2020
Siz bu ‚Pis adamı‘ tanımıyorsunuz. ‚Milletvekili olacağım‘ diyorsa olur o. Girmeyin iddiaya. Yapar diyorum, yapar bu adam. Onu sadece bana soracaksınız. Neler etmedi o bizlere. Siz seçersiniz, seçmezsiniz o başka hikaye, ama bu adam ‘Yaparım’ diyorsa, yapar vesselam.
İlkokulda da öyleydi zaten. ‘Bahçeye sıçarım’ diyor, hemen sıçıyordu. Kaç defa kıçına biber sürdü öğretmenler, bana mısın demedi. Tarih öğretmeni de bunun kıçını Osmanlı usulü kamçıladı, ııh! ‘Ben istersem müdürün kapısının önüne de sıçarım’ dedi de kimse iddiaya giremedi.
İddiaya girmesin bir kez, yapar. Bir keresinde sidiğiyle yoğurduğu çamurla Pisa Kulesi’ni yapmıştı okulun bahçesine de öğretmenlerin ağızları açık kalmıştı.
Her pisliği yapar o adam. Daha çocuktuk.. Çocuk dediysem öyle bebek değil, azıcık anlıyorduk her bir şeylerden. Şeyimiz de yavaş yavaş kalkmaya başlamıştı. Tuvaletlerin kerpiç duvarlarının deliklerinden kadınları gözlüyorduk birlikte. Özellikle de Ayşe ablayı.. Onun oğlu yoktu, kızı da bizimle oynamıyordu zaten. ‘Ben gider, Ayşe ablaya hemen bakarım’ dedi bir keresinde bu pis adam. Bakamazsın, dedik. Nasıl bakacak, öldürürdü Ayşe abla onu bir görse. ‘Ne veriyorsunuz bakarsam’ dedi. Ben bir aylık harçlığımı vereceğimi, ayrıca ona her gün babamın dükkanından bir elma getireceğimi söyledim. Ötekiler de bilyelerini, aşık kemiklerini vereceklerini söylediler. İşini hep garantili yapıyordu pis adam. Gitti Kuran’ı getirdi, el bastırdı bize, yemin ettirdi. Sonra da söz verdiğimiz herşeyi bir mendilin içinde topladı, bizim mollanın oğlunu çağırdı, ona verdi mendili. ‘Kim kazanırsa ona vereceksin, yoksa dizlerini kırarım, namaz kılamazsın’ dedi. Vermese kırardı billaha..
Kırardı; cılız biriydi ama ayı gibi kuvvetliydi. Mollanın oğlu ‘Tamam’ deyip mendili koltuğunun altına koyunca bu gitti tuvaletin kapısını langadak açtı. ‘Ne oluyor lan piç’ dedi Ayşe abla eteklerini örterken. ‘Bakıyorum’ dedi pis adam. ‘Neye bakıyorsun’ dedi Ayşe abla. ‘Ne yapıyorsun diye bakıyorum’ dedi pis adam. ‘Git anana bak piç’ dedi Ayşe abla. ‘Anama çok baktım’ dedi o da.
Şimdi siz Ayşe abla onu bir güzel haşladı değil mi diyeceksiniz, ama değil. Biz de öyle sanmıştık, şimdi Ayşe abla kalkacak, donunu çekecek, bunu ayaklarının altına alacak, güzelce yumuşattıktan sonra her parçasını bir ağaç dalına asacak diye beklerken acayip bir şey oldu. Ayşe abla kalktı, donunu da çekmedi, eteklerini  iyice açıp ‘Bak, aha’ diye bağırdı. Pis adam ‘Tamam, baktım’ dedi ve geldi yanımıza.
Dünyada inanmam diyorsunuz değil mi? İsterseniz ahirette inanın, dinime imanıma aynen böyle oldu. Ayşe abla buna gösterince pis adam da geldi, mollanın oğlundan aldı mendili. Benim param da gitti, ötekilerin oyuncakları da. ‚İsterseniz sizlere satarım‘ dedi pis adam. Bana paramı faizle geri verdi, ama elmaları her gün afiyetle yedi. Ötekileri de borçlandırarak sattı eşyalarını geri. Bir sürü para kazandı bizim sırtımızdan. Bir de ‘Ben sizin karılarınızın şeylerine de bakacağım bir gün’ demez mi? Gücümüz yetse alacağız altımıza, ama biliyoruz anası bunu kemik suyuyla besliyor, kassız Herkül hergele.
Ayşe ablanın kızı mahallenin en güzel kızıydı. Hepimiz aşıktık ona. Biraz büyüyonce bizimle de oynamaya başladı. Saklambaç oynarken herkes onunla birlikte saklanmak istiyordu. Onunla daracık yerlerde saklanınca sürtünüyorduk. Balık kokuyordu kız her seferinde. Ama bu pis adamdan hiç birimize sıra kalmıyordu. Ayşe abla orada burada kızını beylere paşalara, zenginlere vereceğini söylüyordu. Hiç birimizin umudu da yoktu. Pis adamın anası babası zaten çulsuzdu. Babasının tek atlı bir at arabası vardı, bir de evi. Et girmezdi onların evlerine. Bu adamı bizim şehirdeki kasapların hepsi tanırdı. Sadece kemik alırdı kasaplardan. Kasaplar da itler yiyeceğine sen ye, der, dalgalarını geçerlerdi, alınmazdı adam. Bu yüzden pis adam ilik kokardı hep.
‚Ben Ayşe ablanın kızını alacağım‘ dedi yine pis adam, liseye giderken. İddialaştık. ‚Ne veriyorsunuz‘ dedi. Daha lisedeyiz, büyüyeceğiz de, askere gideceğiz de, para kazanacağız da, zengin olacağız da.. Yazları babalarımızın yanlarında çalışıyoruz, bir kaç kuruş geçiyor elimize. Ama onun cebinde kuruşu yoktur. Sen o kızı al, düğününü biz yapacağız, sana beş kuruş harcatmayacağız, dedik arkadaşlarla. ‚Sadece söz vermekle olmaz‘ dedi pis adam, ‚Senet yapalım!‘
Gittik mollanın oğluyla birlikte babasının yanına. Adam molla ama öyle hıyar bir molla değil. Güldü bizi dinlerken. Seneti yazdı kendi elleriyle, yemin ettirdi dinimize imanımıza, üstelik o da Kuran’a el bastırdı, senetleri imzalattı hepimize. Sonra; ‘Senetler bende kalacak, hakem ben olacağım’ dedi.
Ben okuyamadım, liseden ayrıldım, sebze halinde kabzımallık yapan babamın yanında çalışmaya başladım. Pis adamın önce babası öldü, aradan çok geçmeden anası göçtü gitti dünyadan. Evin tek çocuğuydu o, oldu evin sahibi.. Babası biraz da para bırakmış buna. O da pisin tekiydi zaten, kirli çıkın. Ne aktığını, ne koktuğunu görmüştür kimse. Ne zaman biriktirmiş o parayı, kimse anlayamadı.  Pis adam at arabasını sattı, babasının bıraktığı parayla bahçeye iki odalı bir ev daha yaptırdı, kiraya verdi. Liseyi bitirdi, üniversite imtihanlarını da kazandı, kendi evini kiraya vermedi, gitti İstanbul’a.
Ayşe ablanın kızı Sümbül’ün bir bülbülü noksandı. Yakıyordu her yanı. Kimler istemedi onu mahalleden, şehirden, başka şehirlerden. Ih dedi, gıh demedi Ayşe abla. Babam da gitti kızı istemeye, ‚Ot kök satıyorsun, ben kızımı otun kökün içine gönderemem‘ demiş babama. Herif bir ay uyuyamadı.
Bir gün pis adam çıktı geldi. Unutmuştuk hepimiz onu. O gelince molla bizi çağırdı. O günlerde yaşımız yeni onsekizlemişti daha, ‚Şimdi sözünüzde misiniz hala‘ diye sordu molla. Niye olmayacağız? Ayşe abla o kızı avukatlara, doktorlara bile vermedi, buna mı verecekti? Mollanın yeniden yazdığı senetleri imzaladık. Pis adam pis pis güldü. ‚Siz en iyisi para biriktirmeye başlayın‘ diye bir de dalgasını geçti adi.
Pis adam İstanbul’da okurken geceleri bir barda garson olarak çalışmış yıllarca. Şef garson olmuş, sonrada patrona ortak. Adamın kızı olsaymış evlendirirmiş bununla. Üniversiteyi bitirince Jinekolog olmuş. Yani artık kadınların şeylerine bakıyormuş hiç sormadan.
Geldi bir gün geri, kentte küçük bir muayenehane açtı. Ayşe abla bile gitmiş ona göstermeye. Yaşlanmıştı kadın. Kocası da ölmüştü. Pis adamın kendisi anlattı, ‚Çocukken baktın, bir de şimdi bak‘ demiş Ayşe abla gülerek.
Ayşe ablanın ikinci gidişinde muayene sırasında istemiş kızını Ayşe abladan. ‚İstanbul’da ortak olduğum bir lokantam var, oradaki hakkımı satarım, burada sana istediğin gibi bir hamsi lokantası açarım, seni oraya baş kontrol aşçı yaparım. Buradaki evleri de satarız, bir apartman alırız, altına muayenehanemi kurarım. Yazları tatile götürürüm seni, nereye istersen. Dilersen deniz kenarında bir yalı alırım sana, orada oturursun‘ demiş pis adam.
