Politika, insan yaşamında „Basur“ gibi bir şey. Devamlı diken üzerinde durması gerekiyor insanın. Bir söz, bin biçimde yorumlanabilir, söylenmemiş bir söz söylenmiş sayılabilir, kendi anlamıyla bas bas bağıran bir sözcüğe başka anlamlar yüklenebilir, o sözle insanlar idama kadar götürülebilirler..
Politikacının dün söylediğinin bu gün hükmünün olmaması, dünün en iyi insanlarının, yarın en alçaklardan sayılması, yükselme uğruna ayak kaydırmalar, çukur kazmalar, pusu kurmalar, yeri geldiğinde „Resmi“ yeri geldiğinde „Sivil“ düşünce üretmeler politikanın kimliğinin detaylarıdır.
Burjuva politikası ve sosyalist politika diye ikiye ayrılmış gibi görünen politikanın, özünde aynı anadan dünyaya geldikleri açıklanmaz çoğu zaman. Sonuçta politika; varlığıyla acı veren memeli basur gibidir. Ama kıymetlidir basur, politika her kıça acı verebilir, basur her kıça nasip olmaz.
Çekmeyenler bilmez, çekenlere bin sabır. Yıllar önce başımdan geçti, bilirim basurun huyunu suyunu. Bir gün uyandığımda „İşte bir sabah, çawbella“ demeye kalmadan bacaklarımın arasında çok ama çok affedersiniz, makad-ı şerifimde sallanan ve her kıpırdanışta „Deprenme, yakarım“ diyen yabancı bir nesnenin varlığını hissettim.
Biliyorum şimdi „Makad-ı şerif“ sözünü okuyan bir yazar büyüğümüz „Bu adam halkın dini duygularıyla oynamaktan ne zaman vaz geçecek, yakışmıyor böyle bir yazar bu dergiye“ diyecek. Varsın desin, büyüktür, saygımız sonsuzdur, biz büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperiz politika gereği. Ama gerçek o ki, kimsenin bir şeyiyle dalga geçtiğim yok. Benim derdim basur ve basur denilince insanın aklına makad-ı şerif geliyor elbette. Önce bunu anlatmalıyım.
Bilenler bilir, Bektaşi’nin namazda gözü, ezanda kulağı, hac da izi yoktur. Ama bir gün meraktan mıdır, can sıkıntısından mıdır, her ne hal ise hacca giden bir kafileye katılır. Bakar ki kafilede her nesnenin önüne bir „Şerif“ sözü takılarak söyleniyor. „İbrik’e; İbriğ i şerif, seccadeye; Seccade-i şerif..“ Uyar kurala Bektaşi, sesini soluğunu çıkarmaz.
Bir namaz vakti Bektaşi’yi ayakta gören hacı adaylarından biri; “Neden namaz-ı şerif’i ayakta eda ediyorsun” diye sorar.
“Mecburum baba” der Bektaşi, “Makad-ı şerifimde bir çıban-ı şerif çıktı, oturamıyorum.”
“Tuuu” diyerek çıkışır adam; “Pis şeylere serif demeye utanmıyor musun?”
“Niye pis olsunlar baba” der Bektaşi; “Kulun yaptığı ibrik şerif oluyor da allahın yaptığı makad, o makadda bağdaş kuran çıban niye şerif olamıyor?”
Tüm kurallarını yerine getirmesem de biraz Bektaşi sayılırım, karışmam onun bunun inancına. Ben sadece “Estetik ameliyat dinimizce yasaktır” diyen, bir de neresinde yazılıysa Kuran’ı kendisine tanık gösteren resmi softayla, “Kadın sesi kulak zinasına yol açar” diyen eğitilmiş, gazeteci kılıklı hıyarla, “Türk musiki makamları hastalıklara iyi geliyor” diyen balkabağı profla gırgırımı geçtim, geçerim. Yazılarımın da okuyuculara eni konu yakıştığını içtenlikle düşünüyorum. Hem şimdi derdim onlar değil. Derdim makad-ı şerifimde hiç danışmadan makam kuran, bana aylar boyunca uzun hava söylettiren basur, yani terbiyeli deyimle; hemoroid, argosuyla; kıç balonu..
