalışmaktan bir anda kurtarabilecek bir yol yoktur. Emekçi halkın kendinden başka güveneceği ve umutlarını bağlayacağı kimsesi yoktur. Kendi kendini kurtarmazsa, işçiyi yoksulluğundan kurtaracak kimse yoktur. Ve işçiler, kurtulmak için Rusya'nın bir başından bir başına kadar, tek bir birlik içinde, tek bir partide birleşmek zorundadırlar. Bununla birlikte, otokratik polis hükümeti, tüm toplantıları, tüm işçi gazetelerini, tüm işçi temsilcileri seçimlerini yasaklarsa, milyonlarca işçi birleşemez. Birleşmek için, birlikler kurma hakkına, birleşme özgürlüğüne, siyasal özgürlüğe sahip olmak gerekir. [sayfa 89]
      Siyasal özgürlük, emekçi halkı bir anda yoksulluktan kurtarmayacaktır, ama işçilere yoksullukla savaşacak bir silah verecektir. Yoksulluğa karsı, isçilerin kendi birliğinden başka savaş aracı yoktur, olamaz da. Ama halk içinden milyonlarca insan siyasal özgürlük olmadan birleşemez.
      Halkın siyasal özgürlüğü elde ettiği bütün Avrupa ülkelerinde, işçiler çok önceleri birleşmeye bağladılar. Toprağı ve atölyesi olmayan, yaşamları boyunca ücret karşılığında başkaları için çalışan işçilere, bütün Avrupa'da proleterler deniliyor, îşçi sınıfının birleşme çağrısının yankılanmasından bu yana elli yıldan fazla geçti. "Bütün ülkelerin işçileri, birleşsin"; bu sözler elli yıldan beri dünyayı dolaşıyor; onbinlerce, yüzbinlerce işçi toplantısında yineleniyor; bütün dillerdeki milyonlarca gazete ve broşürde okunuyor.
      Kuşkusuz, milyonlarca işçiyi tek bir birlikte, tek bir partide toplamak çok zor bir iştir ve bu iş, zaman, sebat, dayanıklılık ve cesaret gerektirir. İşçiler yokluk ve yoksulluk altında ezilmiş, kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin çıkarları için sürekli olarak çalışmaktan uyuşukluk içinde kalmışlardır, genellikle, neden hep yoksulluk içinde olduklarını ve bu durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünecek zamanları bile yoktur. İşçilerin birleşmesi bütün yollara başvurularak engellenir: ya Rusya gibi, siyasal özgürlüğün olmadığı ülkelerde doğrudan doğruya vahşî bir şiddet kullanırlar, ya sosyalizmi yayan işçilere iş vermezler, ya da son çare olarak hile yaparlar ve rüşvet verirler. Ama çalışan insanların, yoksulluğun ve zulmün boyunduruğundan kurtuluşu davası uğruna mücadele eden proleter işçileri geriletebilecek hiç bir zor ve zulüm yoktur. Sosyal-demokrat işçilerin sayısı ise durmadan artmaktadır. Örneğin, komşu ülke Almanya'da seçimle işbaşına gelmiş bir yönetim vardır. Daha önceleri Almanya'da da bir krallık hükümeti, bir mutlakıyet düzeni vardı. Ama Alman halkı, elli yıl önce, otokrasiyi zorla yıktı ye siyasal özgürlüğü zorla eline geçirdi. [sayfa 90]
      Almanya'da yasalar, Rusya'daki gibi bir avuç memur tarafından değil, halkın seçtiği meclis, parlamento, ya da Almanların Reichstag diye adlandırdıkları meclis tarafından yapılıyor. Tüm eşit insanlar, Reichstag için milletvekili seçimlerine katılıyorlar. Bu yöntemle sosyal-demokratların aldıkları oyların sayısının da bilinmesi mümkün olmaktadır. 1687'de tüm oyların onda-birini sosyal-demokratlar almıştı. 1898'de (son Alman Reichstag seçimlerinde) sosyal-demokratların aldığı oylar hemen hemen üç katına çıkmıştı. Bu kez tüm oyların dörtte-birinden fazlası, sosyal-demokratlara verildi. İki milyondan fazla reşit insan parlamento için sosyal-demokrat milletvekillerini seçmek üzere oy kullandılar. Almanya'da sosyalizm kır işçileri arasında pek yayılmamıştır, ama bugün hızla yayılmaktadır. Ve tarım isçileri, gündelik' çiler ve mülksüz, yoksullaştırılmış köylüler yığını, kentlerdeki kardeşleriyle birleştikleri zaman, Alman işçileri zaferi kazanacak ve çalışan insanlar için yoksulluğun ve baskının olmadığı bir düzen kuracaklardır.
      Ama sosyal-demokrat işçiler, halkı hangi yollarla yoksulluktan kurtarmak istiyorlar?
      Bunu bilmek için, büyük yığınların bugünkü düzen içinde neden yoksul olduklarım iyi anlamak gerekir. Zengin kentlerin sayısı hızla artıyor, gözkamaştıncı mağaza ve evler yapılıyor, demiryolları döşeniyor, sanayi ve tarıma türlü makine ve yenilikler getiriliyor, buna karşın milyonlarca insan yoksulluk içinde kalıyor ve tüm yaşamları boyunca sadece ailelerinin geçimini sağlamak için çalışıyorlar. Daha da ötesi, işsizler durmadan çoğalıyor. Kırlarda ve kentlerde hiç bir iş bulamayanların sayısı gün geçtikçe artıyor. İşsizler köylerde açlıktan ölüyor, kentlerde dilenci yığınına ve başıboşlar takımına katılıyorlar; vahşî hayvanlar gibi varoşların inlerinde ya da örneğin Moskova'da Kitrov pazarındakiler gibi, iğrenç ev ve mahzenlerde yatıp kalkıyorlar.
      Bu nasıl oluyor? Zenginlikler ve lüks durmadan artarken, [sayfa 91] bütün bu servetleri kendi emekleriyle yaratan milyonlarca insan, nasıl oluyor da, yoksulluk ve yokluk içinde kalıyorlar? Köylüler açlıktan kırılıyor, işçiler işsiz dolaşıyor, buna karşın tüccarlar Rusya dışına milyonlarca pud buğday gönderiyor, pazar yokluğundan mallarını gönderecek yer bulamayan fabrikalar çalışmıyor!
      Bunun nedeni, her şeyden önce, toprağın çok büyük bir bölümünün, fabrikaların, atölyelerin, makinelerin, yapıların, gemilerin, az sayıda zenginin mülkiyetinde olmasıdır. On milyonlarca insanın çalıştığı bu topraklar, bu fabrika ve atölyeler, birkaç bin, birkaç onbin zengine, topraksahibine, tüccar ve fabrikatöre aittir. Halk, bir ekmek parçası için, ücret karşılığında, işgücünü bu zenginlere satar. İşçilerin basit geçimlerini sağlayacak miktarın üstünde üretilen her şey zengin insanların ceplerine akacaktır; bu, onların kârı, onların "gelirleridir". Makinelerin kullanılmasından, üretim yöntemlerindeki gelişmelerden sağlanan kârların hepsi, toprak sahiplerine ve kapitalistlere gitmektedir: onlar aşırı servetler biriktirirken, çalışanlar sadece ufak kırıntılar elde edebilmektedirler. İşçiler çalıştırılmak için bir araya getiriliyorlar: büyük malikânelerde ve büyük fabrikalarda birkaç yüz, hatta bazan birkaç bin işçi bulunmaktadır. Bu ortak çalışma nedeniyle, ve değişik makinelerin de kullanılmasıyla emeğin üretkenliği artmaktadır: şimdi bir tek işçi, eskiden tek başlarına ve makinesiz çalışan bir düzine işçiden daha çok üretmektedir. Ama bu artan ürünler, tüm emekçilere değil de, çok az sayıdaki büyük toprak sahibine, tüccara ve fabrikatöre yaramaktadır.
      Toprak sahiplerinin ve tüccarların, halka "iş verdiği", yoksul insanlara kazanç yollan "açtığı" sözleri sık sık duyulmaktadır. Örneğin, bir bölge köylülerinin çevredeki fabrikanın ya da malikânenin sahibi tarafından "beslendiği" söyleniyor. Aslında işçiler, emekleriyle, kendi kendilerini beslemektedirler ve ayrıca bütün çalışmayanları da onlar [sayfa 92] beslemektedirler. Ama toprak sahibinden ağalık toprağa da, bir fabrikatörden fabrikada ya da demiryollarında çalışma izni almak için, işçi, karşılığında küçük bir ücret alarak, ürettiği her şeyi mülk sahibine parasız veriyor. Demek ki, aslında işçilere iş veren toprak sahipleri ve tüccarlar değildir; emeklerinin büyük bir kısmını parasız vererek, çalışmalarıyla herkesi besleyenler, işçilerdir.
      Devam edelim. Tüm çağdaş ülkelerde halkın yoksulluğu, emekçilerin satış için, pazar için mal üretmelerinden doğuyor. Fabrikatör ve zanaatçı, toprak sahibi ve iyi halli köylü, satmak için, para kazanmak için çeşitli mallar imal ediyorlar, hayvan yetiştiriyorlar, buğday ekip biçiyorlar. Artık para, başta gelen güçtür, insan emeğinin bütün ürünleri parayla değiştiriliyor. Parayla her şey satın alınıyor. İnsan dahi satın alınabiliyor, yani yoksul bir insan, parası alan bir insan için çalıştırılabiliyor. Eskiden, derebeylikte, başta gelen güç, topraktı; toprağın sahibi, aynı zamanda güç ve nüfuz sahibiydi. Şimdi yönetici güç haline gelen paradır, sermayedir. Parayla istendiği kadar toprak satın alınabilir. Para olmadan toprağa sahip olunsa bile pek bir şey yapılamaz: vergi borçlarını bir yana bıraksak bile, ne saban, ne başka tarım aletleri, ne hayvan, ne elbise, ne de kentte satılan çeşitli mallardan satın alınamaz. Tüm toprak sahiplerinin, malikânelerini, bankalara rehine koymalarının nedeni, para yokluğudur. Para edinmek için, hükümet bütün dünyadaki zenginlerden ve bankacılardan ödünç alıyor ve her yıl yüzmilyonlarca ruble faiz ödüyor.
      Bugünkü vahşî savaşların da nedeni paradır. Herkes daha ucuz alıp, daha pahalı satmak istiyor; herkes bir diğerini geride bırakmak, mümkün olduğu kadar çok mal satmak, fiyatları düşürmek, kârlı bir pazarı ya da bir malı başkalarından gizlemek istiyor. Bu paraya doğru koşuşmadan en çok çekenler, dar gelirli insanlardır, küçük zanaatçı ve küçük köylüdür; onlar, hep zengin tüccarın ya da zengin [sayfa 93] köylünün gerisinde kalıyor. Onların, yedekte, hiç bir zaman, hiç bir şeyleri yoktur, günügününe yaşarlar; her zor durumda, her felâkette son pılıpırtılarını da rehine verirler ya da hayvanlarını yok pahasına satarlar. Bir kez bir kulağın ya da bir faizcinin eline düştüler mi, bu ağdan hemen hemen hiç bir zaman kurtulmayı başaramazlar ve genellikle tam iflâs ederler. Her yıl binlerce, yüzbinlerce küçük köylü ve zanaatçı evlerimi kilitler, paylarını komüne parasız devredip, ücretli işçi, tarım gündelikçisi, vasıfsız işçi, proleter olurlar. Servet sahibi zenginler de para için sürdürülen bu mücadelede gittikçe zenginleşirler. Bankalardan milyonlarca, yüzmilyonlarca para toplarlar, böylelikle sadece kendi paralarıyla değil, ama aynı zamanda başkalarının bankalara koyduğu paralarla servetlerini çoğaltırlar. Dar gelirli insanlar, bankalara ya da tasarruf sandıklarına yatırdıkları onar, yüzer rublelik miktarlar karşılığında, ruble basma üç-dört köpek faiz alırlar; zenginlerse, bu onar, yüzer rublelik paralarla milyonlar toplarlar ve bu para aracılığıyla ruble başına on, yirmi köpek kazanarak iş hacimlerini genişletirler.
      İşte bu yüzden, sosyal-demokratlar, halkın sefaletine son vermenin tek yolunun, bütün ülkedeki bugünkü düzeni baştan aşağıya değiştirmek ve sosyalist düzeni kurmak, yani büyük toprak sahiplerinin topraklarını, fabrikatörlerin fabrikalarını, bankacıların para-sermayelerini ellerinden almak ve bunların özel mülkiyetini ortadan kaldırarak bütün ülkenin emekçi halkına vermek olduğunu söylüyorlar. O zaman başkalarının sırtından geçinen zenginler, işçilerin emeğinden yararlanamayacaklardır; işçilerin emeğinden işçilerin kendileri ve onların seçtikleri yararlanacaktır. İşte o zaman, ortak çalışmanın ürünleri ve bütün makinelerin ve teknik gelişmelerin sağladığı yararlar, tüm emekçilere, tüm işçilere ait olacaktır. O zaman zenginlik daha çabuk artacaktır, çünkü işçiler, kendileri için, [sayfa 94] kapitalistler yararına çalıştıklarından daha iyi çalışacaklardır; işgünü daha kısa, işçilerin yaşam düzeyleri yüksek olacak, yaşam tümden değişecektir.
      Ama tüm ülkede düzeni değiştirmek kolay bir iş değildir. Bunun için çok çaba, uzun ve inatçı bir mücadele gereklidir. Tüm zenginler, tüm mülk sahipleri, tüm burjuvazi,[2*] her türlü yola başvurarak servetlerini savunacaklardır. Memurlar ve ordu, zengin sınıfı savunmayı üstlerine alacaklardır, çünkü hükümetin kendisi bu sınıfın ellerindedir. İşçiler başkalarının sırtından geçinenlere karşı mücadele etmek için, tek bir insan gibi dikilmelidirler; kendilerini ve mülksüzlerin tümünü tek bir işçi sınıfının, tek bir proleterler sınıfının bağrında birleştirmelidirler. Mücadele işçi sınıfı için kolay olmayacaktır, ama mutlaka işçilerin zaferiyle sonuçlanacaktır, çünkü burjuvazi ya da başkalarının sırtından geçinenler, nüfusun ancak ufacık bir bölümünü oluştururlar, işçi sınıfı büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Mülk sahiplerine karşı işçiler, binlere karşı, milyonlar demektir.
      Rusya işçileri, bu büyük mücadele için, şimdiden tek bir sosyal-demokrat partide toplanmaya başlıyorlar. Gizlice, polisten saklanarak toplanmanın güçlüğüne karşın, birlik güçleniyor ve sayıca artıyor. Ve Rus halkı, siyasal özgürlüğü elde ettiğinde, işçi sınıfının birliği, sosyalizm mücadelesi daha büyük bir hızla, Alman işçilerden de hızlı olarak ilerleyecektir.
     3. KIRSAL BÖLGELERDE ZENGİNLİK VE YOKSULLUK MÜLK SAHİPLERİ VE İŞÇİLER
     Şimdi sosyal-demokratların ne istediğini biliyoruz. [sayfa 95] Onlar, halkı yoksulluktan kurtarmak için bütün zengin sınıfa karsı mücadele etmek istiyorlar. Oysa kırlarımızda yoksulluk az değildir, hatta, kentlerimizdekinden daha fazladır. Burada kırlarımızdaki yoksulluğun ne kadar büyük olduğunu söylemeyeceğiz: kıra giden her işçi ve her köylü, oralardaki yoksulluğun, açlığın, soğuk ve çıplaklığın ne olduğunu çok iyi bilir.
      Ama köylü, niçin yoksulluk ve açlık çektiğini ve bu durumdan nasıl kurtulacağını bilmez. Bunu bilmek için, önce kentler gibi kırlarda da, açlık ve yoksulluğun nereden geldiğini öğrenmek gerekir. Bundan daha önce kısaca sözettik ve yoksul köylülerle kır işçilerinin kent işçilerine katılması gerektiğini gördük. Ama bu yeterli değildir. Bir de kırlarda kimlerin »enginleri, mülk sahiplerini ve kimlerin de işçileri, sosyal-demokratları izleyeceğini bilmek gerekir. Toprak sahipleri kadar, sermaye biriktirmesini ve başkalarının sırtından geçinmesini bilen köylülerin çok sayıda olup olmadığını bilmemiz gerekir. Bu sorun derinliğine incelenmezse, yoksulluk üzerindeki bütün konuşmalar hiç bir işe yaramaz ve kır yoksulları kırlarda kimlerin kendi aralarında ve kent işçileriyle birleşmek zorunda olduğunu göremezler; ayrıca, bu ittifakın sağlam olması için, köylünün sadece mülk sahibi tarafından değil, aynı zamanda kendi içinden biri tarafından, zengin köylü tarafından da aldatılmaması için ne yapmak gerektiğini de anlayamazlar.
      Bunu anlamak için, kırdaki toprak sahiplerinin ve zengin köylülerin güçlerinin ne olduklarım görelim.
      Toprak sahiplerinden başlayalım. Bunların güçleri, her şeyden önce kendilerine ait olan toprakların miktarı ile ölçülebilir. Avrupa Rusyası'nda (daha sonra ele alacağımız malikâne topraklarını hesaba katmadan), köy komünlerinin malı olan ve özel mülkiyet halindeki toprakların toplamının, yaklaşık 240 milyon desiyatin[3*] olduğu tahmin ediliyordu.[4*] [sayfa 96]
      Bu 240 milyon desîyatinde, köylüler yani on milyondan fazla aile, 131 milyon desiyatin komün toprağına sahiptirler. Oysa özel mülk sahiplerinin, yani yarım milyondan az ailenin 109 milyon desiyatin toprağı var. Sonuç olarak, yalnız ortalaması alınırsa, her köylü ailesine 13, her özel mülk sahibi aileye de 218 desiyatin düşmektedir. Ama toprağın üleşimindeki eşitsizlik, biraz sonra göreceğimiz gibi, çok daha adaletsizdir.
      Özel mülk sahiplerine ait olan 109 milyon desiyatinin, yedi milyonu çara ait mülktür, yani çar ailesinin bireylerine aittir. Çar ailesiyle birlikte, toprak ağalarının en başta geleni, Rusya'nın en büyük derebeyidir. Tek bir ailenin yarım milyon köylü ailesinden çok toprağı var! Dahası, kilise ve manastırlar, altı milyon desiyatine yakın toprağa sahiptirler. Papazlarımız, kendileri her türlü yasal ve yasa-dışı yollarla büyük miktarda toprağa sahip olurken, köylülere tutumlu olmayı ve perhiz yapmayı öğütlüyorlar.
      Sonra, yaklaşık olarak iki milyon desiyatin kent ve kasabaların, ve yine bir o kadarı da çeşitli ticarî ve sinaî ortaklıkların ve şirketlerin elinde bulunuyor. 92 milyon desiyatin (daha doğrusu 91.605.845 desiyatin, ama basitleştirmek için yuvarlak rakamlar vereceğiz) yarım milyondan az (481.358) özel mülk sahibi aileye aittir. Bu sayının yarısını oldukça küçük mülk sahipleri oluşturmaktadır; herbirinin on desiyatinden az toprağı vardır. Öte yandan, onaltı bin ailenin herbiri, bin desiyatinden çok toprağa sahiptir; toplam olarak ellerinde altmışbeş milyon desiyatin toprak vardır. Büyük toprak sahiplerinin ellerinde ne kadar büyük bir toprak miktarı olduğu, bin aileden biraz az sayıdaki (924) ailenin herbirinin onbin desiyatinden çok toprağa sahip [sayfa 97] olmasından görülüyor. Hepsi birlikte yirmiyedi milyon desiyatin toprağı ellerinde bulunduruyorlar. Bin ailenin iki milyon köylü ailesinin sahip olduğu kadar toprağı var.
      Birkaç bin zenginin elinde bu kadar geniş topraklar olduğu sürece, milyonlarca, on milyonlarca insanın yoksulluğun ye açlığın pençesinde oldukları ve hep de öyle olacakları anlaşılıyor, Aynı nedenden dolayı, devlet iktidarının, hükümetin (çar hükümeti bile olsa) bu büyük mülk sahiplerinim isteklerine uygun olarak yürüyeceği görülüyor. Kır yoksulları, bu toprak sahiplerine karsı inatçı ve zorlu bir mücadele amacıyla tek bir sınıf oluşturmak için birleşmedikleri sürece, hiç bir yerden ve hiç kimseden yardım bekleyemezler.
      Burada, ülkemizde, "devletin" toprak sahiplerinden çok daha fazla toprağı olduğunu söyleyerek, toprak sahiplerinin gücü konusunda bütünüyle yanlış bir görüş ileri süren çok sayıda insanın (hatta çok sayıda aydının) var olduğunu belirtim. Köylünün bu kötü danışmanları, "Rusya'da ülkenin (yani tüm toprakların) büyük bir bolümü şimdiden devlete aittir” diyorlar (bu sözler, Devrimci Rusya gazetesinin 8. sayısının 8. sayfasından alınmıştır). Bu insanların yanılgısı şuradan geliyor: Avrupa Rusyası'nda 150 milyon desiyatin toprağın malikaneye ait olduğunu duymuşlar. Gerçekten de bu doğru. Ama bu yüzelli milyon desiyatinin hemen hemen tümünün Kuzeyde, Arkangelsk, Vologda, Olonetz, Vietka ve Perm illerinde olduğunu, ve verimsiz topraklar ve ormanlardan meydana geldiğini unutuyorlar. O halde şimdiye kadar malikânenin elinde tümüyle tarıma elverişsiz topraklar kalıyor. Malikânenin elindeki verimli toprak olarak ise sadece dört milyon desiyatinden az bir miktar vardır. Ve malikânenin bu verimli toprakları (örneğin, bu tür toprağın özellikle bol miktarda olduğu Şamara ilinde) yok pahasına, nerdeyse parasız olarak zenginlere kiralanmıştır. Zenginler bu topraklardan binlerce, on binlerce [sayfa 98] desiyatin alıp bunları üç katı fiyatına köylülere veriyorlar.