Pis ulan bu, tam pis. Biliyor ya Ayşe ablanın Karadenizli olduğunu, yıllardır denize hasret kaldığını, yıllardır şöyle tazesinden bir hamsi bile yiyemediğini. O kadar zengin, ünlü adama kızını vermeyen Ayşe abla hamsiyi, denizi duyunca verdi kızını buna.
Biliyor pis adam her yolu elbet. Her boku biliyor çocukluğundan beri. Adamın ruhu pis. Üniversiteye gittiği yıllarda gizli ne işler çevirmiş o , haberimiz yok. Unutmuşum, onu da anlatayım da görün pis adamın pisliğini.
Ben babamın işlerini geliştirdim sebze halinde. Başka ülkelere ihracata bile başladım. Bizim TIR’cılardan biri bir defasında melamin tabak getirdi Almanya’dan. Şehirin göbeğinde, bakırcıların tam yanında açtım kocaman bir dükkan, doldurdum içini melamin tabaklarla. En başta melamin tabaklar da tabaktı hani. Her tür resim vardı içlerinde. Kadınlar tutkun olmuşlardı bunlara. İçinde çıplak kadın resimleri olanları da el altından bekar erkeklere satıyordum. Liseyi bırakmışım, ama zengin olmuşum, burnum tepemde. „
Yaz tatiliydi, bir gün geldi bu pis adam, benden yirmi tabak birden aldı. Karın yok, çocuğun yok ne yapacaksın bu kadar tabağı dedim, güldü pis pis, bir şey demedi. Aradan beş-on gün geçti, baktım bakırcı komşumun dükkanına sırtında bir çuvalla giriyor bu. Merak ettim, gittim. Bir çuval dolusu, kalayı iyice çıkmış bakır tabak döktü çuvaldan dışarıya. Tabaklar sağlam aslında, sadece kalayları çıkmış iyice. Bakırcı komşum tarttı hepsini, bir tomar para koydu bunun eline. Pis adam beni görünce  ‚Dükkanda kimse var mı‘ diye sordu. Birlikte gittik bizim dükkana. Bu defa elli melamin tabak aldı. Ne yapıyorsun bu tabakları diye sordum. ‚Bakır yapıyorum‘ dedi pisin pisi gülerek. Nasıl bakır yapıyorsun melamini dedim ben de saf saf. ‚Köylere götürüyorum, köylü kadınlara melamin veriyor bakır alıyorum‘ dedi.
Defalarca yaptı bu işi, binlerce tabak götürdü. Herif yaz tatilinde biraz dinleneceğine melaminleri bakıra, bakırları paraya çevirince bir yığın parası olmuş da bizim haberimiz yok. Üstelik iki at arabacısıyla da anlaşmış, sermaye vermiş onlara,. O yeniden İstanbul’a gidince onlar sürdürdüler bunun işini. Uzak köylere onlar götürdüler bakıra çevrilen melaminleri. Arabacıların ikisi de temiz adam çıktı, allahları var, yemediler pis adamın parasını. Zaten onun da hesap mesap sorduğu yokmuş. Adamlar götürüp onun adına bankaya yatırıyorlarmış kendi payını.
Akıla bak ya. Tevekkeli değil, o günlerde bile şehrin en güzel giyinen adamıydı hergele. Bütün kızlar peşindeydi ama o Sümbül diyor başka bir şey demiyordu, biz de dalgamızı geçiyorduk. Dediğini yaptı herif, Sümbül’ü de aldı sonunda. Hem de güle oynaya verdi Ayşe abla kızını ona. Biz de kıçımızı kurtaramadık. ‚Mahkemelerde süründürürüm sizleri‘ dedi, ‚faiziyle beş katını alırım senette yazılı olanın.‘ Molla da; ‚Ben de allah için şahidim, alır‘ dedi. Kaldı kuyruğumuz elinde pis adamın.
Düğünü bize yaptırdı. Hem de ne düğün. Şimdi Sümbül’üyle kelle bacak yatıyor bizim aldığımız yatakların üzerinde. Beş kuruş harcamadı düğünde, yeminim olsun beş kuruş çıkmadı cebinden pisin. Ortağı olan at  arabacılarına da taksi şirketi kurdurdu bizim kentte.
Bu kadarla kalsa iyi. Şimdi jinekolog oldu ya, şehirin bütün kadınlarına bakıyor. Gönüllü gidip gösteriyor kadınlar buna. Muayeneye gelen kadınların hepsisini kafalamış, ‚Ben aday olayım, oyunuzu verin, belediye başkanlığına seçileyim, hepinizi bedava muayene ederim‘ demiş.  Kadınlarda hastalık mı yok? O ona, o ona derken neredeyse bizim şehrin bütün kadınları taşınmış bunun muayenehanesine. Biz de sözüm ona, aramızda dalgamızı geçiyor, onun bunun akmışına, kokmuşuna bakıyor, ne anlar belediyecilikten, diyorduk. Ama atın kuyruğu öyle değilmiş Hiç hastalığı olmayan kadınlar bile sırf meraktan geliyorlarmış, gösteriyorlarmış ona. Ama kendi yok, allahı var, kimse bir adiliğini görmemiş, öyle sadık Sümbül’e.
Sonra bu pis adam haftada bir gün de yoksullara bedava muayeneye başladı. Köylerdeki kadınlar bile geldiler ona göstermeye. Koca bir bina satın aldı, hastahane gibi muayenehane. Herif de civan gibi, sanki baktıkça gençleşiyor, yakışıklı oluyor. Bedava muayeneye bedava ilaçları da ekledi. Bazılarının evlerine bile gidiyormuş. Sümbül’ün altına son model bir araba çekti, bir de şoför tuttu. Ayşe abla da kızından ayrılmamak için pis adamın İstanbul’da ortak olduğu lokantadaki ortaklık payını sattırdı, burada ‚Hamsi‘ diye  bir lokanta açtırdı damadına, başına kendisi geçti.
Bu memleketin ahalisi donmuş hamsi yiye yiye balıktan nefret eder olmuştu. Bunlar yeniden sevdirdiler halka balığı. Ucuz, temiz, hem de günlük taze..Özel iki minübüs çalışıyor lokantaya. Biri malı boşaltıyor gidiyor, öteki taze balıkla geliyor kapının önüne. Millet de kuyrukta zaten, gelen anında bitiyor. Ayşe abla bu, hamsi tavayı güzel yapacak elbette. Sümbül’ü nasıl yaptıysa..
Her hafta Salı günleri de sebze halinin önüne bir kamyon dolusu balık getiriyorlar, köylüler kapış kapış götürüyorlar malı. Adam çaktırmadan şirket üstüne şirket kuruyor, biz de sözüm ona dalgamızı geçiyoruz. Taksiler, lokanta, muayenehane.. Daha ne olsun?
Bunların alayı pis be. Akılları fikirleri pislikte. Damat kaynana alttan alta ne tezgahlar kuruyorlarmış da haberimiz yok. Ama bu pis adam bizi asla unutmadı. Hep geliyor, ziyaret ediyor, konuşunca bakıyoruz o hala bizim pis adam, hiç değişmemiş, at arabacısının oğlu. Ama niyeti başkaymış, nereden bilelim?
Bir gün Ayşe ablanın lokantasında balık yiyorduk hep birlikte. ‚Ben bu şehire belediye başkanı olacağım‘ dedi, güldük. Tamam, Sümbül’ü aldı, bütün kadınlarınkine de bakabiliyor, parası da var artık, ama politika kalın iş, sapı onun eline sığmaz. Olamazsın, dedik elbet hemen. Demez olaydık, geldi mi yine iddia. Bu defa bizi notere götürdü, seçilemezse malını mülkünü bize pay edecek, bu şehri terkedecekti. Seçilirse.. Seçilirse biz anamızın şeyini görecektik. Yani her şeyimizin yarısına ortak edecektik onu.
Bağımsızlıkla koydu adaylığını. Biz de başladık bunun aleyhine çalışmaya. Bu at arabacısının oğlu, melamini bakır yapan bir dolandırıcı, kaynanasının şeyine bile bakmıştı küçükken, hem kaynanasınınkini gördü hem de kızını aldı, dedik önümüze gelene. Bütün partilerin de hedefi oldu. Birbirleriyle uğraşmayı bıraktı partiler, varsa yoksa o konuşuluyor. Ama adamın her yerde eli var. Balıkçılar köylülere, o kadınlara, taksiciler müşterilerine, Ayşe abla da hamsi severlere anlatıyor o seçilirse neler olacağını.