Sabahın seherinde acıyla uyandım ve benden olan ama bana karşı gelen, beni acıdan inleten bu parçanın ne olduğunu inceleyebilmek için tuvalete koştum. İnceleme bana korkunun dışında bir kazanç sağlamadı. Yeni sünnet olmuş çocuklar gibi bacaklarımı ayıra ayıra yürüyerek çıktım sokağa. Bela bu ya, aradığımda bulamadığım, aramadığımda karşıma çıkan Muzo dikildi birden önümde. “İmanım hakkı için yemin ederim, sende basur var” dedi hemen.
“Var” dedim.
“Memeli mi memesiz mi?”
„Cinsiyetini soracak kadar samimi olamadım daha.“
“Bak şimdi, bunların içte olanına iç basur, dışta olanına dış basur denilir” diyerek başladı tıp bilgisini döktürmeye Muzo. “Bazıları kanamalı olur, bazıları kanamasız. Memeliler iki uçludur, içeride durmaz, dışa taşarlar. Seninki dışarıda mı?”
“Dışarıda!”
“Memeli o zaman. Sıcak tutman gerek. Yaşa, başa, taşa oturma. Doktora git, ilaç yazar, iyileşirsin. Bende de vardı, gittim doktora, hemen geçti.”
Bir kaç ilaç adı saydı. “Kendine fazla dert etme. Herkeste olur bu. Sanatçı Ferhan Şensoy basuru ödül sayıyor. ‚Ödül basur gibidir, her kıça verilir‘ diyor. Bak sen bunca yıldır bir ödül alamadın ama aslan gibi memeli bir basurun oldu. Basur otu bulursan iyi gelir. Basur otu; Düğün çiçeğigiller’dendir. Nemli ormanlarda biter. Bunun kökleri basura iyi gelir, kaynatıp süreceksin. Sarı sarı çiçekleri vardır bu otun. Gerçek adı ‚Ranunculus ficaria’dır“ diyerek bilgisini bir kez daha kanıtladı.
Ondan yakamı kurtarıp bir kahvehaneye gittim. Sandalyeye oturmamla havaya zıplamam bir oldu. Sonra kıçımın bir kenarıyla iliştim sandalyeye. Kaçtı kaçacak oturdum. Durmak ne mümkün, acı, sancı, ağrı, hepsi hücumda. Yine sokağa çıktım. Bir doktora gitmeli diye düşündüm, ama ya adam bakmaya kalkışırsa.. Kesinlikle gösteremem, dedim içimden. Kolumu, bacağımı karnımı göstermek başka, oramı göstermek.. Ama nemli bir orman bulamayacağıma, oradan ‘Ranunculus ficaria’ toplayamayacağıma göre en iyisi doktora gitmek.. Bu acıyla yaşanmaz. Neyim olduğunu söylerim, yazar bir ilaç..
Öyle düşündüm, öyle ajite ettim kendimi, öyle cesaretlendim, girdim doktorun muayenehanesine. Dikili kavak gibi durduğumu gören doktor yardımcısı genç güzel kadın; “Oturun, boş sandalye var” dedi. Ama ona neden oturamadığımı anlatamayacağım için “Böyle iyi” demekle yetindim.
Sıram geldi, içeriye girdim,”Evet” dedi doktor, “Şikayetiniz nedir?”
Muzo’nun bilgilerinden aklımda kalanlarla anlattım acılarımın kaynağının ne olduğunu. Doktor, “Uzanın yüz üstü muayene yatağına” dedi, uzandım. “Sıyırın pantolonunuzu aşağıya” dedi. Yüzüm kırmızı turptan beter oldu. Ama bir kez yattık yatağa, gereken yapılacak. Pantolonu sıyırdım biraz aşağıya. Doktor geldi, beni diz üstü durumuna getirdi, birden külotum sıyrıldı ve aha, al sana parmak!