      Malikânenin çok toprağı olduğunu söyleyenler, köylülerin gerçekten çok kötü danışmanlarıdır. Aslında özel büyük mülk sahiplerinin (ve kişisel olarak çarın da) ellerinde çok miktarda verimli toprak vardır ve bu büyük mülk sahipleri, devletin kendisini de ellerinde bulunduruyorlar. Ve yoksul köylüler birleşerek korkulacak bir güç halini alamazlarsa, "devlet", derebeyi sınıfının uysal hizmetkârı olarak kalacaktır. Şunu da gözden ırak tutmamak gerekir: eskiden soyluların hemen hemen tümü büyük toprak sahipleriydi. Soyluların ellerinde bugün de geniş bir arazi var (1877-1878'de 11.500 soylunun 73 milyon desiyatin toprağı olduğu sanılıyordu) . Ama artık başta gelen güç paradır, sermayedir. Tüccarlar ve zengin köylüler, çok büyük miktarlarda toprak satın aldılar. Otuz yılda (1863'ten 1892'ye kadar) soyluların 600 milyon rublelik toprak kaybettikleri (yani satın aldıklarından daha çoğunu sattıkları) tahmin ediliyor. Tüccarlar ve şerefli vatandaşlar ise, 250 milyon rublelik toprak sahibi oldular. Köylüler, kazaklar ve "kırda yaşayan diğer insanlar", (hükümetimiz bunları "soylu halk" ve "temiz halk"tan ayırdetmek amacıyla bu insanlar için "avam" deyimini kullanıyor) 300 milyon rublelik toprak satın aldılar. Yani tüm Rusya köylüleri, her yıl, özel mülk olarak, ortalama 10 milyon rublelik toprak satın alıyorlar.
      Demek ki, değişik kategorilerde köylüler vardır: bazıları yoksulluk ve açlık içinde yaşarlar, diğerleri zenginleşirler. Demek ki, toprak sahibi olmaya eğilimli olan ve işçilere karşı zenginler yanında yer alacak zengin köylülerin sayısı gittikçe artmaktadır. Kent işçileriyle birleşmek isteyen yoksul köylüler bunun üzerinde dikkatle durmalı; bu zengin köylülerin sayısının çok olup olmadığını, güçlerini, bu güce karşı mücadeleye girmek için bizim nasıl bir birliğe gereksinme duyduğumuzu öğrenmeye çalışmalıdırlar. Biraz önce köylünün kötü danışmanlarından sözettik. Bu kötü danışmanlar, [sayfa 99] köylülerin bugün böyle bir birliğe sahip olduklarım söylemek, ten hoşlanırlar, Bu birlik, mirdir, köy komünüdür. Mirin önemli bir güç olduğunu söylüyorlar. Mir, köylüleri birleştirir; komün, köylülüğün örgütüdür (yani gruplaşması, birliğidir), ve dev gibidir (yani çok büyüktür, amansızdır).
      Bu yanlıştır. Bir masaldır bu. İyi insanlar tarafından, düşünülmüş olmasına karşın, bir masaldır. Masal dinlemeye koyulursak, amacımızdan, yani yoksul köylülerle kent işçilerinin İttifakı olan amacımızdan uzaklaşırız. Kırda oturan her insan dikkatle çevresine baksın: mir, köy komünü, yoksul köylülerin tüm zenginlere, başkalarının sırtından geçinenlerin tümüne karşı mücadele etmek amacıyla kurulmuş bir birliğe benziyor mu? Hayır, benzemiyor, benzeyemez de. Her köyde, her komünde, çok sayıda tarım gündelikçisi, çok sayıda yoksullaştırılmış köylü vardır; ama tarım gündelikçisi kullanan ve "ömür boyu ellerinde tutmak" için toprak satın alan zenginler de vardır. Bu zenginler de komün üyesidirler ve güçlü olduklarından orada efendi gibi hüküm sürerler. Bizim için gerekli olan, zenginlerin de katıldığı ve hüküm sürdükleri bir birlik midir? Elbette ki hayır. Bize, zenginlere karşı bir mücadele birliği gereklidir. Bundan da mir'in bizim işimize hiç yaramadığı çıkar.
      Bize gerekli olan, insanların serbestçe katıldığı gönüllü bir birliktir, yani kent işçileriyle birleşmenin gerekliliğini anlayabilecek insanların birliğidir. Komün, gönüllü bir birlik değildir. Komün, devlet tarafından zorla kabul ettirilmiştir. Zenginler hesabına çalışan ve zenginlere karşı mücadele etmek isteyen insanlar komüne dahil değillerdir. Komün, kendi öz iradesiyle bu birliğe katılanları değil de, babaları bu toprakta yaşadığı, bu toprak sahibi için çalıştıklarından ötürü, yetkililer onları bu komünün kayıtlarına geçirdiklerinden dolayı birliğe katılan her çeşit insanı kapsar. Yoksul köylüler komünden serbestçe ayrılamazlar; onlar, polisin bir başka bölgeye kaydettiği bir kimseyi komüne alamazlar. Oysa [sayfa 100] bizim birliğimiz için, o kimsenin belki de belli bir komünde olması gereklidir, Bize bambaşka bir birlik gerekmektedir; başkalarının sırtından geçinenlerin tümüne karşı mücadele etmek için, sadece emekçilerin ve yoksul köylülerin gönüllü olarak katıldıkları bir birliktir bu.
      Mirin bir güç olduğu zamanlar geçti. Ve bu dönemler artık hiç bir zaman geri gelmeyecek. Mir, köylüler arasında hemen hemen hiç tarım gündelikçisi bulunmadığı ve Rusya'da ekmek parası için gezginci işçiler olmadığı zaman bir güçtü; hemen hemen hiç zengin köylünün olmadığı ve derebeyinin herkesi fark gözetmeden ezdiği zaman bir güçtü. Bugün başta gelen güç, paradır. Tek bir komünün üyelerini birbirleriyle vahşî hayvanlar gibi savaştıran paradır. Para sahibi mujikler, kendi komünlerinin üyelerini ezip onları bir toprak sahibinin soyabileceğinden daha iyi soyuyorlar, şimdi bize gerekli olan hiç de komün değildir; ama paranın gücüye karşı, sermayenin egemenliğine karşı bir birliktir; değişik komünlerden gelme tüm kır emekçilerinin ve yoksul köylülerin birliğidir; toprak sahiplerine ve zengin köylülere karşı, fark gözetmeden tüm yoksul köylülüğü ve kent işçilerini kapsayan mücadele birliğidir.
      Toprak sahiplerinin gücünün ne olduğunu gördük. Simdi zengin köylülerin çok sayıda olup olmadığım ve güçlerinin ne olduğunu görelim.
      Toprak sahiplerinin gücünü, ellerinde bulundurdukları arazilerin önemiyle, topraklarının miktarıyla ölçmüştük. Toprak sahipleri topraklarından istedikleri gibi yararlanırlar; onu satın almakta olduğu gibi satmakta da serbesttirler. Demek ki, onların gücü, ellerinde bulunan toprak miktarıyla doğru olarak ölçülebilir. Bizdeki köylülerin, şimdiye dek topraklarından serbestçe yararlanma hakları yoktur; köylüler halen komünlerine bağlı yan toprak kölesi durumundadırlar. O halde, zengin köylülerin gücü, ellerinde bulunan toprak payının miktarıyla ölçülemez. Zengin köylüler toprak payları [sayfa 101] üzerinden zenginleşmezler; bol miktarda toprak satın alırlar, ve toprağı ya "ömür boyu elinde bulundurmak için" (yani kendine mülk olarak) satın alırlar, ya da "birkaç yıl için" (yani kira karşılığı) alırlar; bu toprakları toprak sahiplerinden olduğu gibi kendi topraklarını terkeden ya da gereksinmelerin zorlamasıyla paylarını kiraya veren köylülerden de alırlar. Demek ki, zengin, orta ve yoksul köylüleri sahip .oldukları at miktarına göre belirlemek daha doğru olacaktır. Birkaç ata sahip olan köylü, hemen her zaman bir zengin köylüdür; köylü çok sayıda iş hayvanı besliyorsa, bu onun hem komün payı dışında ayrıca tarlası ve toprağı olduğunu, ham de birikmiş parası olduğunu gösterir. Sonra bütün Rusya'da (Sibirya ve Kokaz dışındaki Avrupa Rusyası'nı kastediyoruz) ata sahip olma açısından, köylülerin sayılarını bilme olanağımız var. Elbette Rusya'nın tümünü ilgilendiren durumlarda ancak ortalamalardan sözedilebilir. Çünkü şu ya da bu il arasındaki fark, oldukça büyüktür. Örneğin kent yakınlarında sık sık çok sayıda ata sahip olmayan zengin çiftçi köylüler görülür. Bazıları iyi gelir getiren bostancılıkla uğraşırlar; bazıları az sayıda at ama çok az sayıda inek besleyip süt satarlar. Rusya'nın her yanında toprakla uğraşmayıp sadece ticaret yaparak zenginleşen köylüler vardır; mandıra, değirmen ya da başka tesisler işletirler. Kırda oturanların tümü kendi köylülerinin ya da bölgelerinin zengin köylülerini çok iyi tanırlar. Ama yoksul köylünün eskiden olduğu gibi gözleri kapalı yürümemesi ve tahmin yürütmek yerine dostlarının ve düşmanlarının kimler olduğunu doğru olarak bilmesi için, bizim, zengin köylülerin bütün Rusya'daki sayılarını ve güçlerini bilmemiz gerekir.
      Atlara sahip olma açısından, zengin ya da yoksul köylülerin çok sayıda olup olmadığını görelim. Rusya'da, yaklaşık olarak toplam on milyon köylü ailesi olduğunu daha önce söyledik. Topluca, yaklaşık onbeş milyon ata sahiptirler (hemen hemen ondört yıl önce atların sayısı onyedi [sayfa 102] milyondu, şimdi bu sayı daha düşüktür). Demek ki ortalama olarak her on aileye onbeş at düşüyor. Ama asıl önemli olan nokta, sayıca çok olmayan bazı ailelerin çok sayıda ata sahip olmaları, çok sayıda olan diğerlerinin ise az sayıda ata sahip olmaları ya da hiç ata sahip olmamalarıdır; Atsız köylülerin sayısı en az üç milyon kadardır, ve tek ata sahip olan üç-buçuk milyon kadar köylü vardır. Bunlar ya tamamıyla iflâs etmiş olan ya da mülkü olmayan köylülerdir. Biz bunlara yoksul köylü diyoruz. Bunların sayısı, on milyon üzerinden altı-buçuk milyon kadardır, yani neredeyse üçte-ikisini oluştururlar. Sonra herbiri bir çift iş hayvanına sahip olan orta köylüler geliyor. Bu köylülerin sayısı yaklaşık iki milyon ailedir, ve dört milyon civarında ata sahiptirler. Sonra da herbiri ikiden çok iş hayvanına sahip olan zengin köylüler gelir. Bunların sayısı bir-buçuk milyon aileyi bulmaktadır, ama ellerinde yedi-buçuk milyon at vardır.[5*] Bunun anlamı, köylü ailelerinin altıda-birinin, atların toplamının yarışma sahip olmalarıdır.
      Bu durumu saptadıktan sonra, zengin köylülerin gücünü oldukça doğru olarak ölçebiliriz. Bunların sayıları çok fazla değildir: değişik komünlerde, değişik bölgelerde yüz aile içinde bir ya da iki düzine zengin köylü ailesi vardır. Ama bu az sayıda aile, en zengin ailelerdir. Bunlar, bütün Rusya'da, diğer köylülerin toplam olarak sahip oldukları kadar ata sahiptirler. Demek ki, tüm köylülerin buğday ektikleri [sayfa 103] tarlaların hemen hemen yarısını ellerinde bulunduruyorlar. Bu köylüler, aileleri için gerekenden çok fazlasını elde edip, çok miktarda buğday satıyorlar. Buğdayı sadece beşlenmek için yetiştirmiyorlar, hatta asıl satış için, para kapanmak için yetiştiriyorlar. Bu tür köylüler para biriktirebilirler, Parayı tasarruf sandığı ya da bankaya yatırırlar. Mülk olarak toprak satın alırlar. Bütün Rusya'da köylülerin satın aldıkları ,toprak miktarını daha önce söyledik; hemen hemen bütün bu topraklar, bu az sayıdaki zengin köylülere gidiyor. Yoksul köylüler toprak satın almayı hiç düşünmüyorlar; düşündükleri, yaşamlarını sürdürebilecek kadar beslenmek. Hatta çoğu kez değil toprak satın alacak paraları, ekmek alacak paraları bile yok. Bunun için, genel olarak bütün bankalar ve özellikle de tarım bankası, (mujiği kandıranlar ya da çok saf olan insanlar tarafından söylendiği gibi) tüm köylülere değil de toprak satın almaları için sadece çok az sayıda köylüye, zenginlere yardım ederler. Bundan dolayı, biraz önce sözünü ettiğimiz köylünün kötü danışmanları, toprağın sermayeden emeğe geçtiğini iddia ederlerken, toprak satın alınması konusunda gerçekleri gizlemektedirler. Toprak hiç bir zaman emeğe yani yoksul emekçiye geçmez, Çünkü toprak ancak parayla satın alınabilir. Oysa yoksulların hiç bir zaman fazla paraları yoktur. Toprak yalnız parası olan zengin köylülere, sermayeye, yoksul köylülerin kent işçileriyle ittifak halinde mücadele ettikleri kimselere geçer. Zengin köylüler, toprağı sadece ömür boyu ellerinde bulundurmak için almazlar; daha çok kirayla ve birkaç yıl için alırlar. Geniş araziler kiralayarak yoksul köylüleri topraktan yoksun bırakırlar. Örneğin Poltova ilinin tek bir bölgesi için (Konstantinograd çevresi için) zengin köylülerin kiraladıkları toprak miktarı saptandı. Sonuç olarak, aile başına 30 desiyatin ve daha fazla toprak alanların çok az sayıda, toplam 15 aileden ikisi olduğu görüldü. Zengin köylüler kiralanan tüm toprağın yansını kendilerine ayırdılar; her zengine, [sayfa 104] kiralanmış toprakların 75 desiyatini düşüyordu. Yine Torid ilinde, köylülerin komün olarak malikâneden kiraladıkları toprağın ne kadarına zenginler tarafından elkonulduğu saptandı. Sonuçta, ailelerin sadece beşte-birini oluşturan zenginlerin, kiralık tüm toprağın dörtte-üçüne elkoydukları anlaşıldı. Toprak her yerde elinde para olanlara gidiyor, oysa parası olanlar sadece bir avuç zengindir.
      Devam edelim. Köylülerin kendileri şimdi çok miktarda toprağı kiraya veriyorlar. Paylarını terkediyorlar, çünkü ne hayvanları, ne tohumları, ne de ailelerini geçindirecek gelirleri var. Bugün insanın bir miktar toprağı olsa bile, parasız geçinilmiyor. Örneğin Şamara ilindeki Novozensk bölgesinde, zengin köylülerin üç ailesinden biri, hatta ikisi, kendi komünlerinden ya da komşu komünden kirayla toprak payları alıyorlar. Paylarını kiraya verenler, atsız ya da tek ata sahip köylülerdir. Torid ilinde köylü ailelerinin üçte-biri paylarını kiraya veriyorlar. Tüm köylü paylarının dörtte-biri, yani çeyrek milyon desiyatin toprak kiraya veriliyor. Bu çeyrek milyondan yüzelli bin desiyatini (yani beşte-üçü) zengin köylülere gidiyor. Mir birliğinin köylülere yarayıp yaramadığını buradan da görebiliriz. Köy komününde güçlü, parası olandır. Oysa bize gereken tüm komünlerin yoksul köylülerinin birliğidir.
      Köylü, toprak satınalma konusunda olduğu gibi, ucuz saban, ucuz biçerdöver ve ucuz gelişmiş aletler satın alınabileceğine inandırılarak aldatılır. Zemstvo depolan, kooperatifler [artels] kurulur, gelişmiş aletler köylünün durumunu iyileştirecektir, denir. Bu, tamamıyla yalandır. Bu gelişmiş aletler sadece zenginlere gider; yoksul köylüler bunlardan hiç birini, ya da hemen hemen hiç birini elde edemezler. Yoksul köylüler için önemli olan şaban ya da biçerdöver değildir, önemli olan açlıktan ölmemektir. Bütün bu "köylüye yardım", zenginlere yardımdan başka bir şey değildir. Ne toprağı, ne hayvanı, ne yedek akçesi olan yoksullar yığınına, [sayfa 105] sadece gelişmiş aletlerin ucuzlatılmasıyla yardım edilemez. İşte buna bir örnek: Şamara ilinin bir bölgesinde, zengin ve yoksul köylülerin ellerindeki gelişmiş aletlerin sayımı yapıldı. Ailelerin beşte-birinin, en iyi halli köylülerin, tüm gelişmiş aletlerin dörtte-üçüne sahip oldukları görüldü; yoksulların, yani ailelerin yansının ise bu aletlerin yalnız otuzda-birine sahip oldukları ortaya çıktı. Bu yönetim çevresindeki yirmisekiz bin aileden on bini atsızdır ya da tek ata sahiptir; bu on bin aile, bu bölgedeki tüm köylü ailelerinin mülkiyetinde bulunan 5.724 gelişmiş aletten sadece yedisine sahiptir. 5.724 aletten yedisi; işte, sözde "köylülüğün tümüne" yardım eden, tüm teknik gelişmelerin, tüm saban ve orak-makinelerinin dağılımında yoksul köylülere düşen pay; İşte "köy ekonomisini geliştirmekten" sözedenlerden yoksul köylülerin bekleyebileceği şey.
      Son olarak, zengin köylülüğün temel çizgilerinden biri de, onun, tarım gündelikçileri tutmasıdır. Tıpkı toprak sahipleri gibi, zengin köylüler de, başkalarının sirtodan geçinirler. Tıpkı toprak sahipleri gibi, zengin köylüler de, köylüler yığınının yoksullaşmasıyla, servetini yitirmesiyle zenginleşirler. Tıpkı toprak sahipleri gibi, gündelikçileri alabildiğine çok çalıştırmaya ve onlara mümkün olduğu kadar az para vermeye çalışırlar. Eğer milyonlarca köylü servetlerini tümüyle yitirmemiş ve dışarda çalışmaya, ücretli işçi olmaya, işgüçlerini satmaya zorlanmamış olsalardı, zengin köylüler yaşayamaz, ailelerini geçindiremezlerdi. O zaman "terkedilmiş" paylara elkoyamaz, işçi bulamazlardı. Oysa Rusya'nın tamamında, bir-buçuk milyon zengin köylü, bir milyon tarım gündelikçisi tutuyorlar. Mülk sahipleri sınıfıyla mülksüzler sınıfı, patronlarla işçiler, burjuvaziyle proletarya arasındaki büyük savaşta, zengin köylüler, işçi sınıfına karşı, mülk sahipleri yanında yer alacaklardır.