Bir akşam evde bizim karı, ‚Utanmıyor musunuz, ne istiyorsunuz adamdan‘ demez mi? Ne demek ne istiyorsunuz, sen ne karışıyorsun bu politika işine karı aklınla, dedim. Efendim, ‚Niye karışmayacak mış, memlekette eşitlik varmış, hem bu adam önceki doktorlardan daha iyi bakıyormuş..‘
Beynim, beynim öldü. Sana da mı baktı bu pis adam, diye bağırdım. ‚Baktı ya‘ dedi, ‚Bana da baktı, arkadaşlarının karılarına da. Hem de eni konu baktı, şimdi ne akıyor, ne de kokuyor. Her ay gösteriyorum ona. Ben oyumu ona vereceğim. Mahalledeki kadınların hepsi de ona verecek. Kadın derneği de kuracağız bu şehire, erkek egemenliğine son‘.
Bakmış ulan, bizim karıya da bakmış. Daha çoçukken söylemişti zaten bakacağını. Aldım elime karıyı, öldüreceğim. ‚Bir tane vur, hele bir tane vur, polise gitmeyenin. Eski günler bitti efendi, dayak yeme günleri bittiii‘.
Cinlere mi geldim, nasıl oldu bilmiyorum, düştü kanatlarım yanlarıma. Efendi, herif dipten çalışıyor, alttan yüzdürüyor kayığını, meğer bizim, yani onunla iddiaya girenlerin hepsinin karılarına da bakmış bu. Kaleyi içten almış da bizim haberimiz yok. Bir de baktık şehirin bütün kadınlarının üstlerinde bunun tişörtleri. Tişörtlerin üzerinde gülen iki çocuk resmi, resimler tam kadınların memelerinin üzerine geliyor. Sanki memeler gülüyor gibi. Göbeğe gelecek yerde de ‚Hijyen‘ yazılı. Tişörtlerin arkalarında ‚Sağlıklı bir nesil için temiz bir kent‘ yazısı duruyor. Bütün kadınların üzerlerinde bu tişörtler. Türbanlılar bile uzun kollularından giydiler bu tişörtlerin. Şehirin bütün kadınları bunun ayaklı reklam panosu oldular. Taksilerin üzerlerinde bu resimler, balıkçılar balıkları böyle resimli torbalara koyuyorlar. Ayşe abla müşterilerine resimli tişört hediye ediyor.
Yetti mi? Yetmedi elbet. Haftada bir gün taksiler bedava, balık bedava, hamsi tava bedava. Ayşe abla da lokantanın müşterilerini kafalamış balıkla. Parti yöneticilerinden bazıları da balığın yüzgecinin bir yerlerini kaşıdığını hissedince alttan alta gidip pis adamla görüşmüş, il başkanlığı önermişler, ama pis adam ‚Ben partilere girmem‘ demiş, reddetmiş.
Bir sabah arabayı parkettim, büroya giriyordum, o da ne? Bir yığın genç, kızlı erkekli, dükkanlara bildiri dağıtıyorlar.. Bir tane de bana verdiler.  ‘Evet’ diyordu pis adam bildiride, ‘Ben at arabacısının oğluyum, kemik suyuyla büyüdüm, bakırları da melamin yaptım, bir çocuk olarak kaynanamın şeyine baktığım da doğrudur, ama bu kentte şimdi herkesinkine bakabiliyorum ve bundan hiç kimse şikayetçi değil.’
Yandık! Adam ona karşı kullandığımız silahları bize çevirdi. Kesin seçilir bu adam artık. Yapmadım deseydi biz kazanırdık. Ama adam inkar etmiyor, yaptım diyor. ‘Üstelik çalmadım, kimsenin namusuna dokunmadım, namuslu bir ailenin üyesiyim’ diyor, ki bunlar da doğru. Gitti bizim variyetin yarısı..
İddiaya giren arkadaşlar bir başka şehirde bir araya geldik. Bu adam ölmeli, dedik tüm tartışmaların sonunda. Bu adam kesin ölmeli. İçimizden biri bir kadın bulalım dedi, o öldürsün muayenehanesinde. Tecavüze kalkıştı, vurdum, desin. Aklımız yattı. Bu arkadaşa verdik görevi. Bu da gitmiş İstanbul’da bir sokak kadınıyla anlaşmış. Kadın geldi, otelde gördük. Yani insan beş sene kadınsız kalsa yine böyle birine tecavüz etmeye kalkışmaz, ama çaresiz kabullendik.
Akşama, akşama kurtulacağız bu dertten. Bizim kiralık katilin randevusu akşam saat beşte. Olayla ilişkimiz yok desinler diye gittik Ayşe ablanın lokantasına. Bir zifayet masası dizdirdik kendimize. Ayşe abla da oturdu yanımıza. Bir de ne görelim, o kadın, o allahın belası kadın iki gözü iki çeşme girmez mi kapıdan içeriye. Neyse ki bizim yanımıza oturmadı. Gitti bir masaya çöktü, ‚Rakı veeer‘ diye bağırdı garsona. Ayşe abla kalktı gitti, ‚Ne oldu kızım, neyin var‘ diye sordu o anacan sesiyle.
‚Ben adamı öldürmeye gittim be annem‘ dedi kadın. Yüreklerimiz gırtlaklarımızdan çıktı masanın üzerinde atıyor. ‚Ya öyle işte, ben adamı öldürmeye gittim, o daha yüzüme bakar bakmaz sizde sifilis var, mutlaka tedavi olmalısınız, dedi. Elini sürse soyun dese, öldüreceğim. Ben zaten ölmüşüm. Hiç değil son günlerimde biraz param olacak onu öldürünce. Ama adama bak, bu kadar bilir insan. Ben biliyordum bende firengi olduğunu, puştun birinden geçmiş bana, ama adam firengi bile demedi beni üzmemek için, sifilis dedi. Sonra da muayene etti. İlaç yazmadı, ilaçları tutuşturdu elime, gönüllü tedavi olmazsam devlete bildirmek zorunda kalacağını da söylemeyi unutmadı. Tedavi masraflarını da üstlendi. Yarın gel seni hastahaneye yatıracağım, dedi. Ne adımı, ne adresimi sordu adam. Bilmiyor ki onu öldürmeye giden bir azrailim ben. Ver be anam ver şu rakıyı..’
Tüydük. Anında tüydük hepimiz. Yine de namuslu kadınmış, ele vermedi bizi. Pis adam gerçekten tedavi ettirdi bu kadını. O da şehirde ne kadar gizli, açık orospu varsa pis adamın belediye başkanı seçilmesi için örgütledi.
Bu kadarla kalsa iyi. Bir gece yanaştım bizim karıya yatakta, ‚O adamı seçeceğinize söz ver yatalım‘ demesin mi?  Ulan allahın pisine bak be, karımızın şeyine baktığı yetmiyormuş gibi bir de o şeyi bize karşı kullanıyor. Bir hafta, iki hafta.. Sonunda tamam lan, dedim karıya, ama kimseye söyleme, tamam ona vereceğim oyumu.
Seçildi elbette. Hem de herkesi şaşkınlıktan gebertecek kadar bir oyla seçildi. Meğer öteki partili erkekler de bakılmış kadınlarının baskısıyla oylarını vermişler bu pis adama. Belediye başkanı olmakla kalmadı, üstelik bizim ortağımız da oldu. Elini sürmeden yığınla para kazanıyordu adam.
Pis adam belediye başkanı olunca nasıl yaptı, nasıl becerdi bilmiyorum ama, şehrin yüzüne renk geldi birden. Üç yıl sonra da tanıyamaz olduk eski şehrimizi. Çocuk yuvası kurdu, hem de üç tane. Ev kadınları için, kadın derneği kurdurdu, kadınlar da derneğe üye olanca, laf atanın dilini kıçına soktular sokak ortasında, üstelik kahvelere, meyhanelere de girip oturmaya başladılar, sokaklara kahvelere ahlak geldi oturdu. İki tane park yaptırdı adam, havuzlu. Biri benim en pahalı arsamın üzerinde. Kapalı yüzme havuzu yaptırdı, yolları asfaltla kapattı, yanlarına çiçek ektirdi, zabıtaları bir güzel giydirdi, çöpçüler bile efendi oldu şimdi.
‚Milletvekili olacağım, iddiaya giren var mı‘ dediği gün, sağol ağam, bakılacak yerimiz kalmadı diyerek kabul etmedik iddiayı.
İşte o pis adam şimdi milletvekili adayı oldu. Sizden oy isteyen pis adam böyle biri. İster seçin, ister seçmeyin. Siz seçmeseniz de oyunu uzaydan getirir, yine milletvekili olur o adam, gözüm gibi biliyorum bunu.”
Abdulkadir Konuk
İdlib operasyonuna dair sosyal medya paylaşımı yapan bir kişi tutuklandı; 43 kişi hakkında adli işlem yapıldı.
Sosyal medyada İdlib’e düzenlenen operasyona dair paylaşımda bulunan bir kişi Antalya’da tutuklandı. Kentte 43 kişi hakkında adli işlem yapıldı.