Eyvah ki ne eyvah! Namus elden gitti, tecavüze uğradık, hem de kendi ayaklarımızla geldik buraya, gönüllü döndük kıçımızı elin adamına. Gözlerimden yaş boşandı. O sırada “Tamam, giyinebilirsiniz” dedi doktor.
Aceleyle çektim külotu, pantolonu yukarıya, ama yüzümü dönüp bakamıyorum doktora. Bir de döndüm ki ne döneyim, doktorun yardımcısı olan güzel kadın da odada. Her şeyi gördü, rezil olduk rezil, diye düşündüm, bir yaş tufanı daha hücum etti gözlerime. Doktor; “Sizler okumuş yazmış adamlarsınız, niye utanıyorsunuz kardeşim. Biz hiç mi göt görmedik” dedi.
Onun ne kadar gördüğü değil önemli olan, benim o güne kadar herkeslerden gizlediğim mücevherime el atmış, namusum eldiven giymiş bir parmağın tecavüzüne kurban gitmişti.
“Size yazdığım ilaçları aralıksız kullanın. Sıcak suyla dolu bir leğende her gün bir süre oturmanız gerekecek. İhmal etmeyin sakın” dedi doktor beni yolcularken.
Ulan basur, ulan şerefsiz, namussuz basur, diye mırıldanarak çıktım sokağa. Sokakta herkes başımdan geçeni biliyormuş gibi kimsenin yüzüne bakamıyordum. Basurun izin verdiği bir hızla eve doğru yürürken Muzo dikildi yine önüme.
“Ne haber” dedi sırıtarak, “Parmağı yedin mi?”
Koşabilseydim, yakalayabilseydim, bu sözler Muzo’nun belki de son sözleri olacaktı. Kaçarken; „Beni de parmaklamışlardı oğlum, niye kızıyorsun, basuru olan gocunur böyle“ diye bağırdı.
Şimdi ne zaman birileri „Gocunmak“ sözcüğüyle ilgili konuşsa aklıma parmak gelir, hemen gocunurum. Onun için kimsenin inancıyla, pardon, yani basuruyla dalga geçmem, geçemem.“
Politikacının dün söylediğinin bu gün hükmünün olmaması, dünün en iyi insanlarının, yarın en alçaklardan sayılması, yükselme uğruna ayak kaydırmalar, çukur kazmalar, pusu kurmalar, yeri geldiğinde „Resmi“ yeri geldiğinde „Sivil“ düşünce üretmeler politikanın kimliğinin detaylarıdır.
Burjuva politikası ve sosyalist politika diye ikiye ayrılmış gibi görünen politikanın, özünde aynı anadan dünyaya geldikleri açıklanmaz çoğu zaman. Sonuçta politika; varlığıyla acı veren memeli basur gibidir. Ama kıymetlidir basur, politika her kıça acı verebilir, basur her kıça nasip olmaz.
Çekmeyenler bilmez, çekenlere bin sabır. Yıllar önce başımdan geçti, bilirim basurun huyunu suyunu. Bir gün uyandığımda „İşte bir sabah, çawbella“ demeye kalmadan bacaklarımın arasında çok ama çok affedersiniz, makad-ı şerifimde sallanan ve her kıpırdanışta „Deprenme, yakarım“ diyen yabancı bir nesnenin varlığını hissettim.
Biliyorum şimdi „Makad-ı şerif“ sözünü okuyan bir yazar büyüğümüz „Bu adam halkın dini duygularıyla oynamaktan ne zaman vaz geçecek, yakışmıyor böyle bir yazar bu dergiye“ diyecek. Varsın desin, büyüktür, saygımız sonsuzdur, biz büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperiz politika gereği. Ama gerçek o ki, kimsenin bir şeyiyle dalga geçtiğim yok. Benim derdim basur ve basur denilince insanın aklına makad-ı şerif geliyor elbette. Önce bunu anlatmalıyım.