      Zengin köylünün durumunu ve gücünü gördük. Bir de yoksul köylülerin nasıl yaşadıklarını görelim. [sayfa 106]
      Tüm Rus köylü ailelerinin hemen hemen üçte-ikisinin, yani büyük çoğunluğunun kır yoksulları olduğunu daha önce söylemiştik. Her şeyden önce atsız ailelerin sayısı şimdi en az üç milyon ile üç-buçuk milyon arasındadır, belki de daha çoktur. Her kötü yıl, her kötü ürün, onbinlerce işletmeyi yıkmaktadır. Nüfus artıyor, gittikçe daha yoksulca yaşanıyor, ama verimli toprakların tümüne şimdiden toprak sahipleri ve zengin köylüler elkoymuşlardır. Ve her yıl, yıkım daha çok insana ulaşıyor, insanlar kente, fabrikaya çalışmaya gidiyorlar, tarım gündelikçisi ve vasıfsız işçi oluyorlar. Atsız köylü, hiç bir şeyi olmayan kimsedir. Bir proleterdir. Toprakla ya da kırsal işletmesiyle değil, ücretli emeği ile yaşıyor (yani yaşayabildiği kadar ya da daha doğrusu iyi-kötü idare edebildiği kadar yaşıyor). O, kent işçilerinin öz kardeşidir. Atsız köylü, toprağı ne yapsın? Atsız ailelerin yarısı, toprak paylarım kiraya veriyorlar, hatta bazan toprağı işleyecek halde olmadıkları için onu parasız olarak komüne iade ediyorlar (hatta toprağı geri verebilmek için para bile ödüyorlar). Atsız köylü, ancak bir desiyatin, en fazla iki desiyatin ekebilir. Kendi buğdayı kendisine yetmediği için, her zaman, eğer satın alacak parası varsa, ayrıca buğday satın almak zorunda kalır. Tek atlı köylülerin —sayıları tüm Rusya'da hemen hemen üç-buçuk milyon aile dolayındadır— durumu, atsız köylülerin durumundan daha iyi değil. Kuşkusuz istisnalar vardır, ve bazı yerlerde orta halli bir yaşam sürdüren, hatta zengin sayılabilecek tek atlı köylülerin olduğunu daha önce söyledik. Ama istisnalardan da, şu ya da bu bölgeden de sözetmiyoruz; tüm Rusya'dan sözediyoruz. Eğer tek atlı köylüler yığınının tümü gözönüne alınırsa, hiç kuşkusuz bunun bir yoksullar yığını olduğu görülecektir. Tek atlı köylü, tarımın yoğun olduğu illerde bile üç ya da dört, çok seyrek olarak da beş desiyatin toprak eker; onun da buğdayı kendine yetmez. Bol ürünlü bir yılda bile, atsız köylüden daha iyi geçinmez: bundan dolayı, her zaman az [sayfa 107] beslenmiştir, her zaman açtır. İşletmeci sürekli gerileme durumunda, sürüsü yemsizlikten kötü durumdadır — köylünün toprağına gereği gibi bakacak gücü yoktur. Tek atlı köylü (hayvanların yemi hariç) bütün işletmesi için, örneğin Voronej ilinde, yılda en çok yirmi ruble harcayabilir, (Zengin köylü on kat fazlamı harcar.) Toprak kirasını ödemek, hayvan satın almak, saban ve diğer aletleri onarmak, çobana para vermek ve geri kalan bütün iğler için yılda yirmi ruble! Bununla aile geçindirilir mi? Ne büyük bir sıkıntı, ne biçim bir zindandır, ne sürekli bir işkencedir bu! Tek atlı köylüler arasından paylarını kiraya verenlerin olması, hatta çok sayıda olması, iyi anlaşılıyor. Toprağı da olsa, yoksul, bundan büyük kazanç sağlayamıyor. Parası yoksa, toprak ona para sağlamaz, yaşamını sürdürebilecek kadar bile para getirmez. Oysa para her zaman gereklidir: yiyecek için, giyecek için, ev için, vergileri ödemek için gereklidir. Voronej ilinde, tek atlı köylünün ödemek zorunda olduğu sadece yergi, miktarı, genellikle yılda onsekiz rubleye yaklaşıyor; oysa karşılaması gereken tüm harcamalar için, hiç bir zaman 75 rubleden fazla kazanmaz. Burada toprak satın almaktan, gelişmiş aletlerden, tarım bankalarından sözetmek, acı bir alaydan başka bir şey değildir. Bütün bunlar yoksul köylüler İçin düşünülmemiştir.
      Ama parayı nereden bulmalı? Bir "ekmek kapısı" bulmak zorunludur. Tek atlı köylü de, ancak atsız köylü gibi bir "ekmek kapısı" arayarak çıkar yol bulabilir. "Ekmek kapısı" ne demektir? Bu, başkalarının yanında ücretli olarak çalışmaktır. Bu, tek atlı köylünün artık sadece yarı-isletmeci olması demektir; o bir ücretli, bir proleter olmuştur. İşte bu yüzden bu köylülere yan-proleter adı verilir. Onlar da aynı zamanda kent işçilerinin öz kardeşleridir. Çünkü onlar da her çeşit patron tarafından soyulmaktadır. Onların da, tüm zenginlere, tüm mülk sahiplerine karşı mücadele etmek için sosyal-demokratlarla birleşmekten başka çıkar yolları, [sayfa 108] kurtuluşları yoktur. Demiryollarında kim çalışır? Kim müteahhitler tarafından soyulur? Kim odun keser ya da kereste taşır? Kim tarım gündelikçisi olarak kullanılır? Kim gündelikçi olarak çalışır? Kentlerde ve limanlarda kaba işleri kim yapar? Hep yoksul köylüler. Hep atsız ya da tek atlı köylüler. Hep kır proleterleri ya da yarı-proleterleri. Ve Rus toprağında, bu insanlar, büyük bir yığın oluştururlar. Her yıl (Kokaz ve Sibirya hariç) tüm Rusya'da, sekiz, bazan dokuz milyon pasaport verildiği tahmin ediliyor. Bunların hepsi iş-güçlerini dışarda kiralamaya giden göçmen işçilere aittir. Bunların sadece adı köylüdür, aslında ücretlidirler, işçidirler. Bunların hepsi, kent işçileriyle tek bir birlik oluşturmalıdırlar, ve kırsal alanlara erişen her bilgi ışını bu birliği güçlendirecek ve sağlamlaştıracaktır.
      "Ekmek kapısı" konusunda bir şeyi daha unutmamak gerekir. Tüm memurlar ve onlar gibi düşünenler, köylünün, '" mujiğin iki şeye "gereksinmesi" olduğunu söylemekten hoşlanırlar: toprak (ama çok değil — zaten zenginler toprağa elkoyduklarına göre nasıl çok olabilir ki!) ve bir "ekmek kapısı". Bundan dolayı, halka yardım etmek için, kırda mümkün olduğu kadar çok sanayi kurulmasının, daha ciddî bir "ekmek kapısı" "sağlanmasının" gerekli olduğunu iddia ederler. Bu tür sözler ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Yoksul köylüler için tek ekmek kapısı ücretli iştir. "Ekmek parası kazanacak bir iş vermek" onu ücretli işçi yapmaktır. Görkemli bir yardım doğrusu! Zengin köylüler için sermaye gerektiren başka bir "ekmek kapısı" Vardır, örneğin bir değirmen ya da başka işletme, bir harman makinesinin satın alınması, ticaret vb.. Paralı insanların ekmek kapısını, yoksulların ücretli emeğiyle karıştırmak, yoksulları aldatmaktır. Kuşkusuz, zenginlerin böyle bir yalandan çıkarları vardır; onlar için "ekmek kapılarını" tüm köylülerin olanakları içindeymiş gibi göstermek yararlıdır. Ama yoksul köylülerin iyiliğini gerçekten isteyenler, onlar tüm gerçeği ve sadece [sayfa 109] gerçeği söyleyeceklerdir.
      Şimdi orta köylülükten sözetmek kalıyor. Bütün Rusya'da, orta köylünün kısaca iki iş hayvanına sahip olan insan olarak tanımlanabileceğini, ve on milyon köylü ailesi içinde bunların hemen hemen iki milyon aile olduğunu daha önce görmüştük. Orta köylü, zengin köylü ile proleterin ortasındadır, bu yüzden de orta köylü diye adlandırılır. Ve orta halli bir yaşam sürer: ürünün iyi olduğu yıl işletmesini zarzor idare eder, ama yoksulluk her zaman kapısını çalmaya devam eder. Ya hiç tasarrufu yoktur, ya da çok azdır. Bu yüzden de işletmesi güvenilir değildir. Para bulması zordur: işletmesi ona ancak çok seyrek olarak gereksinmesi olduğu miktar kadarını sağlar. Bir ekmek kapısı aramaya gitmesi için de işletmesini terketmesi gerekir, bunun da sonucu işletmenin bozulması olur. Bununla birlikte çok sayıda orta köylü, bir ekmek kapısından vazgeçemez: isterlerse kendilerini bir ücret karşılığında kullandırırlar, isterlerse borçlanırlar ya da toprak sahiplerinin boyunduruğu altına girerler, Oysa orta köylü borç yaptı mı, bu borçlardan hiç bir zaman kurtulamaz: zengin köylüde olduğunun tersine, güvenilir bir geliri yoktur. Bundan dolayı bir kez borçlandı mı, bu borçlar bir ip' gibi orta köylünün boynuna takılır. Servetini tümüyle yitirene dek borçları altında bunalır. Orta köylü, daha çok götürü işler için, tam yıkılmamış, bir işletmede kullanılması zorunlu araçlara ve bir çift ata sahip olan köylüye gereksinme duyan toprak sahibinin boyunduruğu altına girer. Orta köylü için gidip dışarda çalışmak zordur; böylece orta köylü, buğday için, otlak için, daha önce kendi elinden alınmış toprakların kira bedeli için, kışın aldığı para' borcunu ödemek için toprak sahibinin buyruğuna girer. Toprak sahibi ve kulağın dışında, orta köylünün üstüne bir de zengin komşusu yüklenir: zengin köylü, orta köylünün burnunun dibinden toprağını elinden almak, ve onu şu ya da bu biçimde ezmek için hiç bir fırsatı kaçırmaz. İşte orta köylü böyle [sayfa 110] yaşar: ne balıktır, ne de kuş, Ne gerçek bir efendi olabilir, ne de işçi, Tüm orta köylüler efendi olmak isterler, mülk sahibi olmak isterler ama sadece çok azı bunu başarır. Tarım gündelikçisi tutan orta köylülerin sayısı çok değildir; ama onlar da başkalarının emeğinden yararlanmayı, başkalarının sırtından zengin olmayı denerler. Orta köylülerin çoğu, işçi tutmak bir yana, kendileri işçi olurlar.
      Zenginler ve yoksullar, mülk sahipleri ve işçiler arasında nerede mücadele varsa, orta köylü hangi tarafı tutacağını bilmeden ortada kalır. Zenginler onu kendi yanlarına çekerler: şen de bir efendisin,, bir mülk sahibisin, senin yoksul işçiler arasında işin yok. İşçiler ise ona şöyle derler: zenginler seni aldatacak ve sayacaklardır, senin, tüm zenginlere karşı mücadelede bize yardım etmekten başka kurtuluşun yok. Orta köylü çevresindeki bu tartışma, her yerde, sosyal-demokrat işçilerin, işçi halkın kurtuluşu için dövüştükleri tüm ülkelerde sürüyor. Rusya'da bu tartışma yeni başlıyor. Bunun için bu soruna daha yakından bakmamız ve zenginlerin, orta köylüyü kendi yanlarına çekmek için hangi yalanlardan yararlandıklarını ve bu yalanların gerçek yüzünü ortaya sermek, orta köylünün gerçek dostlarını ayırdetmesinde ona yardım etmek için ne yapılması gerektiğini iyice anlamalıyız. Eğer Rus sosyal-demokratları ilk adımda doğru yola girerlerse, kır işçi halkıyla kent işçilerinin birliğini Alman işçi arkadaşlarımızdan daha çabuk kurabilir ve emekçilerin tüm düşmanlarına karşı çabucak bir zafer kazanabiliriz.
      4. ORTA KÖYLÜ HANGİ TARAFTA BULUNMALIDIR? MÜLK SAHİPLERİ VE ZENGİNLER YANINDA MI, YOKSA İŞÇİLER VE MÜLKSÜZLER YANINDA MI?
     Tüm mülk sahipleri, tüm burjuvazi, orta köylüye kırsal işletmesini geliştirebilecek her türlü önlemi vaadederek (ucuz sabanlar, tarım bankaları, tohum ekme makinelerinin [sayfa 111] getirilmesi, düşük fiyata hayvan, gübre satışı, vb.) ve aynı zamanda onu tohumla ilgili birliklere (kitaplarda adlandırıldığı şekliyle kooperatiflere), tarımı geliştirmek için her" çeşit işletmecinin katıldığı birliklere katılmasını sağlayarak kendi yanına çekmeye çalışıyor. Burjuvazi, bu yolla, orta köylüyü, hatta küçük köylüyü, hatta yarı-proleteri, işçilerle ittifakından geri çevirmeye çabalıyor; onları, işçilere, proletaryaya karşı mücadelesinde, zenginlerin, burjuvazinin yanında yer almaya teşvik etmek istiyor.
      Sosyal-demokrat işçiler bunu şöyle yanıtlıyorlar: tarımı geliştirmek iyi bir şeydir, Ucuza saban almanın hiç bir kötülüğü yok; bugünlerde bir tüccar bile ne kadar az akıllı olursa olsun, müşteri çekebilmek için daha ucuza satmak ister. Ama zenginlere dokunmadan, tarımın gelişmesi ve daha ucuz saban, yoksul ve orta köylülerin hepsinin gereksinmelerini gidermelerine ve durumlarının yeniden iyileşmesine yardım edecek denilirse, bu sözler aldatmacadan başka bir şey değildir. Tüm gelişmelerden, fiyat indirilmesinden ve kooperatiflerden (malların alım-satımı için kurulan birlikler) herkesten çok kazananlar, zenginlerdir. Zenginler her zaman daha çok güçleniyorlar ve yoksul ve orta köylülerin üzerine her zaman daha çok yükleniyorlar. Zenginler zengin kaldığı sürece, toprağın, hayvan sürülerinin, araçların ve paranın bu büyük bölümünü ellerinde bulundurdukları sürece, yoksul köylüler ve aynı zamanda orta köylüler sıkıntıdan hiç bir zaman kurulmayacaklardır. Belki bu gelişmeler ve bu kooperatifler sayesinde zenginler katına tırmanabilecek bir-iki orta köylü olacaktır, ama bütün halk ve orta köylüler biraz daha yoksulluğa gömüleceklerdir. Tüm orta köylülerin zengin olabilmeleri için, zenginleri aradan çekmek gerekir ve bunu sadece kent işçileri ve yoksul köylüler birliği yapabilir.
      Burjuvazi, orta köylüye (ve hatta küçük köylüye) şöyle der: Sana ucuz fiyatla toprak ve saban satacağız ama sen de bize ruhunu satacaksın, zenginlerin tümüne karşı [sayfa 112] sürdürülen mücadeleden vazgeçeceksin.
      Sosyal-demokrat işçi ise şöyle der: Gerçekten ucuza satılıyorsa ve insanın parası varsa, neden saban satın alınmasın: bu, bir ticaret işidir. Ruha gelince, o hiç bir zaman satılmamalıdır. Burjuvazinin tümüne karşı kent işçileriyle ittifak içinde sürdürülen mücadeleden vazgeçmek, ömür boyu yoksulluğun ve gereksinmelerin pençesinde kalmaktır. Zenginler, malların ucuza satılışından daha da çok kazanacak, daha da zenginleşeceklerdir. Ama parası olmayanlar, bu parayı burjuvazinin elinden alıncaya dek, malların ucuza satılmasından hiç bir şey kazanmayacaklardır.
      Bir örnek alalım. Burjuvazi taraftarları, kooperatifler ile (yani ucuza satın alıp, kârlı satış için kurulmuş birlikler) övünürler. Aralarında, kendilerine "devrimci-sosyalistler" adını verenler ve burjuvaziyi yankılarcasına köylüye esas gerekli olanın kooperatifler olduğunu söyleyenler de var. Rusya'da da kooperatifler kurulmaya başlanıyor. Ama henüz çok az kooperatif var ve siyasal özgürlüğü elimize geçirmeden hep az sayıda olacaklardır. Örneğin Almanya'da köylüler arasında her türden çok sayıda kooperatif var. Bakınız bu kooperatifler en çok kimlere yarıyor: Tüm Almanya'da, süt ve süt ürünleri satışı için mevcut ortaklıklara üye 140.000 işletmeci var. Ve bu 140.000 işletmecinin 1.100.000 ineği var (işleri basitleştirmek için bu kez de yuvarlak rakamlar alıyoruz). Tüm Almanya'da dört milyon yoksul köylü var; aralarından sadece 40.000'i ortaklıklara katılıyor: buradan yüz köylüden bir tekinin kooperatiflerden yararlandığı sonucu çıkar. Bu 40.000 yoksul köylünün toplam olarak sadece 100.000 ineği var. Yoksul köylülerden sonra, 50.000'i kooperatiflere katılan bir milyon orta işletmeci orta köylü geliyor (yüz kişide beş kişi); bunlar 200.000 ineğe sahiptirler. Nihayet 50.000'i kooperatiflere katılan, bir milyonun üçte-biri kadar zengin işletmeci (yani toprak sahipleri ve zengin köylüler) var (yüz kişide onyedi kişi); bunların ise, 800.000 ineği var. [sayfa 113]
      Kooperatifler her şeyden önce ve herkesten çok zengin köylülere yarıyor. Orta köylüyü ucuz alan ve kârlı satan bu tip birlikler yoluyla kurtaracaklarını iddia edenler, köylüyü işte böyle aldatıyorlar. Aslında burjuvazi, orta ve yoksul köylüyü, onların kendilerine katılmaları için çağrıda bulunan sosyal-demokratlardan çok ucuza "satın almak" istiyor.
      Bizde de peynirci ortaklıkları ve süt ürünleri şirketleri kuruluyor. Bizde, mujiğe gerekli olan kooperatiftir, mirdir, ortaklıklardır diyen insanlar çoktur. Ama bu kooperatiflerin, bu ortaklıkların, bu komün kiralamalarının kime yaradığına biraz bakınız. Yüz aileden en az yirmisinin ineği yoktur; otuzunun ise ancak ineği vardır; bunlar aşırı bir gereksinmeyle sütlerini satarlar; açlıktan kıvranan ve sinekler gibi ölen kendi çocukları için süt kalmaz. Zengin köylülerin ise, üç-dört ya da daha çok ineği vardır, ve bunlar tüm ineklerin yarısına sahiptirler. Bu peynirci kooperatiflerinden kimler kazanç sağlamaktadır? Kuşkusuz, herkesten önce toprak sahipleri ve kır burjuvazisi. Orta köylülerin ve yoksul köylülerin kendi dümen sularında gitmeleri, yoksulluğun çaresini burjuvazinin tümüne karşı bütün işçilerin mücadelesinde değil de tek tek küçük işletmecilerin bugünkü durumlarından kurtulmaya ve zenginlerin katına sıçramaya çalışmakta bulmaları, burjuvazinin çıkarlarına uygundur.
      Bu eğilim, kendilerini küçük köylünün dostları ve yandaşları olarak adlandıran tüm burjuvazi yandaşlarınca bütün yollara başvurularak desteklenir ve teşvik edilir. Ve birçok saf kişi, koyun postuna bürünmüş kurdu göremez, yoksul ve orta köylülere yardım ettikleri inancıyla bu burjuva yalanını yineler dururlar. Örneğin, broşürlerde ve söylevlerde küçük işletmeciliğin en kârlı ve en çok gelir getiren işletmecilik olduğunu kanıtlamaya çalışırlar; tarımda, bu yüzden her yerde bu kadar çok sayıda küçük işletme olduğunu öne sürerler; ve küçük üreticilerin bundan dolayı bu kadar bağlı olduklarını söylerler (bu bağlılığın nedeni, en verimli [sayfa 114] toprakların burjuvazi tarafından işgal edilmiş olması, ve bütün paranın bunların ellerinde olduğu, bu yüzden de yoksul köylülerin küçücük toprak parçaları üzerinde yığıldıkları ve tüm yaşamlarını köle gibi çalışarak geçirmeleri değilmiş!). Diplomat dilli kimseler şöyle söylerler: küçük köylüler ve orta köylüler büyük köylüden daha tutumlu ve daha çalışkandırlar; hem de daha sade bir yaşam sürdürmeyi bilirler; hayvanlar için ot alacağına, samanla idare ederler; pahalı bir makine satın alacağına erkenden kalkar, daha uzun süre çaba harcar ve makine kadar hızlı çalışır, onarım için yabancılara para vereceğine onarım için bir bayram günü işe girişir — bu da bir büyük köylünün yaptığı işlemden daha ucuza çıkar; bir at ya da bir öküzün bakımı için para sarfedeceğine toprağı sürmek için ineğini kullanır; Almanya'da tüm yoksul köylüler toprağı inekleriyle sürerler; hem sonra bizde yoksulluk o kadar büyüktür ki, toprağı sürmek için yalnız ineklerden değil, insanlardan da yararlanılıyor! Ne kârlı iş! Ne kadar da ucuz! Orta köylü ve küçük köylünün bu kadar çalışkan, bu kadar özenli olmaları, bu kadar basit bir yaşam sürüp boş sözlerle vakit öldürmemeleri, sosyalizmi düşünmeyip yalnız çiftliklerini düşünmeleri ne kadar övgüye değer! Burjuvaziye karşı grevler düzenleyen işçileri değil de zenginleri izlemeleri ve saygıdeğer zenginlerin arasına katılmak için çabalamaları ne kadar övgüye değer bir şeydir! Eğer herkes bu kadar gayretli, bu kadar özenli olsa, bu kadar basit bir yaşam sürseydi, sarhoş olmasaydı, biraz daha para artırsaydı, çeşit çeşit kumaşlar satın almak için daha az para harcasaydı ve daha az çocuk yapsaydı, herkes refah içinde yaşar ve ne yoksulluk, ne yokluk olurdu!
      İşte burjuvazinin orta köylü için söylemekte olduğu şarkı! Ve bunlara inanan ve aynı şeyleri kendileri de yineleyen saflar[6*] var! Aslında kulağa hoş gelen bütün bu sözler, [sayfa 115] sadece köylüyü aldatmak ve onunla alay etmekten başka bir şey değildir. Bu insanların karlı ve ucuz işletme dedikleri, orta ve küçük köylünün her ekmek parçasından birazcık artırarak en küçük bir para harcamadan sabahtan akşama dek çalışması ve derin yoksulluğudur. Gerçekten de aynı pantolonu üç yıl giymek, yazın ayakkabısız dolaşmak, karasabanı İple bağlamak ve ineği damdan koparılmış çürümüş otla beslemekten daha "ucuz" ve daha "kârlı" ne olabilir ki! Herhangi bir burjuvayı ya da zengin köylüyü, bu "ucuz" ve "kârlı" işletmeye koyun; kulağa hoş gelen tüm sözlerini çok geçmeden unutacaktır!