Antalya İl Emniyet Müdürlüğünden yapılan açıklamaya göre, İdlib’te Türkiye askerine yönelik saldırıyla ilgili sosyal medya platformlarında “‘Atatürk'e hakaret’, ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’, ‘halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit’, ‘kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret’, ‘Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, kurum ve organlarını aşağılama’ suçlarını içeren paylaşımlar yapanlara yönelik çalışma başlatılmıştı”.

Cumhuriyet savcısının talimatıyla kent genelinde 43 şüpheli hakkında adli işlem yapıldı, beş şüpheli gözaltına alındı.

Emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen dört zanlıdan biri nöbetçi sulh ceza hakimliğince tutuklandı, üçü adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Diğer şüphelinin emniyetteki işlemleri devam ediyor.


Emniyet Genel Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Müdürlüğü, İdlib’teki saldırının hemen ardından “sosyal medyadan provokatif paylaşımlarda bulunanlarla ilgili” inceleme başlattığını açıklamıştı. (AS)

AKP/MHP faşist iktidarının sınıra götürdüğü mültecilerden ölüm haberleri gelirken, türk Cumhurbaşkanı Erdoğan'da tehditlerini sürdürüyor.


Türk devletinin koz olarak kullanmaya devam etmesi ve sınır kapılarını açması üzerine mültecilere dair ölüm haberleri gelmeye başladı.
İstanbul merkezli çalışan BBC Dünya Servisi'nden Mughira Al Sharif, Twitter’dan paylaştığı mesajda, Halepli olduğunu belirttiği Ahmed Ebu Emad’ın bu sabah 09.07’de İpsala yakınlarında boğazından vurularak öldürüldüğünü iddia etti. BBC’den Mughira Al Sharif’in haberine göre; Ebu Emad’ın cenazesi Türkiye’ye getirildi.
Reuters da sınırda Suriyeli bir gencin yaşamını yitirdiğini doğruladı.
Reuters, Midilli Adası açıklarında boğulan bir çocuğun cansız bedeninin çıkarıldığını da duyurdu.
Midilli açıklarında botları alabora olan 47 göçmenin Yunan Sahil Güvenliği tarafından kurtarıldığı, bir çocuğun ise hayatını kaybettiği belirtildi.
DW Türkçe'nin edindiği bilgiye göre, Türkiye'nin Perşembe gecesi Avrupa'ya geçmek isteyenleri engellemeyeceğini açıklamasından bu yana dört göçmen Yunanistan tarafına geçmeye çalışırken boğularak hayatını kaybetti.

ERDOĞAN, ÖLÜMLERE RAĞMEN ŞANTAJA DEVAM ETTİ

Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, AKP İl Danışma Meclisi Toplantısı'ndaki konuşmasında, ölümlere rağmen mültecileri şantaj aracı olarak kullanmaya devam etti.
Erdoğan, "Şimdi Avrupa’ya yönelenlerin sayısı yüz binleri buldu. Bu sayı yakında milyonlarla ifade edilecek. Artık tek taraflı fedakarlık dönemi bitti" ifadesini kullandı.
 

GAZETECİLERE TEHDİT

Ayvacık'ın Sivrice koyundan Midilli Adası'na gitmeye çalışan göçmenlere aracılık eden göçmen kaçakçıları da buradaki gazetecileri tehdit etti.

YUNANİSTAN'DAN TATBİKAT

Yunanistan, kara ve deniz sınırlarından gelen mülteci akını sonrası kara, hava ve deniz kuvvetlerinin yer aldığı kapsamlı tatbikata başladı. Tatbikat Meriç sınır bölgesinden Ege'nin en uç bölgesine kadar uzanıyor. Amacın ise Yunanistan'ın sınırlarına akın edecek mültecileri caydırmak olduğu belirtiliyor.

HER YANDAN MÜLTECİ SÖMÜRÜSÜ

Sınır kapılarının açılmasıyla Türkiye’nin dört bir yanındaki göçmenler, Edirne’ye ulaşabilmek için İstanbul’a geliyor. Minibüs, otobüs ve taksi sahipleri ise “Avrupa, Avrupa” diye bağırırak mültecileri çekmeye çalışıyor. Mültecilerden fahiş paralar alındığı, adres verme karşılığında bile para alındığı da belirtiliyor. İstanbul'daki bir taksici, sınırların açıldığı ilk gece bir aileyi 4 bin dolara Edirne’ye götürdüğünü itiraf etti.