Bilenler bilir, Bektaşi’nin namazda gözü, ezanda kulağı, hac da izi yoktur. Ama bir gün meraktan mıdır, can sıkıntısından mıdır, her ne hal ise hacca giden bir kafileye katılır. Bakar ki kafilede her nesnenin önüne bir „Şerif“ sözü takılarak söyleniyor. „İbrik’e; İbriğ i şerif, seccadeye; Seccade-i şerif..“ Uyar kurala Bektaşi, sesini soluğunu çıkarmaz.
Bir namaz vakti Bektaşi’yi ayakta gören hacı adaylarından biri; “Neden namaz-ı şerif’i ayakta eda ediyorsun” diye sorar.
“Mecburum baba” der Bektaşi, “Makad-ı şerifimde bir çıban-ı şerif çıktı, oturamıyorum.”
“Tuuu” diyerek çıkışır adam; “Pis şeylere serif demeye utanmıyor musun?”
“Niye pis olsunlar baba” der Bektaşi; “Kulun yaptığı ibrik şerif oluyor da allahın yaptığı makad, o makadda bağdaş kuran çıban niye şerif olamıyor?”
Tüm kurallarını yerine getirmesem de biraz Bektaşi sayılırım, karışmam onun bunun inancına. Ben sadece “Estetik ameliyat dinimizce yasaktır” diyen, bir de neresinde yazılıysa Kuran’ı kendisine tanık gösteren resmi softayla, “Kadın sesi kulak zinasına yol açar” diyen eğitilmiş, gazeteci kılıklı hıyarla, “Türk musiki makamları hastalıklara iyi geliyor” diyen balkabağı profla gırgırımı geçtim, geçerim. Yazılarımın da okuyuculara eni konu yakıştığını içtenlikle düşünüyorum. Hem şimdi derdim onlar değil. Derdim makad-ı şerifimde hiç danışmadan makam kuran, bana aylar boyunca uzun hava söylettiren basur, yani terbiyeli deyimle; hemoroid, argosuyla; kıç balonu..
Sabahın seherinde acıyla uyandım ve benden olan ama bana karşı gelen, beni acıdan inleten bu parçanın ne olduğunu inceleyebilmek için tuvalete koştum. İnceleme bana korkunun dışında bir kazanç sağlamadı. Yeni sünnet olmuş çocuklar gibi bacaklarımı ayıra ayıra yürüyerek çıktım sokağa. Bela bu ya, aradığımda bulamadığım, aramadığımda karşıma çıkan Muzo dikildi birden önümde. “İmanım hakkı için yemin ederim, sende basur var” dedi hemen.
“Var” dedim.
“Memeli mi memesiz mi?”
„Cinsiyetini soracak kadar samimi olamadım daha.“
“Bak şimdi, bunların içte olanına iç basur, dışta olanına dış basur denilir” diyerek başladı tıp bilgisini döktürmeye Muzo. “Bazıları kanamalı olur, bazıları kanamasız. Memeliler iki uçludur, içeride durmaz, dışa taşarlar. Seninki dışarıda mı?”
“Dışarıda!”
“Memeli o zaman. Sıcak tutman gerek. Yaşa, başa, taşa oturma. Doktora git, ilaç yazar, iyileşirsin. Bende de vardı, gittim doktora, hemen geçti.”
Bir kaç ilaç adı saydı. “Kendine fazla dert etme. Herkeste olur bu. Sanatçı Ferhan Şensoy basuru ödül sayıyor. ‚Ödül basur gibidir, her kıça verilir‘ diyor. Bak sen bunca yıldır bir ödül alamadın ama aslan gibi memeli bir basurun oldu. Basur otu bulursan iyi gelir. Basur otu; Düğün çiçeğigiller’dendir. Nemli ormanlarda biter. Bunun kökleri basura iyi gelir, kaynatıp süreceksin. Sarı sarı çiçekleri vardır bu otun. Gerçek adı ‚Ranunculus ficaria’dır“ diyerek bilgisini bir kez daha kanıtladı.