      Küçük "işletmeyi övenler, köylüye yararlı olmak istiyorlar, ama gerçekte ona sadece zarar veriyorlar. Onların tatlı sözleri, mujiği, piyangonun halkı aldattığı gibi aldatıyor. Size piyangonun ne olduğunu söyleyeyim. Örneğin benim 50 ruble değerinde bir ineğim var. Bu ineği bir piyangoya ödül Olarak koymak istiyorum ve herkese birer rublelik bilet satıyorum. Bir ruble karşılığında herkesin ineği kazanma şandı var! Bu, insanlara çekici geliyor ve rubleler yağmaya başlıyor. Piyangoyu, yüz ruble toplandığı zaman çekiyorum: kadanan bir ruble karşılığında ineği alırken, diğerlerinin eline hiç bir şey geçmiyor. Bu inek "halka" ucuza mı gelmiştir? Hayır, çok pahalıya gelmiştir, çünkü bedelinin iki katı ödenmiştir, çünkü iki kişi (piyangoyu düzenleyen ve ineği kazanan) hiç bir iş yapmadan paralarını yitiren doksandokuz kişinin zararına zengin olmuşlardır. Bundan dolayı, piyangoların halka yaradığını söylemek, sadece halkı aldatmaktır. Köylünün yoksulluğuna ve yokluklara, her çeşit kooperatifler (kârlı satış ve ucuz satın almalar için kurulmuş ortaklıklar), [sayfa 116] tarım araçlarındaki gelişmeler, bankalar vb. yoluyla çare bulmayı vaadedenler de, aynı biçimde, köylüyü aldatıyorlar. Piyangoda bir kişinin kazandığı, diğerlerinin ise kaybettiği gibi, burada da doksandokuz kişi yoksulluktan hiç kurtulamadan, hatta her zaman daha çok yoksulluğa gömülerek, yaşamları boyunca boyun eğdikleri halde, bir orta köylü, zengin olmayı becerebilir. Kırda oturan her insan komününü ve ülkesini çok daha yakından incelesin: zengin olan ve yoksulluğu unutan orta köylülerin sayısı çok mudur? Ya yaşamları boyunca yoksulluktan kurtulamayanlar ne kadardır? Servetini yitiren ve köylerini terkedenler ne kadardır? Bütün Rusya'da orta köylü işletmelerin iki milyondan çok olmadığını gördük. Ucuz satın alma ve kârlı satma ortaklıklarının şimdi on katına çıktığını kabul edelim. Bu, bize neyi gösterir? Bu, ancak 100.000 orta köylünün zenginlerin düzeyine erişmekte başarı kazandığını gösterir. Bu, ne demektir? Bu, her yüz orta köylüden beşinin zengin olması demektir. Ya diğer doksanbeş kişi? Yaşam onlar için daima zordur, hatta birçoğu için daha da zor olacaktır. Yoksul köylüler ise çok daha fazla yoksullaşacaklardır!
      Kuşkusuz, burjuvazi, zenginleşmek için çabalayan, kendilerinin burjuvaziye karşı mücadele etmeden yoksulluktan kurtulma olanağına inanan, kır ve kent işçileriyle ittifaka değil de çalışmaya, azla yetinmeye umut bağlayan orta ve yoksul köylülerin çok sayıda olmasını ister. Burjuvazi bu boş inancı ve bu umudu ayakta tutmak için tüm gücünü seferber eder; mujiği tatlı sözlerle uyutmaya çalışır.
      Bu tatlı sözlü insanların yalanlarım ortaya sermek için, onlara üç soru sormak yeter.
      Birinci soru: Rusya'daki ikiyüzkırk milyon desiyatin verimli toprağın yüz milyon desiyatini özel mülk sahiplerine ait olursa emekçi halk yokluklardan ve yoksulluktan kurtulabilir mi? Onaltı bin büyük toprak sahibi, altmışbeş milyon desiyatine sahipken, bu mümkün olabilir mi? [sayfa 117]
      İkinci soru: (Toplam on milyon aile üzerinden) bir-buçuk milyon zengin köylü, köylülerin tümüne ait, buğday tarlalarının yarısına, atların ve hayvanların yarısına, yedek akçelerinin ve stoklarının yarısından fazlasına sahip olursa, emekçi halk yokluklardan ve yoksulluktan kurtulabilir mi? Köy burjuvazisi, yoksul ve orta köylülerin üstlerine basarak, başkalarının, tarım gündelikçilerinin emeğiyle yağlanarak, hep zenginleşmeye devam ederse, bu olabilir mi? Altı-buçuk milyon köylü ailesi, servetlerini yitirmiş bir durumda sürekli olarak açlığın pençesinde bulunur, bir parça ekmek elde etmek için her türlü ücretli işe evet diyecek duruma getirilirse, bu mümkün olabilir mi?
      Üçüncü soru: Para başta gelen güç haline gelir, her şey, fabrikalar, toprak, hatta ücretli işçi, insanlar bile ücretli köle haline getirilmek üzere parayla satın alınabilirse, işçi halk yokluklardan ve yoksulluktan kurtulabilir mi? Hiç kimse parasız yaşayamaz ve geçinemez ise, bu mümkün olabilir mi? Küçük işletmeci, yoksul köylü, para sağlamak için büyük işletmeciyle mücadele etmek zorunda olursa, bu olabilir mi? Binlerce toprak sahibi, tüccar, fabrikatör ve bankacı, yüz milyonlarca rubleye el koymuşlarsa ve bundan başka binlerce milyon rublenin toplandığı tüm bankaları denetimleri altında tutarlarsa, bu mümkün olabilir mi?
      Bütün bu sorulara, küçük işletmenin ve kooperatiflerin yararları üzerine söylenecek süslü sözlerle kaçamak yanıtlar verilemez. Bu soruların tek bir yanıtı vardır: çalışan insanları gerçekten kurtaracak "elbirliği" burjuvazinin tümüne karşı mücadele etmek için kentlerin sosyal-demokrat işçileriyle yoksul köylülerin ittifakıdır. Bu ittifak ne kadar hızlı yayılır ve güçlenirse, orta köylü, burjuvazinin vaadlerinin tümden yalan olduğunu a kadar çabuk anlar ve yanımızda yer alır.
      Burjuvazi bunu bildiği için, tatlı diller dökmenin yanında, sosyal-demokratlar hakkında çeşitli yalanlar yayar. [sayfa 118] Sosyal-demokratların, orta ve yoksul köylünün mülklerini ellerinden almak istediklerini iddia eder. Bu yalandır. Sosyal-demokratlar, sadece büyük işletmecilerin mülklerini, sadece başkalarının sırtından geçinenlerin mülklerini, ellerinden almak istiyorlar. Sosyal-demokratlar, ücretli işçi kullanmayan küçük ve orta işletmecilerin mülklerini hiç bir zaman ellerinden almayacaklardır. Sosyal-demokratlar tüm emekçilerin, sadece diğerlerinden daha bilinçli ve daha birlik halinde olan kent işçilerinin değil, kır işçilerinin de; ücretli işçi kullanmayan ve zenginler düzeyine erişmek için burjuvazinin yanında yer almak için çabalamayan küçük zanaatçıların ve köylülerin de çıkarlarını savunur ve korurlar. Sosyal~demokratlar işçilerin ve köylülerin yaşamlarında, gerçekleştirilmesi hemen mümkün olan —yani burjuvazinin egemenliğini kaldırmadan önce—, ve burjuvaziye karşı mücadeleyi kolaylaştıracak tüm iyileştirmeleri getirmek için mücadele ediyorlar. Ama sosyal-demokratlar köylüyü kandırmıyorlar. Ona bütün gerçeği söylüyorlar; burjuvazi egemenliğini sürdürdüğü kadar halkı sıkıntıdan ve yoksulluktan kurtaracak hiç bir iyileştirme olmadığını önceden ve açıkça bildiriyorlar. Bütün halkın sosyal-demokratların kim olduklarını ve ne istediklerini bilebilmesi için, sosyal-demokratlar bir program yaptılar. Program, partinin ne elde etmek istediğinin ve ne için mücadele ettiğinin kısa, açık ve tam bir bildirimidir. Sosyal-demokrat parti, partinin, yalnızca emekçilerin tümünün burjuvazinin boyunduruğundan kurtarılması için gerçekten mücadele etmek isteğinde olan, ve bu kavgada kimlerin ittifak halinde olması gerektiğini ve mücadelelerin nasıl yürütüleceğini tam olarak kavramış kişilerden oluşması gerekliliğini kapsayan bir program hazırladı. Bu program, tüm halkın bilgi edinmesi amacıyla tam ve açık bir programdır, ve böyle bir program hazırlayan tek parti, sosyal-demokrat partidir. Sosyal-demokratlar, programlarında, bundan başka, emekçi halkın yokluklarının ve yoksulluğunun nedenlerini, [sayfa 119] ve işçilerin birliğinin niçin gittikçe genişlediğini ve güçlendiğini doğru, açık ve kesin olarak açıklamaları gerektiğine inanıyorlar. Yaşamın zor olduğunu bildirmek ve isyana çağırmak yetmez; bunu herhangi bir yaygaracı da yapabilir, ama bunun bir yararı olmaz. Emekçi halk, niçin bu denli yoksul olduğunu ve yoksulluğu yenmek için kimlerle birleşmeleri gerektiğini çok iyi anlamalıdır.
      Sosyal-demokratların ne istediklerini, emekçi halkın yoksulluğunun nereden geldiğini, yoksul köylülerin kime karşı mücadele etmeleri gerektiğini ve bu mücadele için kiminle birleşmeleri gerektiğini daha önce söyledik.
      Şimdi mücadelemiz için köylülerin yaşantılarında şimdiden hangi iyileştirmeleri getirebileceğimizi anlatacağız.
      5. SOSYAL-DEMOKRATLAR HALKIN VE İŞÇİLERİN YARARINA HANGİ İYİLEŞTİRMELERİ SAĞLAMAK İSTİYORLAR?
      Sosyal-demokratlar, emekçi halkın tümünün, bütün soygunculuklardan, bütün baskılardan, bütün haksızlıklardan kurtulması uğruna mücadele ediyorlar. Kurtulmak için, işçi sınıfı, her şeyden önce birleşmek zorundadır. Ve bunun için de, birleşme özgürlüğüne, birleşme hakkına, siyasal özgürlüğe sahip olması gerekir. Otokratik hükümetin, memurlar ve polis tarafından, halkın köleleştirilmesi demek olduğunu söylemiştik. Demek ki, siyasal özgürlük, saraya kabul edilen bir avuç dalkavuk ile cepleri dolu birkaç saygın kişi dışında halkın bütünü için zorunludur. Ve siyasal özgürlük, özellikle işçiler ve köylüler için gereklidir. Zenginler, polisin ve memurların keyfî yönetimlerinden ve zulümlerinden onları satın alarak kurtulabilirler. Şikâyetlerini çok yükseklere duyurabilirler. Bundan dolayı, polis ve memurlar, zenginlere, yoksullardan çok daha az küstahlık ederler. İşçilerin ve köylülerin, polis ya da memurları satın alacak paraları yoktur. [sayfa 120]
      Ne şikâyet edebilecekleri bir kişi, ne de onları mahkemeye verebilecek durumları vardır. Seçimle gelmiş bir hükümet ve milletvekilleri halk meclisi olmadığı sürece, işçiler ve köylüler, kendilerini polisin ve memurların keyfî yönetiminden, zulüm ve hakaretlerinden hiç bir zaman kurtaramayacaklardır. Halkı, memurlara kölelikten, yalnız milletvekilleri halk meclisi kurtarabilir. Her bilinçli köylü, çar hükümetinden, her şeyden önce ve her şeyden önemli tutarak, bir milletvekilleri halk meclisinin toplanması isteminde bulunan sosyal-demokratları desteklemelidir. Temsilciler, kast, zenginlik ya da yoksulluk gözetilmeksizin herkes tarafından seçilmelidir. Seçimler, memurlar tarafından hiç bir müdahale olmaksızın özgürce yapılmalıdır. Seçimler, polis şefleri ve kırsal bölgelerdeki yöneticilerin gözetimi tarafından değil, halkın güvenini kazanmış kişilerin gözetimi altında yürütülmelidir. İşte bu koşullar altında halkın temsilcileri, halkın tüm gereksinmelerini tartışabilir ve Rusya'da daha iyi bir düzen kurabilirler.
      Sosyal-demokratlar, polisin, insanları yargılanmaksızın tutuklamamasını istiyorlar. Keyfî bir tutuklama olursa, sorumlu memurlar ağır bir cezaya çarptırılmalıdırlar. Memurların tatlı yaşam düzenlerine son vermek için, onların halk tarafından seçilmesini sağlamalı, herkese herhangi bir memuru doğrudan doğruya mahkemeye şikâyet etme hakkı verilmelidir. Yoksa bir polis şefini, bir kır yönetim yetkilisine şikâyet etmenin, ya da bir kır yönetim yetkilisini valiye şikâyet etmenin ne anlamı var? Kır yönetim yetkilisinin polis şefini, valinin de kır yönetim şefini koruyacağını söylemek bile gereksiz. Hatta böyle bir durumda, başı derde girenin şikâyetçi olduğu da bilinir. Şikâyetçi ya hapse atılır ya da Sibirya'ya sürgüne gönderilir. Memurların halkın haklarına saygı duyması, ancak (tüm diğer devletlerde olduğu gibi) Rusya'da, herkesin halk meclisine ve seçimle gelmiş mahkemelere şikâyet etme hakkına sahip olduğu zaman, [sayfa 121] gereksinmelerini açıkça söyleyebildiği, bunları gazetelerde yazabildiği zaman mümkün olur.
      Rus halkı, hâlâ memurlara karşı feodal bir bağımlılık içinde bulunuyor. Onların izni olmadan ne toplantı yapma, ne de broşür ya da gazete basma hakkı var! Bu, kölece bir bağımlılık değil midir? Toplantı yapmak, broşür basmak yasak olursa, memurlara ve zenginlere karşı hak nasıl korunacak? Elbette ki, memurlar, halkın yoksulluğu üzerine yazılan, söylenen gerçeğe uygun her kitabı, gerçeğe uygun her sözü yasaklıyorlar. Sosyal-demokrat partinin gizli olarak basmak ve gene gizli olarak dağıtmak zorunda olduğu kitaplar, bu kitaplardır; evlerinde bu kitaplardan bulunanlar yargılanacak ve hapisanelere atılacaktır. Ama sosyal-demokrat işçiler bundan korkmuyorlar; bu kitaplardan her zaman daha çok basıyor ve halka her gün biraz daha çok ulaştırıyorlar. Halkın özgürlüğü için mücadeleyi durdurabilecek hiç bir hapisane, hiç bir zindan yoktur.
      Sosyal-demokratlar, toplumsal farklılığın ortadan kaldırılmasını, devletin tüm yurttaşlarının eşit haklara sahip olması isteminde bulunuyorlar. Şimdi bizde haraca bağlanmış ve haraca bağlanmamış kastlar var; ayrıcalıklılar var, ayrıcalıksızlar var. Soyluluk ve soysuzluk var; hatta aşağı halk için hâlâ falaka cezası var. Hiç bir ülkede işçiler ve köylüler böylesine aşağılanmazlar. Rusya hariç, hiç bir ülkede, değişik toplumsal sınıflar için, değişik yasalar yoktur. Artık Rus halkının mujiklere, soyluların sahip oldukları haklara eşit haklar tanınmasını istemesinin zamanı gelmiştir. Toprak köleliğinin kaldırılmasından kırk yıl sonra, hâlâ falaka ve haraca bağlanmış bir kastın varlığı utandırıcı bir durum değil midir?
      Sosyal-demokratlar, halk için tam bir seyahat özgürlüğü ve iş tutma özgürlüğü istiyorlar. Seyahat özgürlüğü nedir? Bu, köylünün hiç kimseden izin almadan istediği yere gidebilmesi, beğendiği yerde yerleşebilmesi, herhangi bir [sayfa 122] köyü ya da kenti seçebilmesi demektir. Bunun için Rusya'da pasaport kaldırılmalıdır (bu, diğer ülkelerde, uzun süreden beri yok); hiç bir kır polis şefinin ya da kır yönetim şefinin, herhangi bir köylünün beğendiği yerde oturmasını ve çalışmasını engellemeye hakkı olmamalıdır. Rus mujiği memurlara o kadar bağımlıdır ki, ne bir kente gitme, ne de yeni bir bölgeye yerleşme özgürlüğü vardır. Bakan, valilere izinsiz göçlerin yasaklanmasını bildiriyor. Bir vali, mujik için hangi bölgenin daha iyi olduğunu, mujikten daha iyi biliyor! Mujik küçücük bir çocuktur: yetkililerin onayı olmadan bir adım atamaz! Bu, kölece bir bağımlılık değil midir? Herhangi bir savurgan soylunun, yetişkin çiftçilere emir verme hakkı olması, halka hakaret etmek değil midir?
      Şimdiki "tarım bakanı" Bay Ermolov tarafından yazılmış, Kötü Ürün ve Halk Afetleri (açlık) adlı bir kitap var. Bu kitapta açıkça şöyle yazılır: Sayın toprak sahiplerinin kol gücüne gereksinmesi olduğu sürece, mujik yerini değiştirmemelidir. Bakan hiç sıkılmadan açık açık söylüyor bunları; mujiğin bunları duymayacağını, bunları anlamayacağını düşünüyor. Sayın toprak sahiplerinin ucuz kol gücüne gereksinmesi varken, halkın oradan ayrılmasına neden izin vermeli? Halk ne kadar yoksulca yaşarsa, bu, toprak sahiplerinin o kadar işine geliyor, çünkü yoksulluk ne kadar artarsa, işe alma o kadar ucuz olacak, her türlü baskı daha yumuşak tepki doğuracaktır. Eskiden derebeyinin çıkarlarına gözkulak olanlar kâhyalardı; şimdi bu işi, kır yönetim şefleri ve valiler yapıyorlar. Eskiden, köylülere ahırda dayak attırmayı emredenler kâhyalardı; şimdi bölge yönetim bürosunda ceza verilmesini emredenler, kır yönetim şefleridir.
      Sosyal-demokratlar, sürekli ordunun lağvedilmesi ve yerine, bütün halkın silahlandırılması ve halk milislerinin kurulması isteminde bulunuyorlar. Sürekli ordu, halktan ayrılmış ve halk üzerine ateş açmak için eğitilmiş bir [sayfa 123] ordudur. Eğer asker birkaç yıl kışlaya kapatılmamış olsa ve insanlık dışı davranmak için yetiştirilmese, kardeşleri üzerine, işçiler ve köylüler üzerine ateş edebilir miydi? Aç mujikler üzerine yürüyebilir miydi? Ülkeyi düşman saldırılarına karşı savunmak için sürekli bir ordu beslemeye hiç gerek yoktur; halk milisleri bu iş için yeterlidir. Eğer her yurttaş silahlandırılsaydı, Rusya'nın korkutamayacağı tek düşman kalmazdı. Ve halk da, militarizmin boyunduruğundan kurtulurdu: ordu için yılda yüz milyonlarca ruble harcanıyor, bu paranın tümü halktan alınıyor; bunun için vergiler bu kadar ağırdır ve yaşam her gün biraz daha zorlaşmaktadır. Militarizm, memurların ve polisin halk üzerindeki iktidarını daha da güçlendiriyor. Yabancı halkları soymaya, örneğin Çinlilerden toprak almaya yarıyor. Bu durum, halkın yaşamını kolaylaştırmak bir yana, vergilerin ağırlaştırılması nedeniyle, yaşamı daha da zorlaştırıyor. Sürekli ordu yerine tüm halkın silahlandırılması tüm işçilerin ve tüm köylülerin yaşamını kolaylaştıracaktır.