Ne olmuştu?
3-4 Mayıs 2017’de üç ülke; Türkiye, İran ve Rusya, Suriye’de çatışmasızlık bölgeleri oluşturulmasına karar verir. (Astana süreci)
Oluşturulan çatışmasızlık bölgeleri Doğu Guta, Dera ve Kuneytra’da “muhalif” güçler ile rejim arasında çatışmanın devam etmesinden dolayı “muhalifler” peyderpey İdlib’e taşındılar.
Türkiye ve Rusya, 17 Eylül 2018’de Soçi’de, İdlib’de gerginliği azaltma bölgesi kurulması için anlaşmaya varmışlardı. (Soçi süreci) On maddeden oluşan bu anlaşmanın içeriği şöyleydi:
“1- İdlib gerginliği azaltma bölgesi korunacak. Türkiye'nin gözlem noktaları güçlendirilecek.
2- Rusya Federasyonu, İdlib'de askeri operasyonlar ve saldırılardan kaçınılması için gerekli önlemleri alacak ve mevcut statüko korunacak.
3- Silahsızlandırma bölgesi oluşturulacak, bölge 15-20 km olacak.
4- Silahsızlandırma bölgesinin sınırları sahadaki çalışmalarla belirlenecek.
5- Tüm radikal terörist gruplar silahsızlandırma bölgesinden 15 Ekim'e kadar çıkarılacak.
6- Çatışan taraflara ait tüm tanklar, çok namlulu roketatarlar, toplar ve havanların da olduğu ağır silahlar 10 Ekim'de İdlib'deki silahsızlandırma bölgesinden çekilecek.
7- Silahsızlandırma bölgelerindeki denetimler, Türk ve Rus askerleri tarafından yapılacak. İnsansız hava araçlarıyla havadan da denetim yapılacak.
8- Halep-Lazkiye (M4) ve Halep-Şam (M5) otoyol güvenliğinin yıl sonuna kadar sağlanması suretiyle trafiğe açılacak.
9- İdlib'de sürdürülebilir ateşkes rejiminin sağlanabilmesi için etkili önlemler alınacak. İran, Türkiye, Rusya ortak koordinasyon merkezi geliştirecek.
10- İki taraf, her türlü tezahürde Suriye'deki terörizmle mücadele konusunda kararlılıklarını yeniledi.”
Soçi mutabakatıyla Türkiye, Rusya ve İran, İdlib sahasında 12’şer askeri gözlem noktası kurmuş ve taraflar arasında ateşkes ilan edilmişti.
Sonrası malum. Diktatör Erdoğan İdlib’in “kırmızı çizgi” ilan etti. Her ne kadar Soçi anlaşması Rusya ve İran destekli Esad rejiminin İdlib’e girmesini, kontrol altına almasını zorlaştırsa da rejim mutabakat sahasında ilerlemesini sürdürdü. Esad rejiminin Ocak 2020’de kritik önemi olan Maarat el Numan’ı ele geçirmesiyle faşist diktatörlük, “kırmızı çizgisi”ni savaşarak koruyacağını açıkladı.
Kimin haklı, kimin haksız olduğu pek önemli değil. Çünkü Soçi anlaşmasının tarafları bu anlaşmanın nihai hesaplaşmadan önce katedilmesi gereken zorunlu bir mesafe olduğunu biliyorlardı. Güç dengesi değişince bu anlaşma da çöpe atılacaktı. Öyle de oldu.
Bu arada; çatışmaların başlamasından bugüne kadar yapılan değerlendirmelerde “Yoldaş Pançuni”nin “analiz yeteneğini”, “ileri görüşlülüğünü” aşan tespitler yapıldığını ve bunu ayrıca ele alacağımızı belirterek geçelim.
Ancak, bazı çevrelerin beklentisi gerçekleşmedi; Türkiye ve Rusya birbirlerine karşı savaş ilan etmediler, ama savaşmaya devam ettiler. Savaşın yoğunluğu artınca Rusya ve Türkiye arasında “gerilimi azaltma konusunda anlaşma sağlandı” ve olmayacak derken Putin, Erdoğan ile görüşmek için 5 Marttaki bütün randevularını iptal etti. Şimdi bütün dünyanın gözü 5 Mart 2020’de. Acaba Moskova’da Putin ve Erdoğan anlaşabilecekler mi?
Anlaşabilirler mi, orasını bilemem. Ancak, her iki ülke kendi çıkarları bakımından anlaşmak zorundalar. Jeopolitik mantık; Rus burjuvazisinin ve Türk burjuvazisinin çıkarları bunu gösteriyor.
Bu mantık çok basit:
Rus emperyalizmi yakın ve uzak bölgemizde Amerikan emperyalizmiyle, küresel oyuncu olarak, rekabet etmek ve bu rekabette Türkiye’yi de yanından görmek istiyorsa Putin’in Erdoğan ile anlaşmaktan başta yapacağı bir şey yok. Türkiye’yi yeniden karşı tarafta, ABD’nin ve NATO’nun yanında görmek istemiyorsa Putin, Moskova’da diktatöre Erdoğan ile anlaşma yolunu seçecektir.
Efrin’in işgaline, Rojava devriminin tasfiyesine evet diyen Rusya ile şimdi İdlib’de rejimin ilerlemesi için destekleyen Rusya arasında önemli bir fark yok. İdlib’de, Soçi anlaşmasının bozulmasında,i güç kullanımında Putin, diktatör Erdoğan’ın nereye kadar gideceğini, başka hangi “silah”ları çekeceğini sınamak istedi. Bir nevi bilek güreşi.
Rusya, faşist diktatörlüğün İdlib’de 30 km derinlikte ve kendi kontrolünde bir alandan kolay kolay vazgeçmeyeceğini gördü. Türkiye, her ne kadar bu alana, göçmek zorunda kalmış olanları yerleştirmek istiyorum dese de, esas amacı ulusal güvenlik adı altında Rojava’da olduğu gibi, İdlib’de de işgalci güç olarak kalmaktır.
5 Martta Moskova’da Rusya ve Türkiye, muhtemelen yeni bir ateşkesle-anlaşmayla bölgede, en azından Suriye sahasında çıkar ortaklığının-ayrışmasının boyutlarını gösterecektir.
Gelecek yazıda Putin-Erdoğan görüşmesini, “Bahar Kalkanı Harekatı”nı, Suriye’de, daha da daraltırsak İdlib sahasında emperyalistler arası çelişkileri, İdlib’de ABD-Rusya-Türkiye arasındaki “kutsal üçlü ittifak”ın nasıl şekillendiğini ele alacağız.
Politika, insan yaşamında „Basur“ gibi bir şey. Devamlı diken üzerinde durması gerekiyor insanın. Bir söz, bin biçimde yorumlanabilir, söylenmemiş bir söz söylenmiş sayılabilir, kendi anlamıyla bas bas bağıran bir sözcüğe başka anlamlar yüklenebilir, o sözle insanlar idama kadar götürülebilirler..
Politikacının dün söylediğinin bu gün hükmünün olmaması, dünün en iyi insanlarının, yarın en alçaklardan sayılması, yükselme uğruna ayak kaydırmalar, çukur kazmalar, pusu kurmalar, yeri geldiğinde „Resmi“ yeri geldiğinde „Sivil“ düşünce üretmeler politikanın kimliğinin detaylarıdır.
Burjuva politikası ve sosyalist politika diye ikiye ayrılmış gibi görünen politikanın, özünde aynı anadan dünyaya geldikleri açıklanmaz çoğu zaman. Sonuçta politika; varlığıyla acı veren memeli basur gibidir.  Ama kıymetlidir basur, politika her kıça acı verebilir, basur her kıça nasip olmaz.
Çekmeyenler bilmez, çekenlere bin sabır. Yıllar önce başımdan geçti, bilirim basurun huyunu suyunu. Bir gün uyandığımda „İşte bir sabah, çawbella“ demeye kalmadan bacaklarımın arasında çok ama çok affedersiniz, makad-ı şerifimde sallanan ve her kıpırdanışta „Deprenme, yakarım“ diyen yabancı bir nesnenin varlığını hissettim.