Ondan yakamı kurtarıp bir kahvehaneye gittim. Sandalyeye oturmamla havaya zıplamam bir oldu. Sonra kıçımın bir kenarıyla iliştim sandalyeye. Kaçtı kaçacak oturdum. Durmak ne mümkün, acı, sancı, ağrı, hepsi hücumda. Yine sokağa çıktım. Bir doktora gitmeli diye düşündüm, ama ya adam bakmaya kalkışırsa.. Kesinlikle gösteremem, dedim içimden. Kolumu, bacağımı karnımı göstermek başka, oramı göstermek.. Ama nemli bir orman bulamayacağıma, oradan ‘Ranunculus ficaria’ toplayamayacağıma göre en iyisi doktora gitmek.. Bu acıyla yaşanmaz. Neyim olduğunu söylerim, yazar bir ilaç..
Öyle düşündüm, öyle ajite ettim kendimi, öyle cesaretlendim, girdim doktorun muayenehanesine. Dikili kavak gibi durduğumu gören doktor yardımcısı genç güzel kadın; “Oturun, boş sandalye var” dedi. Ama ona neden oturamadığımı anlatamayacağım için “Böyle iyi” demekle yetindim.
Sıram geldi, içeriye girdim,”Evet” dedi doktor, “Şikayetiniz nedir?”
Muzo’nun bilgilerinden aklımda kalanlarla anlattım acılarımın kaynağının ne olduğunu. Doktor, “Uzanın yüz üstü muayene yatağına” dedi, uzandım. “Sıyırın pantolonunuzu aşağıya” dedi. Yüzüm kırmızı turptan beter oldu. Ama bir kez yattık yatağa, gereken yapılacak. Pantolonu sıyırdım biraz aşağıya. Doktor geldi, beni diz üstü durumuna getirdi, birden külotum sıyrıldı ve aha, al sana parmak!
Eyvah ki ne eyvah! Namus elden gitti, tecavüze uğradık, hem de kendi ayaklarımızla geldik buraya, gönüllü döndük kıçımızı elin adamına. Gözlerimden yaş boşandı. O sırada “Tamam, giyinebilirsiniz” dedi doktor.
Aceleyle çektim külotu, pantolonu yukarıya, ama yüzümü dönüp bakamıyorum doktora. Bir de döndüm ki ne döneyim, doktorun yardımcısı olan güzel kadın da odada. Her şeyi gördü, rezil olduk rezil, diye düşündüm, bir yaş tufanı daha hücum etti gözlerime. Doktor; “Sizler okumuş yazmış adamlarsınız, niye utanıyorsunuz kardeşim. Biz hiç mi göt görmedik” dedi.
Onun ne kadar gördüğü değil önemli olan, benim o güne kadar herkeslerden gizlediğim mücevherime el atmış, namusum eldiven giymiş bir parmağın tecavüzüne kurban gitmişti.
“Size yazdığım ilaçları aralıksız kullanın. Sıcak suyla dolu bir leğende her gün bir süre oturmanız gerekecek. İhmal etmeyin sakın” dedi doktor beni yolcularken.
Ulan basur, ulan şerefsiz, namussuz basur, diye mırıldanarak çıktım sokağa. Sokakta herkes başımdan geçeni biliyormuş gibi kimsenin yüzüne bakamıyordum. Basurun izin verdiği bir hızla eve doğru yürürken Muzo dikildi yine önüme.
“Ne haber” dedi sırıtarak, “Parmağı yedin mi?”
Koşabilseydim, yakalayabilseydim, bu sözler Muzo’nun belki de son sözleri olacaktı. Kaçarken; „Beni de parmaklamışlardı oğlum, niye kızıyorsun, basuru olan gocunur böyle“ diye bağırdı.
Şimdi ne zaman birileri „Gocunmak“ sözcüğüyle ilgili konuşsa aklıma parmak gelir, hemen gocunurum. Onun için kimsenin inancıyla, pardon, yani basuruyla dalga geçmem, geçemem.“
Post A Comment:
0 comments so far,add yours