      Bunun gibi, sosyal-demokratların dolaylı vergilerin kaldırılması istemi de, yaşamı kolaylaştıracaktır. Dolaylı vergiler, topraktan ya da kır işletmesinden doğrudan alınmazlar; mallarda daha yüksek fiyat şeklinde halk tarafından dolaylı olarak ödenirler. Devlet şekere, içkiye, petrole, kibrite ve diğer tüketim maddelerine vergi koyar; bu vergi, tüccar ya da imalâtçı tarafından, hazineye, kendi parasıyla değil de, satın alanların ona ödediği paradan ödenir. İçkinin, şekerin, petrolün, kibritin fiyatı artar ve bir şişe içki ya da bir libre şeker satın alan her kişi, sadece malın bedelini değil, ona ait vergiyi de birlikte öder. Örneğin, bir" şekerin libresine ondört köpek ödüyorsanız, bunun yaklaşık olarak dört köpeği vergiye gider; şeker imalâtçısı bu vergiyi önceden hazineye yatırmıştır, şimdi de bu ödediği miktarı müşterilerinden almaktadır. Demek ki dolaylı vergiler, tüketim malları için toplanan ve müşterinin yükseltilmiş [sayfa 124] fiyat şeklinde ödediği vergilerdir. Bazan dolaylı vergilerin en âdil vergiler olduğu söylenir: herkes satın aldığı miktar oranında vergi öder, denir. Bu, yanlıştır. Dolaylı vergiler, en adaletsiz vergilerdir; çünkü, yoksullar bunu ödemek için zenginlerden daha çok zorluk çekerler. Zenginin geliri, köylünün ya da işçinin gelirinden on kat, hatta yüz kat fazladır. Ama zengin yoksuldan yüz kat fazla şeker mi tüketir? On kat fazla içki ya da kibrit ya da petrol mü tüketir? Elbette ki hayır. Zengin bir aile, yoksul bir ailenin tükettiği petrol, içki, şekerin iki, en çok üç katı fazlasını tüketir. Bu, zenginin, dolaylı vergi olarak, gelirinin, yoksulun gelirindekinden daha az bir bölümünü ödemesi anlamına gelir. Yoksul köylünün gelirinin, yılda iki yüz ruble olduğunu varsayalım; vergilendirilmiş ve bu yüzden pahalılanmış altmış rublelik mal salan aldığını kabul edelim (şekere, kibrite, petrole dolaylı vergi konmuştur, yani imalâtçı, vergiyi, malın satışa arzından önce öder: örneğin bir devlet tekeli için devlet, bu malın sadece fiyatını artırır; pamuklu kumaşlar, demir ve başka mallar için fiyatların artırılması, yabancı ülkelerden gelen ucuz malların yüksek vergiler ödenmeden Rusya'ya girmemesindendir). Bu altmış rubleden yirmi rublesi vergiye gider. Demek ki yoksul, gelirinin her rublesinden on köpeği dolaylı vergi olarak ödüyor (bu miktar içinde, zemstvo, bölge, komün için olan dolaysız vergiler, toprağın ipoteğinin çözülmesi için verilen tazminatlar, para borçları ve toprak vergileri yoktur). Zengin köylünün geliri bin rubledir: yüz-elli rublelik dolaylı vergi konmuş mal satın alsa, elli ruble vergiye gidecektir (bu elli ruble yüzelli rublenin içindedir). Böylelikle zengin, gelirinin her rublesinde dolaylı vergi olarak sadece beş kopek ödeyecektir. Bir kişi, ne kadar zengin olursa, gelirine göre o kadar az dolaylı vergi öder. Bunun için de dolaylı vergiler, en adaletsiz vergiler, yoksullara darbe vuran vergilerdir. Köylüler ve işçiler, birlikte, nüfusun 9/10'unu oluşturuyorlar ve tüm dolaylı vergilerin [sayfa 125] 9/10'unu ya da 8/10'unu ödüyorlar. Oysa köylülerle işçiler, tüm ulusal gelirin 4/10'undan fazlasına sahip değiller! İşte bunun için sosyal-demokratlar, dolaylı vergilerin kaldırılmasının ve gelire, miraslar üzerine müterakki bir verginin konulmasını istiyorlar. Bu, gelir arttıkça, verginin yükselmesi demektir. Bin rublelik geliri olan her ruble için bir köpek, iki bin rublelik geliri olan iki köpek vb. vergi verecektir. En düşük gelirlerden, (örneğin dörtyüz rubleyi geçmeyenlerden) hiç vergi alınmayacaktır. En çok vergiyi, en zengin olanlar vereceklerdir. Böyle bir gelir vergisi, daha doğrusu müterakki gelir vergisi, dolaylı vergilerden çok daha âdil olacaktır. Demek ki, sosyal-demokratlar, dolaylı vergilerin kaldırılmasını ve bir müterakki gelir vergisinin konulmasını istiyorlar. Elbette ki, tüm mülk sahipleri, tüm burjuvazi, bu önleme karşı çıkar ve direnirler. Bu iyileştirme, sadece yoksul köylülerle kent işçilerinin sağlam bir ittifakı sonunda burjuvaziden koparılabilir.
      Son olarak halkın tümü için, özellikle de yoksul köylüler için istenilen çok önemli bir iyileştirme de, çocuklar için parasız öğretimdir. Bugün kırdaki okulların sayısı, kentlerdekinden çok düşüktür; çocuklarına iyi bir eğitim verme olanakları olanlar her yerde sadece zengin sınıflardır, burjuvazidir. Tüm çocuklar için parasız ve zorunlu öğretim, kısmen de olsa, halkı, bugünkü bilgisizlikten kurtaracaktır. Bu bilgisizlikten özellikle sıkıntı çekenler, yoksul köylülerdir, ve özellikle onların eğitime gereksinmeleri vardır. Ama bize gerekli olan, doğal ki memurların ve papazların vermek istedikleri eğitim değil, gerçek ve özgür bir eğitimdir.
      Sonra sosyal-demokratlar, herkesin istediği herhangi bir dini açıklamak konusunda, tam ve sınırsız bir hakka sahip olması isteminde bulunuyorlar. Avrupa devletleri arasında, devlet dininden başka bir dindeki insanlara karşı, mezhep-dışı olanlara karşı, tarikat mensuplarına ve Yahudilere karşı, utanç verici yasaları yürürlükte bırakan yalnız Rusya ve [sayfa 126] Türkiye'dir. Bu yasalar, şu ya da bu dinin propagandasını yapmayı kesinlikle yasaklıyor, ya da bu dinlere inananları bazı haklardan yoksun bırakıyor. Bütün bu yasalar, en haksız, en kayfî, en yüzkızartıcı yasalardır. Herkes yalnız seçtiği dini açığa vurma özgürlüğüne değil, aynı zamanda onu yayma ve din değiştirme özgürlüğüne de sahip olmalıdır. Hiç bir memurun, hiç kimseye, bağlı olduğu dinle ilgili soru sorma hakkı bile olmamalıdır: bu, bir inanç sorunudur ve hiç kimsenin buna karışmaya hakkı yoktur. "Resmî" hiç bir din ya da kilise olmamalıdır. Bütün dinler, bütün kiliseler, yasa Önünde eşit olmalıdır. Değişik dinlerin din adamlarının geçimleri, ancak dine inananlar tarafından sağlanmalı, devlet, devlet parası ile, resmî, mezhep-dışı, tarikat ya da herhangi bir din için masraf karşılamamalıdır. Sosyal-demokratlar bunun için mücadele vermektedirler ve bu önlemler, eksiksiz olarak uygulanmadığı sürece, halk, ne din konusunda utanç verici polis zulmünden, ne de onun kadar utanç verici olan şu ya da bu din için polisin sadaka istemesinden kurtulabilecektir.
      Sosyal-demokratların, halkın tümü için, özellikle de yoksul köylüler için elde etmeye çalıştıkları iyileştirmeleri inceledik. Şimdi de fabrika ve kent işçileriyle kır işçileri için elde etmeye çalıştıkları iyileştirmelerin neler olduğunu görelim. Fabrika işçileri daha kötü koşullarda, daha yoksulca yaşamaktadırlar; geniş atölyelerde çalışırlar; kültürlü sosyal-demokratların yardımlarından daha kolay yararlanırlar. Bütün bu nedenlerden dolayı, kent işçileri patronlara karşı mücadeleye diğer işçilerden daha erken başladılar ve çok daha önemli iyileştirmeler elde ettiler; hatta bazı iş yasalarının çıkmasını sağladılar. Ama sosyal-demokratlar, aynı iyileştirmelerin tüm işçilere verilmesi için mücadele [sayfa 127] ediyorlar: tüm işçiler, yani kentlerde olduğu gibi köylerde de, evde patronlar hesabına çalışan küçük zanaatçılar; küçük zanaatçılar ve lonca işçileri yanında çalışan ücretli işçiler, yapı işçileri (dülger, duvarcı vb.), orman işçileri ve vasıfsız işçiler ve tarım işçileri. Bütün bu işçiler, şimdiden, Rusya'nın her yerinde, fabrika işçilerinin arkasında ve onların yardımıyla daha iyi yaşam koşulları için, daha kısa bir işgünü ve daha yüksek bir ücret için mücadelede birleşmeye başlıyorlar. Sosyal-demokrat parti, tüm işçileri daha iyi bir yaşam için yaptıkları mücadelede desteklemeyi en güvenilir ve en sağlam işçileri güçlü derneklerde örgütlemek için onlara yardım etmeyi, aralarında broşürler ve bildiriler dağıtarak, harekette yeni olanların yanlarına deneyli işçiler göndererek ve genel olarak mümkün olan tüm yollarla, onlara yardım etmeyi kendine görev kabul etmiştir. Siyasal özgürlüğümüzü elde edince, milletvekilleri halk meclisinde, diğer ülkelerdeki arkadaşları gibi, işçiler lehine yasaların çıkmasını isteyecek olan işçi milletvekilleri, sosyal-demokratlar olacaktır.
      Sosyal-demokrat partinin işçiler için elde etmeye çalıştığı tüm iyileştirmeleri burada saymayacağız: bu iyileştirmeler, programda da ortaya konmuş ve Rusya'da İşçi Davası adlı broşürde uzunca açıklanmıştır. Burada başlıca iyileştirmeleri anımsatmakla yetineceğiz. İşgünü sekiz saati geçmeyecektir. Haftanın bir günü dinlenmeye ayrılacaktır. Fazla iş saatleri ve gece çalışması kesinlikle yasaklanacaktır. Çocukların öğretimi onaltı yaşma kadar parasız olacaktır; bundan dolayı, daha küçük yaşta olanlar, ücretli islerde çalıştırılmayacaktır. Kadınlar, sağlığa zararlı işlerde çalıştırılmayacaktır. İş sırasındaki sakatlanmalar için (örneğin harman makinelerinde, kalburlarda vb. çalışanların başlarına gelen sakatlanmalar gibi), işveren tarafından, işçilere tazminat verilecektir. Tüm ücretli işçiler için ödeme çok kez toprakta çalıştırılanlar için olduğu gibi iki ayda [sayfa 128] ya da üç ayda bir değil, haftada bir yapılmalıdır. İşçilerin ücretlerini düzenli olarak haftada bir ve mal olarak değil de nakit para olarak almaları çok önemlidir. İşverenler, işçilere, bedellerini ücretlerden düştükleri çeşitli işporta mallarını zorla vermeyi çok severler; bu utanç verici uygulamaya son vermek için, yasanın, aynî ödemeleri kesinlikle yasaklaması gerekir. Sonra devlet, yaşlılar için, bir emekli pansiyonu kurmalıdır. İşçiler, emekleriyle, tüm zengin sınıfların ve devletin gereksinmelerini karşılamaktadırlar; bunun için, böyle bir pansiyondan yararlanmaya, hükümet memurlarından daha az hakları yoktur. Patronların, mevkilerinden yararlanarak, işçiler lehine konulmuş kuralları çiğnememeleri için, sadece fabrikaları değil, büyük arazileri ve genel olarak ücretli işçi çalıştıran tüm kurumları da denetleyecek müfettişler görevlendirilmelidir. Ama bu müfettişler hükümet memurları olmamalıdır; bakanlar ya da valiler tarafından atanmamalı ve polisin hizmetinde bulunmamalıdırlar. Müfettişler, isçiler tarafından seçilmelidirler. Devlet, işçilerin kendileri tarafından özgür olarak seçilmiş ve onların güvenini kazanmış bu kişilere aylık ödemelidir. Seçimle gelen bu işçi vekilleri, aynı zamanda, işçi lojmanlarının bakımlı olmasına, mülk sahiplerinin işçileri (tarım işlerinde sık sık raslandığı gibi) hayvan inleri gibi yerlerde ve toprak kulübelerde yaşamaya zorlama cüretini göstermemelerine, işçinin dinlenmesi kuralına uyulmasına, vb. gözkulak olmalıdırlar. Ve işçiler tarafından seçilen bu vekillerin de, siyasal özgürlüğün olmadığı, polisin sonsuz güce sahip olup da halka karşı sorumsuz olduğu sürece, hiç bir yararları olmayacağını bilmek gerekir. Polisin, sadece işçi vekillerini değil, kendi işçi arkadaşları adına konuşmaya cüret eden, yasaya aykırı uygulamaları ihbar eden ve işçileri birleşmeye çağıran bütün işçileri yargılamaksızın tutukladığını herkes bilmektedir. Ama siyasal özgürlüğümüz olduğunda, işçi vekilleri çok yararlı olacaklardır. [sayfa 129]
      Tüm işverenlerin (fabrikatörler, toprak sahipleri, müteahhitler, zengin köylülerin), işçilerin ücretlerinden keyfî kesinti yapmaları, örneğin kusurlu üretilen mallardan para cezası vb. olarak kesinti yapmaları kesinlikle yasaklanmalıdır. İşverenlerin, keyfî olarak ücretlerde kesinti yapmaları yasaya aykırıdır, zor kullanmaktır. Patronların hiç bir bahaneyle, hiç bir kesintiyle, işçilerin ücretlerini azaltmasına izin verilmemelidir. İşverenin, kendisinin karar alıp, kararı kendisinin uygulamasına izin verilmemelidir (işçiden yapılan kesintileri cebe atan bir yargıç, ne mükemmel bir yargıçtır!); işveren gerçek bir mahkemeye başvurmalıdır; ve bu mahkeme işçi ve işveren delegeleri arasından eşit haklarla donatılmış olarak seçilmelidir. Yalnız bu tür mahkemeler, patronların işçilere, işçilerin patronlara karşı hoşnutsuzluklarını, âdil olarak karara bağlayabilir.
      Sosyal-demokratların işçi sınıfının tümü için elde etmek istedikleri iyileştirmeler bunlardır. Her kır mülkünde, her malikânede, her tür işletmedeki işçiler, güvendikleri insanlarla, kendileri için hangi iyileştirmeleri elde etmeleri, hangi istemleri ileri sürmeleri gerektiğini bulmalıdırlar (değişik fabrikalarda, değişik malikânelerde, değişik müteahhitler yanındaki işçilerin istemleri elbette ayrı olacaktır).
      Sosyal-demokrat komiteler, bütün Rusya işçilerini, tüm işçilerin, tüm patronların ve yetkililerin haberleri olsun diye, istemlerini açık ve tam olarak bildirmelerine, bu istemleri açıklayan bildiriler yayınlamalarına yardım ediyorlar. İşçiler, istemleri için, tek bir insan gibi birlik içinde mücadele ettikleri zaman, patronlar boyuneğmek ve işçi istemlerini kabul etmek zorunda kalıyorlar. Kent işçileri, bu yoldan, şimdiden çok sayıda iyileştirme elde ettiler ve şimdi de, küçük zanaatçılar, meslek sahipleri ve tarım işçileri de istemlerini elde etmek için birleşmeye ve mücadele etmeye başlıyorlar. Siyasal özgürlüğümüz olmadığı sürece, bildiri basımını ve her çeşit işçi birliklerini yasaklayan polisten [sayfa 130] saklanarak, gizli olarak, mücadele ediyoruz. Ama siyasal özgürlüğümüzü elde edince, bu mücadeleyi daha geniş çapta, tüm Rusya'nın emekçi halkı baskıya karşı güçlerini birleştirsin diye, herkesin gözü önünde sürdüreceğiz. İşçiler, Sosyal-Demokrat İşçi Partisi bünyesinde ne kadar çok olurlarsa, o kadar güçlü olacaklardır; işçi sınıfını baskıdan, ücretli işten, burjuvazinin çıkarı için yapılan işlerden tamamen kurtarmayı o kadar çabuk başaracaklardır.
      Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin sadece işçiler için değil, tüm köylüler için de iyileştirmeler elde etmek için çalıştığını daha önce söylemiştik. Şimdi tüm köylüler için elde etmeye çalıştığı iyileştirmelerin neler olduğunu görelim.
6. SOSYAL-DEMOKRATLARIN TÜM KÖYLÜLER İÇİN ELDE ETMEYE ÇALIŞTIĞI İYİLEŞTİRMELER NELERDİR?
      Bütün emekçilerin tam kurtuluşları için, yoksul köylüler, kent işçileriyle ittifak halinde, burjuvazinin tümüne ve aynı zamanda zengin köylülere karşı mücadeleye girişmelidir. Zengin köylüler, tarım gündelikçilerine daha az para vermek ve onları daha uzun ve daha çok çalıştırmak isteyeceklerdir; öte yandan, kent ve kır işçileri ise, zengin köylüler yanında çalışan tarım gündelikçilerine daha yüksek ücret verilmesini sağlamaya, düzenli aralıklarla dinlenerek daha iyi iş koşulları elde etmeye çalışacaklardır. Dolayısıyla, yoksul köylüler, zengin köylülerden ayrı olarak, kendi öz birliklerini kurmalıdırlar, bunu daha önce de söyledik, ama bundan sonra da sürekli olarak yineleyeceğiz.
      Bununla birlikte, Rusya'daki köylüler, zenginler ve yoksullar, birlikte, tıpkı serflik düzeninde feodal efendi için [sayfa 131] çalıştıkları gibi, birçok yönden hâlâ köle durumundadırlar: aşağı, kara, haraca bağlı bir toplumsal tabaka meydana getirirler; hepsinin kaderi, polis memurlarının ve kır bölgeleri yönetim şeflerinin elindedir; hepsi, eskiden olduğu gibi, önceleri köylülerin elinden alınmış topraklar için, otlaklar, çayırlar için, tıpkı toprak köleliğinde derebeyine çalıştıkları gibi, şimdi de sık sık toprak sahibinin hesabına çalışıyorlar. Tüm köylüler bu yeni kölelik durumundan kurtulmak istiyorlar; hepsi hak eşitliği istiyor; hepsi, hâlâ, onları angarya için, toprak için, otlak, yalaklar için, çayırlar için, "hayvanların meydana getirdiği hasarları" onarmak için, sayın soyluların kazançları uğruna çalışmaya, kanlarını "karşılıksız" haşata göndermeye zorlayan toprak sahiplerinden nefret ediyor. Bütün bu iş yükümlülüklerinden, yoksul köylüler, zenginlerden daha çok çekiyor. Zengin, arada bir efendinin alacağı olan bu angaryadan para karşılığında kurtuluyor, ama genellikle toprak sahipleri tarafından ezilmeye devam ediyorlar. O halde, yoksul köylüler, köleleştirmelere, tüm angaryalara, tüm iş yükümlülüklerine karşı zengin köylülerle ittifak halinde mücadele etmelidirler. Bütün bu köleleştirmelerden, bütün bu yoksulluktan, ancak tüm burjuvaziye (ve zengin köylülere) karşı mücadeleyi kazandığımız zaman kurtulacağız. Ama daha önce kurtulacağımız köleleştirme biçimleri var, çünkü zengin köylünün de bunlarla arası iyi değil. Rusya'da, köylülerin, şimdiye dek, hemen hemen toprak köleleri gibi oldukları birçok yer ve bolle var. Bunun için tüm Rus işçileri ve tüm yoksul köylüler mücadeleyi iki tarafta sürdürmek zorundadırlar; bir taraftan, tüm işçilerle ittifak halinde, burjuvazinin tümüne karşı; diğer taraftan, tüm köylülerle ittifak halinde, kırlardaki memurlara karşı, feodal mülk sahiplerine karşı. Eğer yoksul köylüler, zengin köylülerden ayrı olarak kendi birliklerini kuramazlarsa, zengin köylüler onları aldatır, kandırmaya çalışır; kendileri toprak sahibi olup yoksul köylüyü [sayfa 132] sadece çırılçıplak bırakmakla kalmaz, ona birleşme Özgürlüğünü de vermezler. Eğer yoksul köylüler, feodal köleliğe karşı, zengin köylülerle ittifak içinde mücadeleye girişmezlerse, tek bir yere bağlı kalırlar, kent işçileriyle birleşme özgürlüğünü de tam olarak elde edemezler.
      Yoksul köylüler önce toprak sahiplerine bir darbe indirmek ve en azından, derebeyi tarafından zorla kabul ettirilen en sert, en zarara kölelik biçimlerini üstlerinden atmak zorundadırlar; bu mücadelede çok sayıda zengin köylü ve burjuvazi taraftarı da, yoksul köylülerin tarafını tutacaktır, çünkü herkes bu derebeylerinin gururundan bıkmıştır. Ama toprak sahiplerinin gücünü kırar kırmaz, zengin köylü kendi gerçek yüzünü ortaya serecek ve şimdiden yığınla şeyi alıp götürmüş olan eğik uçlu pençelerini uzatacaktır. O halde daima tetikte durmak ve kent işçileriyle sağlam, yıkılmaz bir ittifak kurmak zorunludur. Kent işçileri, mülk sahiplerinin eski derebeylik uygulamalarını ortadan kaldıracak, zengin köylüleri de (şimdiden biraz kendi işverenlerini yola getirdikleri gibi) yola getireceklerdir. Yoksul köylüler, kent işçileriyle ittifak kurmadan hiç bir zaman tüm köleliklerden, tüm yoksulluktan ve yokluklardan kurtulamayacaklardır; bu işte onlara başka hiç kimse yardım etmeyecektir; yoksul köylüler de kendilerinden başkalarına güvenmemelidirler. Bununla birlikte, bu büyük mücadelenin başlangıcında daha erken ele geçireceğimiz, hemen elde edebileceğimiz iyileştirmeler vardır. Rusya'da, diğer ülkelerde • uzun zamandan beri artık var olmayan kölelik örnekleri vardır ve, Rus köylülüğü, memurlar ve derebeylerince kendine zorla kabul ettirilmiş bu feodal bağımlılıktan kendisini hemen kurtarabilir.
      Şimdi Rus köylülüğünün bütününü, en azından, en sert feodal bağımlılıktan kurtarmak ve tüm olarak Rus burjuvazisine karşı mücadelelerinde yoksul köylünün ellerini serbest bırakmak amacıyla, Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin her [sayfa 133] şeyden önce, ilk planda elde etmeyi istediği iyileştirmeleri inceleyeceğiz.
      Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin ilk istemi şudur: tüm ipotek çözme yükümlülükleri, tüm angaryadan kurtulma tazminatları, "haraca bağlı" köylülüğün üzerine çöken tüm yükümlülüklerin hemen kaldırılması. Soyluların komiteleri ve Rus çarımı» soylular hükümeti, köylüleri toprak köleliğinden ''azat ettikleri" zaman, köylüler, kendi öz topraklarım bu köylülerin kuşaklar boyunca işledikleri toprakları yeniden satın almaya zorlandılar! Bu, bir soygundu! Çarlık hükümetinden yardım gören soylular komiteleri, köylüleri açıkça, soyuyorlardı. Çarlık hükümeti, tapu senetlerini[7*] kabul etmeyi reddeden köylülere baskı yapmak, onları tapu senetlerini kabul etmeye, zorlamak için birçok yere asker gönderdi. Ordunun yardımı olmadan, işkenceler ve kurşuna dizmeler olmadan, soylular komiteleri hiç bir zaman köylülerin özgürleştirilmeleri zamanında olduğu kadar utanmadan soyamazlardı. Köylüler, toprak sahiplerinin, soylular komitelerinin, kendilerini nasıl aldattıklarını ve nasıl soyduklarını her zaman anımsamalıdırlar, çünkü bugün bile köylüler için yeni yasalar sözkonusu olduğunda, çar hükümeti, daima soylular ya da memurlar komitelerini görevlendirmektedir. Bir süre önce, çar, köylülerle ilgili yasaları yeniden gözden geçireceğime Ve onları iyileştireceğine söz verdiği bir bildirge yayınladı (26 Şubat 1903 bildirgesi). Gözden geçirmeyi kim yapacak? İyileştirmeyi kim yapacak? Yine soylular, yine memurlar! Köylüler, kendi yaşam koşullarını iyileştirmek için, köylü komiteleri kurulmasını sağlamadıkları sürece aldatılacaklardır. Toprak sahipleri, kır bölgeleri yönetim şefleri ve [sayfa 134] memurlar yeterince emir verdiler! Kır polisine, kır bölgeleri yönetim şefine, bölge polis şefine ya da vali denilen sarhoş soylu çocuklarına karşı bağımlılığa bir son vermenin zamanı geldi! Köylüler kendi işlerini kendileri düzenleme, yeni yasaları kendileri düşünme, önerme ve yürütme özgürlüğünün verilmesi isteminde bulunmalıdırlar. Özgür ve seçilmiş köylü komitelerinin kurulması isteminde bulunmalıdırlar. Bunu elde etmedikleri sürece, soylular ve memurlar tarafından daima soyulacak, daima aldatılacaklardır. Eğer mujikler kendilerini kurtaramazlarsa, kaderlerini kendi ellerine almak için birleşmezlerse, hiç kimse onları kan emici memurların boyunduruğundan kurtarmayacaktır.
      Sosyal-demokratlar, sadece ipotekten, angaryadan kurtulma bedellerinin ve tüm bağımlılıkların tamamıyla ve hemen kaldırılmasını istemiyor, aynı zamanda halktan alınan ipotekten kurtulma bedellerinin de halka geri verilmesini istiyorlar. Rusya'nın her yanında, köylüler, soylular komiteleri tarafından toprak köleliğinden kurtarıldığından beri, yüz milyonlarca ruble ödediler. Köylüler, bu paraların kendilerine geri verilmesi isteminde bulunmalıdırlar. Hükümet, büyük toprak sahibi soylular için özel bir vergi koymalı, manastırların ve yurtlukların (yani çar ailesinin) topraklan ellerinden alınmalı, milletvekilleri halk meclisi bu parayı köylülerin çıkarları için kullanmalı. Dünyanın hiç bir yerinde, köylüler, Rusya'daki kadar korkunç bir biçimde aşağılanmaz, yoksullaştırılmazlar. Rusya'da köylüler açlıktan ölme durumuna düşürülmüştür, çünkü çok önceleri soylular komiteleri tarafından soyulmuşlardır. Bugüne kadar da, her yıl, feodal toprak sahiplerinin eski ipotek bedelleri ve borçlar biçiminde zorla haraç ödettirilmek yoluyla soyulmaya devam edilmektedirler. Soyguncular bunların hesabını vermelidirler! Büyük toprak sahipleri soylulardan, açlara etkin bir yardım sağlamak için gerekli para alınmalıdır. Aç kalmış mujiğin, ne kendine acınmasına, ne de küçücük sadakalara gereksinmesi [sayfa 135] vardır. O, mutlaka, yıllar boyu mülk sahiplerine ve devlete ödediği paraların kendine geri verilmesi isteminde bulunmalıdır. O zaman milletvekilleri halk meclisi ve köylü komiteleri, açlara gerçek ve etkin bir yardım yapabilirler.
      Devam edelim. Sosyal-Demokrat İşçi Partisi, müteselsil kefaletin ve köylünün toprağını serbestçe tasarruf etmesini sınırlayan tüm yasaların hemen kaldırılması isteminde bulunur. Çarın 26 Şubat 1903 tarihli bildirisi, müteselsil kefaletin kaldırılacağına söz vermektedir. Buna ilişkin bir yasa yeni çıkarıldı. Ama bu yeterli değildir. Bundan başka, köylünün toprağını serbestçe tasarruf etmesini sınırlayan tüm yasaların hemen kaldırılması gereklidir. Yoksa köylü, müteselsil kefaletin kaldırılmasından sonra da tam özgür olmayacak, yarı-serf halinde kalacaktır. Köylü toprağım kullanmada tam özgür olmalıdır: kimseden izin almadan, onu istediğine terkedebilmeli ya da satabilmelidir. Çar fermanı ise buna izin vermemektedir: tüm soylular, tüccarlar ve burjuvalar, topraklarını istedikleri gibi kullanabilirler, ama köylü bunu yapamaz. Mujik küçük bir çocuktur; ona bir dadı gibi bakacak bir kırsal bölge yönetim şefi gerekir. Mujiğe, toprak payını satmasını yasaklamak gerekir, çünkü o, parasını israf edebilir! İşte eski kafalı feodaller böyle düşünüyorlar, ve bunlara inanan ve mujiğin iyiliğini istemelerine karşın, onun toprağını satmasına izin verilmemelidir diyen budalalar var. (Daha önce sözünü ettiğimiz) popülistler ve kendilerine "devrimci-sosyalistler" adını verenler de bunu kabul ediyorlar; mujiğimizin toprağını satmasına izin vermektense, onun bir çeşit serf gibi kalmasının daha iyi olacağı görüşünü paylaşıyorlar.
      Sosyal-demokratlar şöyle diyorlar: Bu, ikiyüzlülüğün ta kendisidir, aristokrat sözleridir! Sosyalizmi gerçekleştirdiğimizde ve işçi sınıfı burjuvaziyi yendiğinde, toprak herkese ait olacak, kimse toprak satma hakkına sahip olmayacaktır. Ama o zamana kadar ne olacak? Köylüler toprak [sayfa 136] satmazken, soylular ve tüccarların topraklarını satmalarına izin mi verilecek? Köylüler yarı-serf durumundayken, tüccar ve «oylu özgür mü olacak? Köylü, yetkililerden izin istemeye devam mı edecek?
      Bunların tümü yalandır; şekere bulanmış sözler olsalar da yalandır!
      Soyluya ve tüccara toprak satma izni verildiği sürece, köylü de, soylu ve tüccar gibi kendi toprağını satmakta tam hak sahibi olmalı ve bu hakkı kısıtlama olmadan kullanmalıdır. İşçi sınıfı tüm burjuvaziyi yendiği zaman, toprağı büyük mülk sahiplerinden alacak ve büyük araziler üzerinde kolektif işletmecilik kuracaktır; öyle ki, isçiler toprağı birlikte, toplu olarak işleyecekler ve bu işletmeleri yönetecek kişileri serbestçe seçeceklerdir. Emek tasarrufu sağlayan makinelere sahip olacak ve günde 8 saatten çok olmamak üzere (hatta 6 saatten çok olmamak üzere) kümeler halinde çalışacaklardır. O zaman, hâlâ eski biçimde ayrı olarak çalışmak isteyen köylü, pazar için, ilk önüne gelene satmak için üretmeyecek, işçilerin kooperatifleri için üretecektir; küçük köylü işçi kooperatiflerine ekmek, et, sebze verecek, işçiler de ona parasız olarak makineler, hayvan, gübre, giysi ve diğer gereksinmelerini vereceklerdir. O zaman büyük işletmeciyle küçüğü arasında para yüzünden mücadele olmayacaktır; artık kimse başkalarının hesabına ücretli olarak çalışmayacak, tüm işçiler kendileri için çalışacaklardır; tüm makineler tüm işçilere yarayacak ve onların işlerinin kolaylaşmasına yardım edecek, yaşam düzeylerini yükselteceklerdir.
      Bununla birlikte, sağduyulu her insan sosyalizmin bir anda gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğunu bilir. Bunun için, tüm burjuvaziye ve tüm hükümetlere karşı kıyasıya bir mücadeleye girişmek gerekir; bunun için Rusya'nın her yanındaki tüm kent işçileri yoksul köylülerle sağlam, yıkılmaz bir ittifak içinde birleşmelidirler. Bu, büyük bir davadır ve [sayfa 137] tüm yaşantıyı böyle bir davaya adamaya değer. Ama sosyalizmi kuruncaya dek, büyük işletmeci, para yüzünden, küçük işletmeciye karşı her zaman mücadele edecektir: büyük işletmeci toprağını özgürce satarken, küçük köylü bunu yapamayacak mıdır? Yineliyoruz: köylüler, küçük çocuklar değillerdir, kendilerine kimse tarafından emir verilmesine izin vermeyeceklerdir; köylüler, hiç bir sınırlama olmaksızın soyluların ve tüccarların yararlandıkları tüm haklan almalıdırlar.
      Bir de şöyle denir: köylünün kendi toprağı yoktur, toprak komünün malıdır. Topluluğa ait olan toprağın satılması için herkese izin verilemez. Bu da bir yalandır. Soyluların ve tüccarların da kendi şirketleri yok mudur? Soylular ve tüccarlar, toprak ve fabrika ya da herhangi bir şey satın almak için şirketler kurmazlar mı? O halde polis takımı, mujik için sınırlamalar ve yasaklar koyarken, soyluların şirketleri için neden hiç bir sınırlama düşünmüyorlar? Köylüler, memurlardan hiç bir zaman dayak, haraç isteği ve hakaret dışında hiç bir şey görmediler. Köylüler kendi işlerini kendi ellerine almadıkça, tam bir hak eşitliği ve tam özgürlüğü ele geçirmedikçe hiç bir zaman iyi bir davranış beklememelidirler. Köylüler, toprağın topluluğa ait olmasını isterlerse, hiç kimse onları engellemeye cüret edemeyecektir, ve kiminle ve nasıl isterlerse öyle bir birlik kuracaklardır; kendi istedikleri gibi, tam özgür bir komün sözleşmesi yapacaklardır. Ve hiç bir memurun, köylülerin ortak işlerine burun sokmaya kalkışmasına izin verilmeyecektir. Ve hiç kimsenin köylüyü kandırmasına ve mujik için sınırlamalar ve yasaklar koymaya kalkışmasına izin verilmeyecektir.
      Son olarak, sosyal-demokratlar, köylüler için diğer bir önemli iyileştirme daha elde etmeye çalışıyorlar. Derebeyine [sayfa 138] bağımlılık durumunun, mujiğin feodal köleliğini hemen, ilk anda sınırlamak istiyorlar. Kuşkusuz yeryüzünde yoksulluk var olduğu sürece, tüm köleliklerden kurtulamayacağız; toprak ve fabrikalar burjuvazinin elinde bulundukça ve para yeryüzünde başlıca güç oldukça ve sosyalist toplum kuruluncaya dek yoksulluktan kurtulamayacağız. Ama Rus köylerinde, sosyalizmin kurulmamış olmasına karşın, başka ülkelerde var olmayan özellikle zararlı bir kölelik biçimi vardır. Feodal kölelik, Rusya'nın birçok yerinde hâlâ görülmektedir. Toprak sahiplerine yararlı olan bu durum tüm köylüleri ezmektedir; feodal köleliği hemen ve ilk planda kaldırmak gereklidir ve bu yapılabilir.
      Feodal kölelik dediğimiz şeyi açıklayalım: Kırda oturan her insan şimdi sayacağımız durumları bilir. Derebeylik toprağı köylünün toprağına bitişiktir. Kendilerine özgürlük verilmesi sırasında, köylülerin gereksinmesi olan topraklar, otlaklar, ormanlar, yalaklar ellerinden alındı. Köylüler, ellerinden alınan bu topraklar, otlaklar, yalaklar olmadan hiç bir şey yapamazlar. İster istemez mülk sahibine gidip ondan hayvanların yalağa geçmesine izin vermesini, bir otlak vermesini vb. istemeleri gerekir. Oysa mülk sahibi toprağı kendisi işletmemektedir ve belki hiç parası yoktur; geçimini sadece köylüleri boyunduruk altında tutarak sağlamaktadır. Köylüler daha önce ellerinden alınmış toprakların böylece kullanılmasına karşılık, mülk sahibinin toprağında çalışıyorlar, ve toprağı kendi atlarıyla sürüyorlar, buğdayı topluyorlar, hasat ediyorlar ve çayırları biçiyorlar, buğdayı mülk sahibi için harmanlıyorlar ve hatta bazı yerlerde mülk sahibine bez, yumurta ve kümes hayvanları getiriyorlar. Aynen toprak köleliği düzeninde olduğu gibi! O zamanlar köylüler, üzerinde yaşadıkları toprakların sahibi için parasız çalışırlardı, şimdi de sık sık efendinin hesabına parasız çalışıyorlar; bunu da soylular komiteleri tarafından kendilerinden alınan topraklar için yapıyorlar. Bu da bir [sayfa 139] angaryadır. Bazı illerin köylüleri, efendi hesabına yapılan isi angarya diye adlandırıyorlar. İşte bizim feodal kölelik dediğimiz şey. Sertlikten kurtarma sırasında, derebeyleri ve soylular komiteleri, işleri, köylüleri eskisi gibi boyunduruk altında tutabilecek biçimde düzenlediler, köylü paylarını azalttılar. Bile bile köylü paylarıyla derebeylik toprağını içice soktular, böylelikle köylü, tavuğunu saldığında derebeylik topraklarıyla sınırlandı; köylüleri verimsiz topraklar üzerine naklettiler, yalak yolunu derebeylik toprağıyla kapattılar: kısaca, köylüleri tuzağa düşürmek ve, önceden olduğu gibi onların kaderlerini kendi ellerinde tutmak için hiç bir şeyi ihmal etmediler. Köylülerin kaderlerinin serflik düzeninde olduğu gibi, hâlâ komşu mülk sahiplerinin elinde bulunduğu sayısız köy vardır. Bu köylerde, zengin ve yoksul köylünün her ikisinin de eli-kolu bağlıdır ve her ikisi de, toprak sahibinin acımasına terkedilmişlerdir. Yoksul köylünün yaşamı zengininkinden de zordur. Zenginin bazan kendi toprağı vardır ve angaryaya, kendi yerine tutmuş olduğu gündelikçiyi gönderir. Yoksul köylünün ise hiç bir çıkış yolu yoktur ve toprak sahibi, ona istediğini yapar. Bu boyunduruk altında yoksul köylünün çoğu kez nefes alacak zamanı bile yoktur ve efendisi için yaptığı iş, başka yerde iş aramasını, hatta tek bir birlik içinde, tek bir partide tüm yoksul köylülerle ve kent işçileriyle serbestçe toplanmayı düşünmesini de engeller.
      Bu köleliği, şimdiden, hemen, bir darbede ortadan kaldırmanın yolu yok mudur? Sosyal-demokrat İşçi Partisi, köylülere, bu amaca erişmeleri için iki yol öneriyor. Ama yoksul köylüleri tüm köleliklerden ancak sosyalizmin kurtaracağını bir kez daha söyleyeceğiz; çünkü, zenginler güçlü oldukları sürece yoksulları şu ya da bu biçimde ezeceklerdir. Bu köleliği, tümüyle, bir darbede kaldırmak olanaksızdır, ama, yoksul köylüler gibi orta köylüler ve hatta zengin köylüler üzerine yüklenen köleliklerin en serti ve en tiksindiricisi olan feodal kölelik büyük ölçüde azaltılabilir, köylülük için bir yumuşama [sayfa 140] elde edilebilir.
      İki yol vardır.
      İlk yol, tarım gündelikçileriyle yoksul köylüleri, ve zengin köylüler ile toprak sahiplerini de temsil eden, güvenilir insanlar arasından özgürce seçilmiş mahkemelerdir.
      İkinci yol, özgürce seçilmiş köylü komiteleridir. Bu komitelerin görevi, sadece angaryayı kaldırmak, kölelik kalıntılarını silmek için tartışmak ve önlemler almakla sınırlanmamalı, aynı zamanda, eskiden küçültülmüş topraklan geri almak ve bunları köylülere geri vermek hakkı da olmalıdır.
      Bu iki yolu biraz daha ayrıntılarıyla inceleyelim. Özgürce seçilmiş mahkemeler, köylülerin, köleliğe karşı tüm yakınmalarını inceleyeceklerdir. Bu mahkemelerin, toprak sahiplerinin, köylülerin yoksulluğundan yararlanarak, çiftlik kirasını çok yüksek saptamaları halinde, kirayı azaltma yetkileri olacaktır. Bu mahkemelerin, köylüleri, aşırı ödemelerden kurtarma hakkı olacaktır. Örneğin, mülk sahibi, köylüyü, yazın yapılacak bir iş için kıştan çok düşük bir fiyata tutmuş ise, mahkeme davayı inceleyecek ve köylünün hakkını gözeterek yeni bir fiyat saptayacaktır. Doğal ki, bu mahkeme, memurlardan değil, özgürce seçilmiş güvenilir insanlardan oluşacaktır ve tarım gündelikçileriyle yoksul köylülerin seçmiş oldukları insanların sayısı, mutlaka zengin köylülerin ve mülk sahiplerinin seçmiş oldukları insanların sayısına eşit olmalıdır. Bu mahkemeler, aynı zamanda, işçilerle patronlar arasındaki uyuşmazlıkları da inceleyecektir. Gündelikçiler ve yoksul köylüler haklarını almak için bu mahkemeler karşısında daha az güçlükle karşılaşacaklardır; kendi aralarında daha kolay birleşecekler ve yoksul köylüleri ve gündelikçileri savunmak için kimlerin tam güvenilir olduklarını öğreneceklerdir.
      Ve işte daha önemli bir başka yol: Bunlar, her yönetim çevresindeki tarım gündelikçilerini, yoksul, orta ve zengin köylüleri temsil eden delegeler arasından seçilmiş özgür [sayfa 141] köylü komiteleridir (köylüler, gerekli görürlerse her yönetim çevresi için birkaç komite ya da her bölgede, her büyük köyde, bir köylü komitesi kuracaklardır). Nasıl bir kölelik altında ezildiklerini, köylülerden iyi hiç kimse bilemez. Şimdiye dek feodal kölelikten yararlanarak yaşayan toprak sahiplerinin kimler olduğunu, hiç kimse köylülerden iyi teşhir edemez. Köylü komiteleri, köylülerin elinden haksız olarak alınan topraklan ya da çayırları veya otlakları saptayacaklardır; bu topraklara parasız olarak elkonulup konulmayacağını ya da bu toprakları satın almış olanlara büyük mülk sahibi soylular zararına, bir tazminat verilip verilmeyeceğini kararlaştıracaklardır. Bu komiteler, köylüleri, en azından, soylular komitelerinin, derebeyi komitelerinin kurmuş olduğu çok sayıda tuzaklardan kurtaracaklardır. Köylüleri, memurların işlerine karışmalarından kurtaracak; köylülerin kendi işlerini kendilerinin düzenlemek istediklerini ve bunu yapabileceklerini gösterecek; köylülerin kendi aralarında gereksinmelerinin neler olduğu konusunda bir anlaşmaya varmalarına ve yoksul köylülere gerçekten destek olabilecek insanları ve kent işçileriyle ittifaklarını iyice tanımalarını sağlayacaklardır. Köylü komiteleri, en ücra köylerde bile köylülerin ayakları üzerinde doğrulmalarını ve kaderlerini kendi ellerine almalarını sağlamak üzere ileriye doğru ilk adımı atacaklardır.
      İşte bütün bunlardan dolayı sosyal-demokrat işçiler, köylüleri uyarıyorlar:
      Hiç bir soylu komitesine, hiç bir memur komisyonuna güvenmeyin. .
      Bir milletvekilleri halk meclisi isteminde bulunun.
      Köylü komitelerinin kurulması isteminde bulunun.
      Her türlü broşür ve gazete basmak için tam özgürlük isteminde bulunun.
      Herkes, fikirlerini ve isteklerini milletvekilleri halk meclisinde, köylü komitelerinde ve gazetelerde kimseden [sayfa 142] korkmadan ve özgürce ifade etmek hakkına sahip olduğu zaman, kimin işçi sınıfının ve kimin burjuvazinin yanında olduğu çabuk anlaşılacaktır. Şimdi büyük çoğunluk bunu hiç düşünmüyor; gerçek düşüncelerini saklayanlar, kendilerini bile tanımayanlar var, hangi tarafı tutacaklarında yanılanlar var. Ama bu hak kazanıldığı zaman, herkes bunlar haklımda düşünmeye başlayacak, bir şey saklamaya gerek kalmayacak ve her şey daha kısa bir sürede açıklığa kavuşacaktır. Burjuvazinin, zengin köylüleri kendi yanına çekeceğini daha önce söyledik. Feodal köleliğin kaldırılması ne kadar çabuk ve tam olarak başarılırsa, köylülerin kazanmış olacakları gerçek özgürlük o kadar geniş olacak ve yoksul köylüler kendi aralarında o kadar çabuk birleşeceklerdir; ve zengin köylülüğün, burjuvazinin tümüyle birleşmesi de o kadar çabuk olacaktır. O halde bırakalım birleşsinler: bu birleşmenin zengin köylülüğü daha çok güçlendireceğini iyi biliyoruz, ama bundan da korkmuyoruz. Çünkü biz de, kendi aramızda birleşeceğiz ve bizim ittifakımız —yoksul köylülerle kent işçilerinin ittifakı— çok daha fazla insanı kucaklayacak, yüz binlerin ittifakına karşı on milyonların ittifakı olacaktır. Burjuvazinin orta köylüleri ve hatta küçük köylüleri yanına çekmeye uğraşacağını biliyoruz (bu iş için şimdiden uğraşıyorlar!); onları kandırmaya, peşinden sürüklemeye, aralarına nifak sokmaya çalışacak, herbirine, onu zenginler katına çıkarmayı vaadedecektir. Orta köylüyü yanına çekmek için burjuvazinin hangi çareleri ve hangi yolları kullandığını daha önce gördük. O halde, vakit geçirmeden yoksul köylülerin gözlerini açmalı ve onların, burjuvazinin bütününe karşı, kent işçileriyle özel ittifaklarını güçlendirmeliyiz.