Biliyorum şimdi „Makad-ı şerif“ sözünü okuyan bir yazar büyüğümüz „Bu adam halkın dini duygularıyla oynamaktan ne zaman vaz geçecek, yakışmıyor böyle bir yazar bu dergiye“ diyecek. Varsın desin, büyüktür, saygımız sonsuzdur, biz büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperiz politika gereği. Ama gerçek o ki, kimsenin bir şeyiyle dalga geçtiğim yok. Benim derdim basur ve basur denilince insanın aklına makad-ı şerif geliyor elbette. Önce bunu anlatmalıyım.
Bilenler bilir, Bektaşi’nin namazda gözü, ezanda kulağı, hac da izi yoktur. Ama bir gün meraktan mıdır, can sıkıntısından mıdır, her ne hal ise hacca giden bir kafileye katılır. Bakar ki kafilede her nesnenin önüne bir „Şerif“ sözü takılarak söyleniyor. „İbrik’e; İbriğ i şerif, seccadeye; Seccade-i şerif..“ Uyar kurala Bektaşi, sesini soluğunu çıkarmaz.
Bir namaz vakti Bektaşi’yi ayakta gören hacı adaylarından biri; “Neden namaz-ı şerif’i ayakta eda ediyorsun” diye sorar.
“Mecburum baba” der Bektaşi, “Makad-ı şerifimde bir çıban-ı şerif çıktı, oturamıyorum.”
“Tuuu” diyerek çıkışır adam; “Pis şeylere serif demeye utanmıyor musun?”
“Niye pis olsunlar baba” der Bektaşi; “Kulun yaptığı ibrik şerif oluyor da allahın yaptığı makad, o makadda bağdaş kuran çıban niye şerif olamıyor?”
Tüm kurallarını yerine getirmesem de biraz Bektaşi sayılırım, karışmam onun bunun inancına. Ben sadece “Estetik ameliyat dinimizce yasaktır” diyen,  bir de neresinde yazılıysa Kuran’ı kendisine tanık gösteren resmi softayla, “Kadın sesi kulak zinasına yol açar” diyen eğitilmiş, gazeteci kılıklı hıyarla, “Türk musiki makamları hastalıklara iyi geliyor” diyen balkabağı profla gırgırımı geçtim, geçerim. Yazılarımın da okuyuculara eni konu yakıştığını içtenlikle düşünüyorum. Hem şimdi derdim onlar değil. Derdim makad-ı şerifimde hiç danışmadan makam kuran, bana aylar boyunca uzun hava söylettiren basur, yani terbiyeli deyimle; hemoroid, argosuyla; kıç balonu..
Sabahın seherinde acıyla uyandım ve benden olan ama bana karşı gelen, beni acıdan inleten bu parçanın ne olduğunu inceleyebilmek için tuvalete koştum. İnceleme bana korkunun dışında bir kazanç sağlamadı. Yeni sünnet olmuş çocuklar gibi bacaklarımı ayıra ayıra yürüyerek çıktım sokağa. Bela bu ya, aradığımda bulamadığım, aramadığımda karşıma çıkan Muzo dikildi birden önümde.  “İmanım hakkı için yemin ederim, sende basur var” dedi hemen.
“Var” dedim.
“Memeli mi memesiz mi?”
„Cinsiyetini soracak kadar samimi olamadım daha.“
“Bak şimdi, bunların içte olanına iç basur, dışta olanına dış basur denilir” diyerek başladı tıp bilgisini döktürmeye Muzo. “Bazıları kanamalı olur, bazıları kanamasız. Memeliler iki uçludur, içeride durmaz, dışa taşarlar. Seninki dışarıda mı?”
“Dışarıda!”
“Memeli o zaman. Sıcak tutman gerek. Yaşa, başa, taşa oturma. Doktora git, ilaç yazar, iyileşirsin. Bende de vardı, gittim doktora, hemen geçti.”
Bir kaç ilaç adı saydı. “Kendine fazla dert etme. Herkeste olur bu. Sanatçı Ferhan Şensoy basuru ödül sayıyor. ‚Ödül basur gibidir, her kıça verilir‘ diyor. Bak sen bunca yıldır bir ödül alamadın ama aslan gibi memeli bir basurun oldu. Basur otu bulursan iyi gelir. Basur otu; Düğün çiçeğigiller’dendir. Nemli ormanlarda biter. Bunun kökleri basura iyi gelir, kaynatıp süreceksin. Sarı sarı çiçekleri vardır bu otun. Gerçek adı ‚Ranunculus ficaria’dır“ diyerek bilgisini bir kez daha kanıtladı.
Ondan yakamı kurtarıp bir kahvehaneye gittim. Sandalyeye oturmamla havaya zıplamam bir oldu. Sonra kıçımın bir kenarıyla iliştim sandalyeye. Kaçtı kaçacak oturdum. Durmak ne mümkün, acı, sancı, ağrı, hepsi hücumda. Yine sokağa çıktım. Bir doktora gitmeli diye düşündüm, ama ya adam bakmaya kalkışırsa.. Kesinlikle gösteremem, dedim içimden. Kolumu, bacağımı karnımı göstermek başka, oramı göstermek..  Ama nemli bir orman bulamayacağıma, oradan ‘Ranunculus ficaria’ toplayamayacağıma göre en iyisi doktora gitmek..  Bu acıyla yaşanmaz. Neyim olduğunu söylerim, yazar bir ilaç..
Öyle düşündüm, öyle ajite ettim kendimi, öyle cesaretlendim, girdim doktorun muayenehanesine. Dikili kavak gibi durduğumu gören doktor yardımcısı genç güzel kadın; “Oturun, boş sandalye var” dedi. Ama ona neden oturamadığımı anlatamayacağım için “Böyle iyi” demekle yetindim.
Sıram geldi, içeriye girdim,”Evet” dedi doktor, “Şikayetiniz nedir?”
Muzo’nun bilgilerinden aklımda kalanlarla anlattım acılarımın kaynağının ne olduğunu. Doktor, “Uzanın yüz üstü muayene yatağına” dedi, uzandım. “Sıyırın pantolonunuzu aşağıya” dedi. Yüzüm kırmızı turptan beter oldu. Ama bir kez yattık yatağa, gereken yapılacak. Pantolonu sıyırdım biraz aşağıya. Doktor geldi, beni diz üstü durumuna getirdi, birden külotum sıyrıldı ve aha, al sana parmak!
Eyvah ki ne eyvah! Namus elden gitti, tecavüze uğradık, hem de kendi ayaklarımızla geldik buraya, gönüllü döndük kıçımızı elin adamına. Gözlerimden yaş boşandı. O sırada “Tamam, giyinebilirsiniz” dedi doktor.
Aceleyle çektim külotu, pantolonu yukarıya, ama yüzümü dönüp bakamıyorum doktora. Bir de döndüm ki ne döneyim, doktorun yardımcısı olan güzel kadın da odada. Her şeyi gördü, rezil olduk rezil, diye düşündüm, bir yaş tufanı daha hücum etti gözlerime. Doktor; “Sizler okumuş yazmış adamlarsınız, niye utanıyorsunuz kardeşim. Biz hiç mi göt görmedik” dedi.
Onun ne kadar gördüğü değil önemli olan, benim o güne kadar herkeslerden gizlediğim mücevherime el atmış, namusum eldiven giymiş bir parmağın tecavüzüne kurban gitmişti.
“Size yazdığım ilaçları aralıksız kullanın. Sıcak suyla dolu bir leğende her gün bir süre oturmanız gerekecek. İhmal etmeyin sakın” dedi doktor beni yolcularken.
Ulan basur, ulan şerefsiz, namussuz basur, diye mırıldanarak çıktım sokağa. Sokakta herkes başımdan geçeni biliyormuş gibi kimsenin yüzüne bakamıyordum. Basurun izin verdiği bir hızla eve doğru yürürken Muzo dikildi yine önüme.
“Ne haber” dedi sırıtarak, “Parmağı yedin mi?”
Koşabilseydim, yakalayabilseydim, bu sözler Muzo’nun belki de son sözleri olacaktı. Kaçarken; „Beni de parmaklamışlardı oğlum, niye kızıyorsun, basuru olan gocunur böyle“ diye bağırdı.
Şimdi ne zaman birileri „Gocunmak“ sözcüğüyle ilgili konuşsa aklıma parmak gelir, hemen gocunurum. Onun için kimsenin inancıyla, pardon, yani basuruyla dalga geçmem, geçemem.“
Evinrude 30 HP G1 kıçtan motorlu Evlad-ı Osmanlı emir ve görüşl Evinrude 30 HP G1 kıçtan motorlu Evlad-ı Osmanlı emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım erinize hazırdır komutanım