      Köyde yaşayan herkes dikkatle kendi etrafına baksın. Zengin köylüler soylulara, toprak sahiplerine karşı ne kadar sık konuşuyorlar! Halka yapılan baskıdan ya da toprak sahiplerinin ellerindeki toprakların gereksiz yere ekinsiz kalmasından nasıl da yakınıyorlar! Özel söyleşilerinde köylülerin, [sayfa 143] toprağın mülkiyetini ellerine geçirmelerinin ne kadar iyi bir şey olacağını konuşmaktan ne kadar hoşlanıyorlar!
      Zenginlerin söylediklerine inanılabilir mi? Hayır. Onlar toprağı halk için değil, kendileri için istiyorlar. Daha şimdiden ellerinde satın alınmış ve kiralanmış bol miktarda toprak var, hâlâ da doymadılar. Dolayısıyla yoksul köylülerin, toprak sahiplerine karsı zengin köylülerle uzun bir süre birlikte yürümeleri gerekmiyor. Onlarla sadece ilk adım birlikte atılabilir; ondan sonra da yollar ayrılır.
      İşte bunun için, bu ilk adımla diğer adımları ve bizim son ve en önemli adımımızı, kesinlikle birbirlerinden ayırmak gerekir. Kırda atılacak ilk adım, köylüyü tamamıyla özgür kılmak, ona tüm haklan vermek, ellerinden alınmış toprakların geri verilmesi için köylü komitelerini kurmaktır. Ve kırda olduğu gibi kentte de son adımımız, tüm toprakları, tüm fabrikaları, toprak sahiplerinin ve burjuvazinin ellerinden almak ve sosyalist toplumu kurmaktır, tik adım ile son adım arasındaki sürede, büyük bir mücadele vermemiz gerekiyor; ilk adım ile sonuncusunu birbirine karıştırmak, bu mücadeleye zarar vermektir; bu, hiç kuşkuya yer kalmaksızın yoksul köylüleri aldatmaktır.
      Yoksul köylüler ilk adımı tüm köylülerle birlikte atacaklardır; tabiî bazı kulaklar bunun dışında kalabilip, yüz mujikten biri her türlü köleliğe razı olabilir. Ama köylülerin ezici çoğunluğu, bir bütün halinde, mücadeleye katılacaktır; çünkü tüm köylüler eşit haklar istiyorlar. Derebeylerine bağımlılık, herkesin elini kolunu bağlıyor. Son adıma gelince, köylüler, bu adımı hiç bir zaman hep birlikte atmayacaklardır; burada zengin köylüler tek vücut olarak tarım gündelikçilerinin karşısına dikileceklerdir. İşte o zaman yoksul köylülerle sosyal-demokrat kent işçileri arasında sağlam bir ittifak gerekecektir. Köylülere ilk adımı birlikte atabileceklerini söylemek, onları aldatmaktır. Bu, köylülerin kendi aralarındaki büyük mücadeleyi, yoksul köylülerle zengin köylüler [sayfa 144] arasındaki mücadeleyi unutmaktır.
      İşte bu yüzden sosyal-demokratlar, ilk hamlede, yeryüzü cenneti vaadetmiyorlar. İşte bu yüzden, her şeyden önce, mücadele için, tüm işçi sınıfının, tüm burjuvaziye karşı büyük, geniş, ulus çapında mücadelesi için, tam özgürlük istiyorlar. İşte bu yüzden sosyal-demokratlar, ilk adımın küçük ama güvenilir olduğunu söylüyorlar.
      Bazıları köleliğin sınırlanması ve küçültülmüş toprakların eski haline gelmesi amacıyla köylü komitelerinin kurulmasını istemekle bir çeşit perde, bir çeşit engel diktiğimizi düşünüyorlar. Sanki biz, orada durun, daha ileriye gitmeyin demek istiyoruz. Böyle düşünenler, sosyal-demokratların isteklerini yeterince dikkatle incelememişlerdir. Köleliğin sınırlanmasını ve eskiden küçültülmüş toprakların eski haline gelmesi amacıyla köylü komitelerinin kurulmasını istemek, bir engel değildir. Bir kapıdır. Rusya'nın işçi ve emekçi halkı tamamıyla kurtulana dek, daha ileriye gitmek, genişçe açılmış yolu sonuna dek izlemek için, önce bu kapıdan geçmemiz gerekir. Köylülük bu kapıdan geçmediği sürece, bilgisizlik içinde, boyunduruk altında, tüm haklarından, tam ve gerçek özgürlükten yoksun kalmaya devam edecektir. Hatta kendi aralarında bile kimin emekçinin dostu, kimin emekçinin düşmanı olduğunu kesinlikle çözmekten âciz kalacaktır. Bunun için sosyal-demokratlar bu kapıyı gösteriyor ve önce bu kapının birlikte, ortak çabayla itilip parçalanmasını istiyorlar. Yine köylülüğün iyiliğini istiyor ve kendilerine popülist ve devrimci-sosyalistler diyenler bağırıyor, gürültü koparıyor, et-kol hareketleri yapıyorlar, ona yardım etmek istiyorlar, ama bu kapıyı görmüyorlar.
      Hatta bu insanlar, mujiğe toprağın serbestçe kullanma hakkı verilmemelidir diyecek kadar kör olabiliyorlar! Mujiğin iyiliğini istiyorlar ama, bazan, tıpkı feodaller gibi konuşuyorlar! Böyle dostların yardımı büyük olmaz. En başta kırılması gereken kapıyı açıkça görmedikten sonra, mujiğin [sayfa 145] iyiliğini istemek neye yarar? Sosyalizm için, kentlerin yanısıra kırlarda da, sadece toprak sahiplerine karşı değil, ama köy komününde zengin köylülere de karşı sosyalizm uğruna, özgür bir halk mücadelesi yoluna nasıl girileceğini bilmezseniz sosyalizmi istemek neye yarar?
      İşte bu nedenle sosyal-demokratlar inatla bu en yakın ve ilk kapıyı gösteriyorlar. Bugün zor olan, iyi dilekleri çoğaltmak değil, ilk adımı atmak için ne yapılması gerektiğini iyi anlamak için, izlenecek doğru yolu göstermektir. Tüm dostları, mujiğin, kölelik tarafından ezildiğini, onun yarı-serf durumunda kaldığını kırk yıldan beri yazıp söylüyorlar. Rusya'da sosyal-demokratlar henüz yokken, mujiğin tüm dostları, toprak sahiplerinin eskiden küçültülmüş topraklar yoluyla, mujiği utanç verici bir biçimde soyduklarım ve boyunduruk altında tuttuklarını anlatan çok sayıda kitap yazdılar. Hemen, vakit geçirmeden, mujiğe yardım edilmesi, onun kölelikten hiç olmazsa biraz kurtulması gerektiğini şimdi tüm dürüst insanlar görüyorlar; polis devletimizin memurları bile bundan sözetmeye başlıyorlar. Bütün sorun, işe nasıl başlanılması, ilk adımın nasıl atılması, önce hangi kapının kırılması gerektiğini bilmektir.
      Bu soruya (mujiğin iyiliğini isteyenler arasından) değişik kişiler, iki değişik yanıt veriyorlar. Her kır proleteri iki yanıtı da mümkün olan en açık biçimde anlamaya ve bunlar hakkında açık ve kesin bir fikre sahip olmaya çalışmalıdır. Popülistlerin ve devrimci-sosyalistlerin yanıtı şudur: ilk olarak, köylülüğün bünyesindeki her türlü dernekleri (kooperatifleri) geliştirmek gerekir. Miri sağlamlaştırmak gerekir. Her köylüye, toprağını dilediği gibi kullanma hakkı verilmemelidir; komünün (mirin) hakları genişletilmeli ve Rusya'daki tüm topraklar yavaş yavaş komünal arazi haline getirilmelidir. Toprak, sermayeden emeğe daha kolay geçebilsin diye, köylülere, toprak satın almaları için her türlü kolaylık sağlanmalıdır. Onlar böyle diyorlar. [sayfa 146]
      Sosyal-demokratlar değişik bir yanıt veriyorlar. Köylü, her şeyden önce, soyluların ve tüccarların yararlandığı tüm haklardan istisnasız olarak yararlanmalıdır. Toprağını istediği gibi kullanmada mutlak hakka sahip olmalıdır. En tiksindirici köleliği kaldırmak amacıyla, köylünün elinden alınan toprakların geri verilmesi için köylü komiteleri kurulmalıdır. Bize gerekli olan mir birliği değil, tüm Rusya'nın değişik komünlerinin yoksul köylülerinin ittifakıdır, kır proleterleri ile kent proleterlerinin ittifakıdır. Her çeşit ortaklıklar (kooperatifler) ve toprakların komünler tarafından satın alınması her zaman daha çok zengin köylülerin çıkarına olacak ve orta köylünün gözünü boyamaya yarayacaktır.
      Rus hükümeti, köylülere biraz nefes aldırmanın gerekliliğini anlıyor, ama ufak tefek işler yaparak durumu idare ediyor. Her şeyi memurların yapmasını istiyor. Köylüler tetikte olmalıdırlar, çünkü memur komiteleri de, onları, tıpkı soylular komitelerinin yapmış olduğu gibi aldatacaklardır. Köylüler, özgür köylü komitelerinin seçilmelerini istemelidirler. Önemli olan, memurlardan iyileştirmeler beklemek değil, kendi kaderini eline almaktır. Önce tek bir adım atalım, önce köleliğin en iğrenç biçiminden kurtulalım, yeter ki köylüler güçlerinin bilincine varsınlar, ortak bir anlaşmaya varıp birleşsinler. Dürüst olan herkes, eskiden köylülerin elinden alınan toprakların çok kez en utanç verici feodal köleliğe neden olduğunu yadsıyamaz. İyi niyetli hiç kimse, istemimizin ilk ve en haklı istem olduğunu yadsıyamaz; köylüler, feodal köleliğin tümünü ortadan kaldırmak amacıyla, kendi komitelerini, memurlar olmadan serbestçe seçsinler.
      Özgür köylü komitelerinde (ve Rusya milletvekilleri özgür meclisinde) sosyal-demokratlar, kır proleterleriyle kent proleterleri arasında özel bir ittifakı güçlendirmek için hemen çalışacaklardır. Sosyal-demokratlar, kır proleterlerinin çıkarları doğrultusunda alınacak tüm önlemler için ısrar edecekler ve ilk adım atılır atılmaz, proletaryanın tam [sayfa 147] zaferine dek en çabuk şekilde ve birilikte, ikinci ve üçüncü adımlan atmaları için onlara yardım edeceklerdir. Ama şimdiden, ikinci adımı atmak için, hangi istemin gündeme uygun olacağını söylemek mümkün müdür? Hayır, değildir, çünkü zengin köylülerin ve toprağı sermayeden emeğe geçirmek için her türlü kooperatif ve araçlarla uğraşan aydının, yarın nasıl davranacağını bilmiyoruz,
      Belki bunlar, hemen yarından sonra, toprak sahipleriyle anlaşamayacaklar ve onların egemenliğine son darbeyi indirmek isteyeceklerdir. Çok iyi! Sosyal-demokratlar, bundan iyisini istemiyorlar, ve kır ve kent proleterlerine, toprak sahiplerinin tüm topraklarına elkonulmasını ve bu toprakların özgür bir halk devletine verilmesi isteminde bulunmalarını öğütleyeceklerdir. Sosyal-demokratlar kır proleterlerinin, proletaryanın tam kurtuluşu için kesin bir mücadeleye girişmesi amacıyla güçlerini daha da sağlamlaştırmalarını ve bu yolda aldatılmamalarını sağlamaya çalışacaklardır.
      Belki de her şey bambaşka olacaktır. Hatta başka olması olasılığı daha çoktur. Zengin köylüler ve çok sayıda aydın, yarından itibaren, en kötü kölelik biçimleri sınırlandığı ve azaltıldığı andan itibaren toprak sahiplerine katılabilirler; o zaman tüm kır burjuvazisi kır proletaryasına karşı çıkacaktır — o zaman yalnız toprak sahiplerine karşı mücadele etmek gülünç olacaktır. Ve o zaman, tüm burjuvaziye karşı mücadele etmemiz ve bu mücadele için her şeyden önce mümkün olan en geniş özgürlüğü ve en geniş alanı, ve bu mücadeleyi kolaylaştırmak için işçilere daha iyi yaşam koşulları istememiz gerekecektir. Her ne olursa olsun, olaylar ne yönde gelişirse gelişsin, İlk görevimiz, en başta gelen ve âcil görevimiz, kır proleterleri ve yarı-proleterlerinin kent proleterlerinle ittifakını güçlendirmektir. Bu ittifak için, bize, bir an önce, halk için tam siyasal özgürlük, köylünün tam hak eşitliği ve feodal köleliğin kaldırılması gereklidir. Bu ittifak gerçekleştiği ve güçlendiği [sayfa 148] zaman, burjuvazinin orta köylüyü yanına çekmesi için kullandığı yalanları açıklamakta güçlük çekmeyeceğiz, tüm burjuvaziye, hükümetin tüm güçlerine karşı ikinci, üçüncü ve son adımımızı hızla ve kolaylıkla atacağız; o zaman, yolumuzdan sapmadan zafere doğru yürüyecek ve tüm emekçi halkın kurtuluşunu hızla gerçekleştireceğiz.
7. KIRDA SINIF MÜCADELESİ
      Sınıf mücadelesi nedir? Sınıf mücadelesi halkın bir bölümünün diğerine karşı mücadelesi, paryalar, ezilmişler ve emekçiler yığınının ayrıcalıklara, ezenlere ve asalaklara karşı mücadelesi, ücretli işçilerin ya da proleterlerin mülk sahiplerine ya da burjuvaziye karşı mücadelesidir. Bu büyük mücadele, herkes farkında olmamasına ve herkesin anlamını kavramamasına karşın, Rus kırlarında hep sürdü ve hâlâ sürmekte. Derebeylik zamanında, tüm köylü yığını, çar hükümetinin koruduğu, savunduğu, desteklediği toprak sahiplerine, kendilerini ezenlere karşı mücadele ediyorlardı. O zaman tamamıyla bilgisizlik içine gömülmüş olan köylüler birleşemiyorlardı; kent işçileri arasında, ne yardımcıları, ne de kardeşleri vardı, ama buna karşın, bildikleri ve ellerinden geldiği kadar mücadele ettiler. Köylüler, hükümetin vahşî zulmünden çekinmiyorlar, idamlar ve kurşunlardan korkmuyorlardı; toprak köleliğinin kutsal kitaplar tarafından onandığını ve tanrı tarafından kutsal sayıldığını (o zaman Filaret metropoliti aynen böyle konuşuyordu!) tüm güçleriyle kanıtlamaya çalışan papazlara inanmıyorlardı; köylüler, şurda burda ayaklanıyorlardı, ve hükümet, köylülerin toptan ayaklanmasından korkarak sonunda boyuneğdi.
      Kölelik kaldırıldı, ama tümüyle kaldırılmadı. Haklardan yoksun köylüler, vergiler altında ezilen aşağı bir sınıf, feodal köleliğin pençesinde "kara" bir kast durumunda kaldılar. Bundan dolayı, köylüler, tam, gerçek bir özgürlük aramaya [sayfa 149] devam ettiler ve huzursuzluk sürüp gitti. Bununla birlikte, toprak köleliğinin kaldırılmasından sonra, yeni bir sınıf mücadelesi ortaya çıkmıştı: proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi. Zenginlik artmış, çok sayıda demiryolu ve kocaman fabrikalar yapılmış, kentler kalabalıklaşmış ve bolluk içinde yüzer olmuştu; ama halk gittikçe yoksullaşırken, servetlerini yitirirken, açlıktan kıvranırken, başkalarının yanında çalışmaya giderken, bu zenginliklerin tümü bir avuç insan tarafından kendilerine mal edinilmişti. Kent işçileri, tüm yoksulların, tüm zenginlere karşı, yeni, büyük mücadelesini başlattılar. Sosyal-Demokrat Partinin bünyesinde inat ve ısrarla, sağlamlık ve sebatla adım adım ilerleyerek, son büyük mücadele için hazırlanarak ve halkın tümü için siyasal özgürlük isteminde bulunarak, mücadele ediyorlar.
      Sonunda köylülerin de sabrı taştı. Geçen yılın (1902 yılının) baharında, Poltava, Harkov ve başka illerdeki köylüler, toprak sahiplerine karşı ayaklandılar, ambarlarım zorla açtılar, malları kendi aralarında paylaştılar; mujik tarafından ekilip biçilmiş olan ve toprak sahibinin kendine mal ettiği buğdayı açlara dağıttılar, toprağın yeniden dağıtımını istediler. Sonu gelmeyen baskıya artık dayanamayan köylüler daha iyi bir kader aramaya başladılar. Kıyıcılara karşı mücadele ederek ölmenin, mücadele etmeden açlıktan ölmekten daha iyi olduğuna —çok da doğru olarak— karar verdiler. Ama köylüler, kaderlerini iyileştiremediler. Çar hükümeti onlara basit isyancılar ve çapulcular gibi davrandı (çünkü onlar, köylülerin ekip biçtiği buğdayı, köylülerden çalan toprak sahiplerinin ellerinden alıyorlardı!). Çar hükümeti, düşman olarak kabul ettiği bu köylülere karşı asker gönderdi ve köylüler yenildiler. Köylülerin üzerine ateş açıldı, birçoğu öldürüldü, birçoğu ölünceye dek kırbaçlandı. Onlara, eskiden Türklerin, düşmanları olan hıristiyanlara bile hiç bir zaman yapmadıkları işkenceler yapıldı. Çarın gönderdiği özel görevliler, valiler, en kötü işkenceci idiler ve gerçek cellâtlar [sayfa 150] gibi davrandılar. Askerler, köylülerin karılarının ve kızlarının ırzına geçtiler. Ve bütün bunlardan sonra da, köylüler, bir memurlar mahkemesi tarafından yargılandılar ve sonun-da toprak sahiplerine sekiz yüz bin ruble ödemek zorunda bırakıldılar. Bu utanç verici ve gizli mahkemede, bu işkenceciler mahkemesinde, çarın özel görevlileri, vali Obolenski ve çarın diğer uşakları tarafından köylülere yapılan işkenceleri ye kötü davranışları anlatmaları için, savunuculara izin bile verilmedi.
      Köylüler haklı bir dava için mücadele ediyorlardı. Rus işçi sınıfı, çarın uşakları tarafından kurşuna dizilen ve ölesiye kırbaçlanan dava kurbanlarını her zaman saygıyla anacaktır. Bu inanç kurbanları, emekçi halkın özgürlüğü ve mutluluğu için savaşıyorlardı. Köylüler yenildiler, ama ilk yenilgiden cesaretleri kırılmayacak, bir daha, bir daha ayaklanacaklardır. Sınıf bilincine sahip işçiler, daha çok sayıda kent ve kır işçisini köylülerin mücadelesinden haberdar etmek ve onların yeni ve daha başarılı bir mücadeleye hazırlanmalarını sağlamak için tüm güçlerini harcayacaklardır. tik köylü ayaklanmasının (1902) neden ezildiğini ve çarın uşaklarının değil de köylülerin yenmesi için ne yapılması gerektiğini iyice anlamaları için köylülere tüm güçleriyle yardım edeceklerdir.
      Köylü ayaklanması ezildi, çünkü bu ayaklanma, bilgisiz, siyasal bilinci, açık ve kesin siyasal istemleri, yani siyasal düzeni değiştirme istemi olmayan bir yığın tarafından başlatıldı. Köylü ayaklanması, hazırlanmamış olduğu için ezildi. Kır proleterleriyle kent proleterleri arasında bir ittifak olmadığı için ezildi. İşte köylülerin ilk yenilgisinin üç nedeni. Bir ayaklanmanın başarıya ulaşması için, bilinçli ve siyasal bir amacı olması, daha önceden hazırlıklarının yapılmış olması gereklidir; kent işçileriyle ittifak halinde olmalı ve tüm Rusya'ya yayılmalıdır. Ve kentlerdeki işçi mücadelesinin her aşaması, kır proleterlerine söylenmiş her bilinçli işçi [sayfa 151] söylevi, her sosyal-demokrat broşür ya da gazete, bizi, ayaklanmanın yeniden başlatılacağı ve zaferle sonuçlanacağı zamana yaklaştırır.