İnsan kaçakçısı: Cumhurbaşkanımızın talimatını duyunca geldim; bunu gönül işi olarak kabul ediyoruz


Uğradığı saldırıda 34 askerim şehit düşmesinin ardından Türkiye Avrupa'ya gitmek isteyen sığınmacılara kapıları açtı. 7-8 yıldır bu işi yaptığını söyleyen insan kaçakçısı Mehmet S., "Cumhurbaşkanımızın talimatını duyunca buraya geldim. Yunanistan göçmenlerin girişine izin vermediği için buradan göndermeye çalışıyoruz" dedi. Afganistanlıların parasının olmadığını veya çok az paraları olduğunu söyleyen Mehmet S., "Akşam saatlerinde deniz durulursa geçişleri bekliyoruz. Biz bu işi gönül işi olarak kabul ediyoruz. Son bir tane kalana kadar en güvenli şekilde bu işi yapacağız" diye konuştu.
Mehmet S. sözlerinin devamında, "Göçmenler serbest olduğunu duyunca hepsi sınır kapısına gittiler. Sınır kapılarından geçiş yok. Bunu öğrenmeleri birkaç günü bulur. Sonra buraya gelirler. Birkaç gün sonra burada yoğunluk olur” diye devam etti.

’25 dakika içinde Yunanistan'da olurlar"

Motor ve bot alarak mültecileri karşıya geçirdiklerini ifade eden Mehmet S., “Biz bot ve motor alıyoruz. Bot karşıya geçtiği zaman geri gelmiyor. 7-8 bin Euro bize maliyeti oluyor. 2-3 bin Euro bize kalıyor. 45 kişilik bota 30-35 kişi bindiriyoruz. Buradan 25 dakika içinde Yunanistan'da olurlar” diye konuştu.

"Bunu gönül işi olarak kabul ediyoruz"

Bir süredir Ayvacık'ta kalan 35'e yakın Afganistanlının paraları olmadığını dile getiren Mehmet S, “Burada bekleyen Afganistanlıların sayısı az ve paraları yok. Akşam saatlerinde deniz durulursa geçişleri bekliyoruz. Biz bu işi gönül işi olarak kabul ediyoruz. Son bir tane kalana kadar en güvenli şekilde bu işi yapacağız” ifadelerini kullandı.
Bir başka kaçakçı ise, önce mültecilerin güvenliğini sağladıklarını vurgulayarak, “40 kişilik bota 30-35 kişi bindiriyoruz ve can yelekleri var. Yedek benzin depoları da var. Reisimiz zaten izin vermiş. Karşıya geçtikten sonra Avrupa'ya gidecekler. Önemli olan buradan adaya geçmeleridir” dedi.