      Köylülerin ayaklanması kendiliğinden bir hareketti, çünkü artık dayanamıyorlardı, çünkü ses çıkarmadan, direnmeden ölmek istemiyorlardı. Çapulculuktan, baskıdan, işkencelerden o kadar çok çekmişlerdi ki, bir an için çarın iyiliğine inandılar; buğdayı, açlara, tüm yaşamları boyunca başkaları için çalışmış, buğday ekip biçmiş olanlara ve şimdi "derebeylik" buğday depoları önünde açlıktan ölenlere dağıtmanın sağduyulu her insan tarafından haklı karşılanacağına inandılar. Köylüler, aç insanları kendileri için çalıştırmak amacıyla, en iyi topraklara, tüm fabrikalara, zenginlerin, toprak sahiplerinin ve burjuvazinin elkoyduğunu unutmuşa benziyorlardı. Zengin sınıfların savunuculuğunu sadece papazların yapmadığını, çar hükümetinin de memur ve asker takımıyla köylülerin karşısına dikildiğini unutmuşlardı. Çar hükümeti, bunları köylülere anımsattı. En kıyıcı ve en vahşî biçimiyle devlet gücünün ne olduğunu, kimlere hizmet edip kimleri koruduğunu gösterdi. Bizim bu dersi köylülere sık sık anımsatmamız gerekir ve onlar da siyasal düzeni değiştirmenin neden zorunlu olduğunu ve niçin siyasal özgürlüğümüzün olması gerektiğini kolayca anlayacaklardır. Gittikçe daha çok sayıda insan, bunu anladığı, ve okuması ve düşünmesini bilen her köylü, her şeyden önce savaşılması gereken üç temel istemi bildiği zaman, köylü ayaklanmaları bilinçsiz olmaktan çıkacaklardır. İlk istemimiz, Rusya'da otokratik hükümet yerine seçimle iş başına gelmiş bir halk hükümetinin kurulması amacıyla bir milletvekilleri halk meclisinin toplanmasıdır. İkinci istem, herkese her türlü broşür ve gazete basma özgürlüğü verilmesidir. Üçüncü istem, köylülerin diğer sınıflarla tam bir hak eşitliğinin sağlanmasının ve önce her türlü feodal köleliğin kaldırılması amacıyla seçilmiş köylü komitelerinin kurulmasının yasa tarafından tanınmasıdır. Bunlar sosyal-demokratların [sayfa 152] başta gelen istemleridir, ve şimdi köylülerin bunları anlamaları kolay olacak ve halkın özgürlüğü için mücadelenin nereden başladığını bilmekte zorluk çekmeyeceklerdir. Ve köylüler bu istemleri anladıkları zaman, mücadeleye önceden, utunca, inat ve ısrarla ve kesinlikle hazırlanmaları, ve tek başlarına değil de, kent işçileriyle, sosyal-demokratlarla birlikte hazırlanmaları gerektiğini de anlayacaklardır.
      Her işçi ve her köylü, kendi çevresine, en akıllı, en güvenilir, en cesur arkadaşlarım toplamalıdır. Herkesin hangi mücadeleyi desteklemesi gerektiğini ve istemlerin ne olduğunu iyice, anlaması için, onlara, sosyal-demokratların ne istediklerini anlatmaya çalışmalıdırlar. Bilinçli sosyal-demokratlar, yavaş yavaş, köylülere, ihtiyatla ama icat ve ısrarla doktrinlerini anlatmaya, onlara sosyal-demokrat broşürleri vermeye ve bu broşürleri güvenilir insanlardan oluşan küçük toplantılarda anlatmaya başlamalıdırlar.
      Bununla birlikte, sosyal-demokrat doktrinin açıklanması için kitaplarla yetinilmemeli, bu amaç için bütün olaylardan, çevremizde gördüğümüz tüm baskı ve haksızlık örneklerinden yararlanılmalıdır. Sosyal-demokrat doktrin, her baskıya, her soygunculuğa, her haksızlığa karşı olan mücadelenin doktrinidir. Gerçek sosyal-demokrat, baskının nedenlerini bilen ve tüm yaşam boyunca her türlü baskıya karşı mücadele eden kişidir. Ama bu nasıl yapılabilecektir? Kentlerde ya da köylerinde toplanan bilinçli sosyal-demokratlar, işçi sınıfına daha yararlı olmak için ne yapılması gerektiğine kendileri karar vermelidirler. Örnek olarak bir-iki olay anlatacağım. Sosyal-demokrat bir işçinin tatilini geçirmek üzere köyüne döndüğünü, ya da herhangi bir sosyal-demokrat işçinin kendi köyünden başka bir köyde bulunduğunu kabul edelim, Köy, bütünüyle, örümcek ağındaki bir sinek gibi komşu toprak sahibinin pençesindedir; köy daima bu boyunduruk altında olmuştur ve bundan nasıl kurtulacağını bilmemektedir. İşçi, önce, adalete susamış olan ve ilk polis ajanı önünde [sayfa 153] gerilemeyecek en ciddî, en akıllı ve en güvenilir köylüleri seçmeli ve bu köylülere bu sonsuz bağımlılığın nereden geldiğini; toprak sahiplerinin, soylu komitelerinde köylüleri nasıl aldattıklarım ve nasıl soyduklarını; zenginlerin gücünün ne olduğunu ve çar hükümetinin onlara sağladığı desteği anlatmalı; sosyal-demokrat işçilerin istemlerini tanıtmalıdır. Köylüler, bu basit mekanizmayı tümüyle anlayınca, mülk sahibine karşı ortak bir çabayla direnme olanağının bulunup bulunmadığını; köylüler için ilk ve başta gelen istemlerini (kentlerde istemlerini fabrikatörlere bildiren işçiler gibi) ifade etmenin olanağı olup olmadığını dikkatle, birlikte gözden geçirebilecektir. Eğer bu toprak sahibi, bir kasabayı ya da birkaç köyü elinde tutuyorsa, bu durumda yapılacak en iyi şey, güvenilir insanlar aracılığıyla bir komşu sosyal-demokrat komiteden bir bildiri sağlamak olacaktır, sosyal-demokrat komite, bu bildiride, başından itibaren köylülerin hangi boyunduruktan acı çektiklerini ve ilk planda ne istediklerini açıkça yazacaktır (bunlar, kiralanan toprağın fiyatının daha düşük olması, ya da kış için tutulan gündelikçiye normal ücretin yarısının değil tamamının verilmesi, ya da hayvanlar tarafından meydana getirilen hasar için daha az ceza verilmesi, ya da başka istemlerdir). Okumasını bilen köylüler bu bildiriyle ne olup bittiğini anlayacaklar ve sonra bunu okuma bilmeyenlere anlatacaklardır. O zaman köylüler sosyal-demokratların kendi taraflarını tuttuklarını, her türlü soygunculuğu mahkûm ettiklerini açıkça anlayacaklardır. Birlikte hareket edildiği takdirde, çok küçük de olsa hangi iyileştirmelerin hemen, ilk anda elde edilebileceğini, ve kent işçileriyle, sosyal-demokratlarla ittifak içinde büyük bir mücadeleye girişerek tüm ülkede hangi önemli iyileştirmelerin gerçekleştirilmesi gerektiğini, o andan itibaren kavrayacaklardır. O zaman köylüler, bu büyük mücadeleye daha çok hazırlanacaklar, güvenilir insanlar bulmayı, istemlerini ortaklaşa savunmayı öğreneceklerdir. Belki de arada sırada kent işçilerinin yaptığı [sayfa 154] gibi bir grev örgütlemeyi başaracaklardır. Kuşkusuz bu, kırda daha zordur, ama her şeye karşın mümkündür, ve diğer ülkelerde, örneğin toprak sahipleri ve zengin çiftçilerin, işçiye âcil gereksinmeleri olduğu çalışma mevsiminde, başarılı grevler görülmüştür. Eğer yoksul köylüler, grev için hazırlanmışlarsa, eğer uzun zamandan beri genel istemler bildirilerle açıklanmış ya da toplantılarda iyice anlatılmışsa, herkes birlik olacaktır ve mülk sahibi, boyuneğmek ya da en azından soyguncu iştahını gemlemek zorunda kalacaktır. Eğer. grev, birlik içinde ve tam iş mevsiminde yapılırsa, toprak sahibi ve hatta askerleriyle birlikte yetkililer duruma bir çare bulmakta güçlük çekeceklerdir, çünkü zaman kaybedilecek bu durumda da, mülk sahibi yıkımla tehdit edilmiş olunacaktır; o zaman mülk sahibi, daha uzlaşır bir tutum takınacaktır. Elbette, grevler, yeni şeylerdir ve başlangıçta, yeni şeyler, tam başarıya ulaşamazlar. İlk» başlarda, kent işçileri de birlik içinde mücadele etmesini ve ortak bir çabayla hangi istemleri ileri süreceklerini bilmiyorlardı. Gidip sadece makineleri kırıyor, fabrikaları altüst ediyorlardı. Şimdi işçiler, birlik içinde mücadele etmeyi öğrendiler. Her yeni işi öğrenmek, o işe başlamakla olur. Şimdi işçiler, birlik içinde olunmazsa, ilk anda sadece ferahlamalar elde edilebileceğini anlıyorlar. Bu arada, halk, birlik içinde direnmesini öğreniyor ve gitgide büyük ve kesin mücadeleye hazırlanıyor. Köylüler de, aynı biçimde, en kıyıcı soygunculara nasıl karşılık verileceğini, birlik içinde ferahlama istemlerinin nasıl yapılacağı, ve yavaş yavaş, sabır ve inatla, her yerde özgürlük için büyük savaşa nasıl hazırlanılacağını öğreneceklerdir. Bilinçli işçi ve köylülerin sayısı durmadan artacaktır, sosyal-demokrat kır birlikleri gitgide daha güçlü olacaklardır; ve her feodal kölelik, papazlar tarafından istenen her haraç, her polis vahşeti ve yetkililerin yaptığı her kıyım, halkın gözünü daha çok açacak, birlikte direnmeye ve toplumsal düzenin zor kullanılarak değiştirilmesinin gerekliliğine [sayfa 155] alıştıracaktır.
      Bu broşürün hemen bağında, kentlerdeki iğcilerin, herkesin yüzüne, açıkça özgürlük isteminde bulunmak için sokaklara ve alanlara döküldüğünü, bayraklarına "kahrolsun otokrasi!" diye yazıp bağırdıklarını söylemiştik. Kentlerde emekçi halkın sadece sokaklarda bağırarak yürümek için değil, ama büyük ve kesin savaş için ayağa kalkacağı gün uzak değildir; o gün, işçiler tek vücut olarak, "ya kavgada ölürüz ya özgürlüğümüzü kazanırız!" diyeceklerdir; o gün, mücadelede şehit düşmüş yüzlercesinin yerine, daha da kararlı binlerce yeni savaşçı ortaya çıkacaktır. O zaman kent işçilerine yardıma gelmek, köylülerin ve işçilerin özgürlüğü için sonuna dek savaşmak üzere köylüler de Rusya'nın bir ucundan diğer ucuna dek ayaklanacaklardır. O zaman, buna dayanabilecek hiç bir çar takımı kalmayacaktır. Zafer emekçi halkın olacak, ve işçi sınıfı, emekçilerin her baskıdan kurtuluşuna giden geniş ve büyük bir yolda ilerleyecektir; işçi sınıfı sosyalizm için mücadeleye girişmek amacıyla özgürlükten yararlanacaktır!
     
ÎSKRA GAZETESİ VE ZARYA DERGİSİ TARAFINDAN
SUNULAN RUS S05YAL-DEMOKRAT İŞÇİ PARTİSİ
PROGRAMI
      Programın ne olduğunu, niçin gerekli olduğunu, niçin yalnız sosyal-demokrat partinin açık ve net bir program sunduğunu daha önce açıklamıştık. Program kesin olarak sadece partimizin kongresi tarafından, yani partinin tüm militanlarının temsilcilerinin toplantısı tarafından kabul edilebilir. Bu kongre, şimdi örgütlenme komitesi tarafından hazırlanmaktadır. Çok sayıda parti kongresi, İskra ile aynı fikirde olduğunu ve bu gazeteyi, yönetimin organı olarak kabul ettiklerini açıkça belirtmiştir. Bunun için kongreye kadar, program tasarımız (önerimiz) sosyal-demokratların ne [sayfa 156] istediklerini tam olarak bilmek isteyenlere yararlı olacaktır. Bundan dolayı, bu tasarıyı broşürümüze ek olarak, tam metin halinde almayı yararlı görüyoruz.
      Elbette bir açıklama yapılmadan, bütün işçiler, programda söylenen her şeyi anlamayacaklardır. Çok sayıda büyük sosyalist, Marx ve Engels tarafından tamamlanmış sosyal-demokrat öğretinin hazırlanması için çalışmışlardır; bütün ülkelerin işçileri, bizim şimdi yararlanmak ve programımızın temeline koymak istediğimiz bu deneyleri edinmeden önce birçok sınavdan geçtiler. Bunun için, işçi, programın her sözcüğünü, kendi programını, kendi mücadele bayrağını anlamak için, sosyal-demokrasinin öğretisini bilmelidir. İşçiler sosyal-demokrat programını kolayca anlıyor ve özümlüyorlar, çünkü program, her düşünen işçinin gördüğü ve başından geçmiş olan şeylerden sözediyor. Programın tümünün anlaşılmasında "zorluk" hiç kimseyi ilk andan bıktırmasın; bir işçi ne kadar çok okur ve düşünürse, mücadelede o kadar deneye sahip olacak ve programını o kadar iyi anlayacaktır. Ama herkes, sosyal-demokratların programının bütününü düşünsün ve derinleş tir sin; herkes, tüm emekçi halkın kurtuluşu için sosyal-demokratların düşündüklerini ve istedikleri her şeyi aklında tutsun. Sosyal-demokratlar, herkesin, sosyal-demokrat partinin ne olduğu üzerinde, sonuna dek, tüm gerçeği açıkça ve somut olarak anlamasını istemektedirler.
      Burada programı enine boyuna açıklayamayız. Bunun için özel bir broşür gerekir. Okura programın nelerden sözettiğini kısaca söylemekle yetineceğiz ve yardımcı olarak iki broşür öğütleyeceğiz: Broşürlerden biri Alman sosyal-demokrat Karl Kautsky'nin Rusçaya çevrilmiş Erfurt Programı adlı broşürüdür. İkincisi ise, Rus sosyal-demokratı L. Martov'un yazmış olduğu Rusya'da İşçi Davası adlı broşürdür. Bu broşürler, okurların, programımızın tümünü anlamalarına yardımcı olacaktır.
      Şimdi programımızın her bölümünü bir harfle belirteceğiz [sayfa 157] ve bu bölümlerin herbirinin neleri kapsadığını söyleyeceğiz.
      A) Programın başlangıcında tüm dünya proletaryasının kendi kurtuluşu için mücadele ettiği, ve Rus proletaryasının tüm ülkelerin işçi sınıflarının oluşturduğu evrensel ordunun bir müfrezesi olduğu söylenmiştir.
      B) Sonra, Rusya dahil, hemen hemen bütün dünya ülkelerindeki burjuva düzeninin nasıl işlediği anlatılmıştır. Toprak sahipleri ve kapitalistler için çalışan halk çoğunluğunun, yoksulluğun pençesinde olduğu; büyük fabrikalar hızla çoğalırken küçük zanaatçıların ve köylülerin servetlerini yitirdiği; sermayenin, işçiyi, karısını ve çocuklarını ezdiği; işçi sınıfının durumunun kötüleştiği ve yoksulluğun arttığı söylenmiştir.
      C) Programda daha sonra işçilerin ittifakından, mücadelelerinden, bu mücadelenin büyük hedeflerden, yani tüm ezilmişlerin kurtulmasından, zenginlerin yoksullara yaptığı her baskının kesinlikle son bulmasından sözedilmektedir. Programda ayrıca işçi sınıfının niçin mutlaka tüm düşmanlarını, burjuvazinin tüm savunucularını yeneceği açıklanmaktadır.
      D) Programda sosyal-demokrat partilerin bütün ülkelerde kurulma nedenleri, işçi sınıfına mücadelesinde nasıl yardım ettikleri, işçileri nasıl birleştirip onlara nasıl öncülük yaptıkları, işçileri büyük mücadele için nasıl eğittikleri, nasıl hazırladıkları anlatılmaktadır.
      E) Sonra Rusya'da, halkın, neden diğer ülkenin halklarından daha kötü koşullarda yaşadıkları, çar otokrasisinin ne kadar kötü bir şey olduğu, niçin her şeyden önce otokrasiyi yıkmamız ve Rusya'da seçimle işbaşına gelmiş bir halk hükümeti gerektiği anlatılıyor.
      F) Seçimle işbaşına gelmiş hükümet, halkın tümü için hangi iyileştirmeleri getirecektir? Bundan broşürümüzde sözettik, programda da bu konudan sözediliyor.
      G) Daha sonra program, işçi sınıfı için yaşamın daha kolay olması ve sosyalizm uğruna daha özgür mücadele [sayfa 158] etmeleri için hangi iyileştirmelerin bir an önce elde edilmesi gerektiğini belirtiyor.
      H) Yoksul köylülerin, kır burjuvazisinin ve Rus burjuvazisinin tümüne karşı sınıf mücadelesini daha özgür olarak sürdürmeleri amacıyla, tüm köylüler için ilk planda elde edilmesi önemli olan iyileştirmelere programda özel bir yer veriliyor.
      I) Son olarak, sosyal-demokrat parti, halkı, polisin ve memurların vaadlerine ve tatlı sözlerine inanmamaları konusunda uyarıyor; özgür bir milletvekilleri halk meclisinin hemen toplanması için inat ve sabırla mücadele etmelerinin gerektiğini söylüyor. [sayfa 159]
            1903'te yazıldı.
      İlk kez 1903 Mayısında,
      Cenevre'de Yabancı Ülkelerdeki Rus
      Sosyal-Demokratlar Birliği yayını
      olarak broşür halinde basıldı.
Dipnotlar
[1*] Mir — Özerk tarım bölgesi. Mir bir kolektif mülkiyet düzenidir. Ekilebilir topraklar ve çayırlar, mir üyeleri arasında paylaşılırdı. —Ed. 
[2*] Burjuva, mülk sahibi demektir. Burjuvazi, tüm mülk sahipleridir. Büyük burjuva, büyük mülk sahibidir. Küçük-burjuva, küçük mülk sahibidir. Burjuvazi sözcüğü, mülk sahipleri, zenginler, başkalarının sırtından geçinenlerle; proletarya sözcüğü ise işçiler, yoksullar, bir ücret karşılığında başkaları için çalışanlarla eşanlamlıdır. 
[3*] 1 desiyatin = 1,0925 ha. -Ed. 
[4*] Toprak miktarlarımla ilgili bu ve bundan sonraki rakamlar oldukça eskidir. Bu rakamlar 1877-1878'e aittir. Ama daha yenileri yoktur. Rus hükümeti ancak karanlıkta yaşayabilir; bu yüzden de, bizde, ülkenin bütünündeki halkın yaşantısıyla ilgili tam ve gerçeğe uygun bilgiler çok seyrek olarak toplanmaktadır. 
[5*] Rakamların ortalama, yaklaşık olduğunu bir kez daha yineliyoruz. Zengin köylüler tam bir-buçuk milyon değil de, bir milyon ikiyüz ellibin ya da bir milyon yediyüz ellibin, hatta iki milyon olabilirler. Bu büyük bir fark değildir. Her on binin ya da her yüz binin hesabım yapmıyoruz; burada önemli olan, dostların ve düşmanların kimliklerinin tanınması amacıyla her çeşit gevezeliğe ya da havada sözlere bakmadan, yoksul köylülerin ve özellikle zengin köylülerin durumunun doğru olarak bilinmesi amacıyla, zengin köylülerin gücünü, durumunu anlamaktır. Her kır emekçisi kendi bölgesini ve komşu bölgeleri yakından incelesin. Hesabımızın doğru olduğunu, ortalama olarak böyle olduğunu görecektir. Her yüz aile içinde bir düzinenin ya da en fazla yirmisinin zengin, yirmisinin orta ve geri kalanın da yoksul köylü olduğunu görecektir. 
[6*] Bizde Rusya'da mujiğin iyiliğini isteyen ve buna karşın böyle sözlere kanan safların adı "popülist" ya da "küçük işletme taraftarları"dır. Onların arkasından şaşkın şaşkın "devrimci-sosyalist”ler gelir. Alınanlarda da böyle tatlı sözler söyleyen çok kimse vardır. İçlerinden biri, Eduard David, yakınlarda büyük bir kitap hazırladı; kitapta küçük işletmenin büyük işletmeden son derece daha kârlı olduğu söyleniyor. Bunun nedeni de, küçük köylünün gereksiz harcama yapmaması, toprağın sürülmesi için at beslemeyip sütünden yararlandığı ineğini kullanması olarak gösteriliyor. 
[7*] Sözkonusu senetler, 1861 Reformunda, köylülerin azat edilmesi sırasında derebeylerince hazırlanan senetlerdir. Bu senetlerde, Reformdan önce köylüler tarafından kullanılan toprak miktarı gösterilmekte ve "özgürleştirme"den sonra malları yağma edilen köylülerin ellerinde bulunan topraklar saptanmaktaydı. Senetlerde, ayrıca, serf köylülerin, daha önce toprak sahibi için yerine getirdikleri hizmetlerin de dökümü yapılıyordu ve bunlar, toprağın ipotek Ödemesinin miktarının saptanmasında temel olarak kabul ediliyordu.