KAYNAK:T24
Abdulkadir Konuk
Çevresinde toplanan gençlerin gülüşmelerine, birbirlerine göz kırpmalarına ve “Sahi mi, gerçekten öyle mi Çolak emmi” diyerek onunla dalga geçmelerine aldırmadan sürdürdü sözlerini Çolak Mustafa.
“Ulan size bir de yemin mi edeceğim, dığalar! Paşa bile beni ‚Aslan Asker‘ diyerek kutlamıştı o gün.“
„Niye kutlamıştı seni paşa, Çolak emmi“ dedi gençlerin en şakacısı olan Haydar.
„Cephede, Çanakkale cephesinde en öndeydik. Bizim mangaya öteki mangalar ‚Aslanlar mangası‘ diyorlardı. Manga komutanı bendim. Kolay mı, o günlerde medrese eğitimi gören insan sayısı bizim köydeki it sayısından daha azdı. Anzak mıdır, Asnak mıdır nedir, bir yığın hıyar tee nerelerden gelmiş, Çanakkaleyi almak istiyorlardı. Paşa bize ‚Son nefere, son mermiye kadar direneceğiz. Düşmana verecek bir karış toprağımız yok‘ demişti. Elbette vermeyecektik topraktan bir tutam bile. Niye verelim, değil mi?“
„Elbette vermemek gerek emmi. Toprak verilmez, ekilir“ dedi gençler hep bir ağızdan.
„Veren orospu çocuğu ulan! Kim var onların karşısında? Gazi’nin askerleri!“
„Yani Çolak emmi ve aslanlar mangası“ diyerek destekledi onu gençler.
Çolak Mustafa tabakasından çıkardığı, önceden eşi tarafından sarılıp, hazırlanmış kalın sigaralardan birini kehribar ağızlığına taktı, gümüş kaplı çakmağıyla yakıp, derin derin iki nefes çektikten sonra dumanları burnundan çıkararak; „Helbet biz vardık ula“ dedi, „O Anzak çocuklarına da analarının şeyini göstermeye kararlıydık. Derken paşa..“
„Gazi Paşa“ dedi Sinan.
„He ula, biz ne dedik? Gazi paşa ‘Ölmek var, dönmek yok’ diye bağırdı. Biz hepimiz aynı ağızdan ‘Dönen piçin çocuğu paşam’ dedik.  Hey güzünü sevdiğimin gazisi; ‘Analarınızı karıştırmayın ulan’ diye gürledi hemen. Neyse baktık daha gün doğmadan hücuma geçti bu Anzak milleti. Bir geliyorlar, bir geliyorlar, bit sürüsü gibi..Bastık bunlara mermiyi, bastık mermiyi, burunlarına DDT sıkılmış gibi beşer onar düşmeye başladılar..”
“Yav emmi, hep aynı hikayeyi anlatıyorsun” dedi Haydar, “Sen asıl elini nasıl kaybettin, onu anlat!”
“Biz ne yapıyoruz kahbenin dölü?”
“Hop, hop, annemi karıştırma hikayene. İmanıma söylerim paşaya sonra.”
“Ulan senin annen yıllarca ardımda koştu da eteğini bile kaldırmadım oğlum.”
“Annem başka söylüyor ama..”
“Ne diyormuş o püsküllü?”
“Annem diyor ki; bu köyün kızlarından hiç biri sana varmak istememiş de sen gitmiş başka köyden bir yoksul bulmuşsun!”
“Ben senin ananın.. Sanki ben köydeki süflülerden birini beğendim de..”
„Boş ver be Çolak emmi“ dedi Sinan, „Anlat şu el hikayesini.“
„El ya..Anzaklar bit gibi ölüyorlardı, ama it sürüsü gibi durmadan yenileri geliyordu. Bir ara baktım burnumun dibinde biri. Tam kurşunu sıkacağım alnına, herif bir el bombasını attı bizim sipere. Bomba patladı patlayacak. Hepimiz gideceğiz. Atladım bombanın üzerine, aldım elime, tam Anzak’ın kafasına fırlatacaktım, patladı deyyus. Gözümü alayın revirinde açtığımda baktım elim yok.“
Çolak Mustafa’nın çevresinde bulunan gençler kahkahayla güldüler. Sinirlendi Çolak; „İnanmayın lan ayının dölleri‘ diye bağırdı ve onların üzerine yürüdü.
Haftada en az bir kez bu oyunu oynuyordu gençler onunla. Köyün içinde avare avere dolaşmaktan canları sıkılınca Çolak’ın yanına gidiyor, ona bir kaç filtreli sigara götürüyor, anılarını anlatmasını isteyip, dakikalarca gülüyorlardı.
Hepsi biliyordu hikayenin aslını. Çolak Mustafa çolak lakabını almadan önce köyde kendi halinde yaşayan sıradan biriydi. Taşlarla örtülü tarlasında kazma kürekle çalıştığı bir gün bulduğu birinci dünya savaşından kalma bir top mermisini eve götürmeseydi adı hiç bir zaman çolağa çıkmayacaktı. Evde mermiyi gören karısı mermiyi evirip çevirip inceledikten sonra kovana bakıp;“Mustafa, bundan güzel bir iğnelik olur, ipleri, iğneleri içine koyarım“ deyince Mustafa hiç düşünmeden bombayı iri bir kütüğün üzerine koyup, baltayı kovana indirdi ve ne olduysa o anda oldu. Mustafa gözünü hastanede açtığında sağ elinin yerinde ağrılar esiyordu.
Bütün köylüler olayı bildikleri halde Mustafa kısa sürede bir öykü uydurdu gençler için. Değilse o ne Çanakkale’ye gitmiş, ne de her hangi bir savaşa katılmıştı. Evleninceye kadar bir nüfus kimliği bile yoktu onun. Bu nedenle kimse onu arayıp sormamış, askere gitmesini istememişti.
Elbette Çolak bu öyküleri köyde yaşıtlarının yanında anlatmıyordu. Gençler de ona saygısızlık etmeden, yalanını yüzüne vurmadan yineliyorlardı aynı oyunu. Onun gerçekte cine periye inanan, gece mezarlığın yanından geçmeye bile korkan biri olduğunu da babalarından, büyüklerinden öğrenmişlerdi gençler.
Yine canlarının sıkıldığı bir gece Çolak’a bir oyun oynamaya karar veren gençler onun öyküsünü uzun uzun dinledikten sonra, „Aslan emmi“ diye hep bir ağızdan bağırdılar, „Bu köyde senden cesur biri daha yoktur!“
„Yok elbet“ dedi Çolak, gerinerek.
„Geçen gün kahvehanede köyün büyükleriyle iddialaştık Çolak emmi. Hiç biri iddiaya girmeye cesaret edemedi“ dedi Haydar, arkadaşlarına göz kırparak.
„Ne iddiasıymış bu“ diye sordu Çolak, merakla.
„Biz dedik ki; gençlerin dışında hiç kimse mezarlığa gidip, orada helva pişiremez.“
„Niye pişiremezlermiş“ diye sordu Çolak.
„Ölülerden korkuyorlar da ondan.“
„Ölüden korkulur mu oğlum“ diyerek arkasına yaslandı Çolak. „Biz ne ölüler gördük cephede. Günler boyu sarmaş dolaş yaşadık ölülerle.“
„Yani sen mezarlıkta helva pişirebilir misin Çolak emmi“ diye lafı yetiştirdi Haydar.
„Helva da pişiririm, dolma da ulan. Ne varmış bunda?“
„Ama bak sözünü unutma, sonra caymaca yoktur!“
„Cayanın donuna ateş düşsün ulan. Benim çıkarım ne olacak, sen onu söyle“ diyerek diklendi Çolak. „İsterseniz hemen gidip pişiririm helvayı.“
„“Yok, şimdi değil“ dedi Haydar, „Biz dedik ki; köyde biri ölünce onun mezarının yanında pişirilecek helva. Bu işi başarırsan sana bir koç satın alacağız. Ama başaramazsan sen bize sadece bir oğlak kesip büryan yapacak, bir de rakı alacaksın, tamam mı?“
„Hani ölü peki“ diye sordu Çolak.
„Biri ölünce dedik, değil mi? Köyde gözü toprağa bakan mı yok sanki? Nasıl olsa biri ölür yakında. Ya sen o zamana kadar sözünü unutursan“ dedi Haydar.
„Senet yapın ulan, atarım imzayı altına!“
Haydar hazırlıklıydı. Cebinden bir kağıt bir kalem çıkarıp Çolak’a uzattı ve „Sen yaz“ dedi.
„Ulan eşeğin sıpası, benim o ecüş bücüş harfleri yazamadığımı bilmiyor musun? Ben eski Türkçe yazıyorum, onu da siz okuyamazsınız.“
„O zaman ben yazarım“ dedi Haydar, „Sen de imzalarsın. Buradaki herkes de tanık olarak imzalar..“
Haydar hızlı hızlı yazdı senedi, okudu ve Çolak’ın önüne koydu kağıdı. Çolak kısa bir süre düşündükten sonra çevresini saran gençlere bakıp kağıdı imzaladı. Artık köyde birinin ölmesini beklemekten başka bir şey kalmamıştı.
Aradan 2 ay geçti. Bir gün köyde yoksul, yaşlı ama kendisinden en çok çekinilen, büyü yaptığı, cinlerle ortaklık kurduğu söylenen kadın ölünce gençler Çolak’ın kapısını çaldılar.
„Haydi Çolak emmi,  sözünü tutmanın zamanı“ dedi Sinan.
„Ne sözü ulan“ diye safça sordu Çolak.
Haydar cebinden kat kat olmuş kağıdı çıkardı, okudu. Çolak bir süre düşündü, „Oğlum ayıptır, günahtır, ölüyle dalga geçilmez“ diye mırıldandı.
„Kim dalga geçiyor emmi“ diye üsteledi Haydar. Ölüye helva pişirilmez mi?“
„Pişirilir elbet!“
„O zaman? Hem söz verdin, senet imzaladın.. Aha bunların hepsi de şahit. Halvayı pişirip kahveye getireceksin. Bütün köylü orada seni bekleyecek.“
„Valla da billa da şahidiz, söz vermiştin“ diye bağırdı gençlerin hepsi.
„İnkar mı ettik deyyusun enikleri? Ben diyorum ki; ayıptır, günahtır..yoksa..“
„Günahı vebali bizim boynumuza Çolak emmi. Ya helvayı pişir, ya oğlağı kızart. Rakıyı da unutma. Tabi başka şeyleri de“ dedi Haydar.
„Neymiş o başka şeyler dürzü?“
„Eğer sözünü tutmazsan sadece bu köyde değil, gidip çevre köylerde de senin hiç bir zaman Çanakkale’ye gitmediğini, kolunun nasıl çolak olduğunu anlatacağız.“
„Ben senin zürriyetten düşmüş ananı“ diye bağırarak onun üzerine yürüdü Çolak. Haydar yerinden kıpırdamadan „Anam yine hamile Çolak emmi“ diyerek güldü, „Sen bırak anamı da sözünü tutucak mısın, tutmayacak mısın, onu söyle.“
„Ne zaman olacak bu iş şeytanın doğurduğu?“
„Bu gece. Karanlık iyice çöktükten sonra. Biz mezarın yanına ocağı kuracağız, odunları getireceğiz, tencere, şeker, un, yağ, her şey hazır olacak orada. Sen sadece ateşi yakıp, helvayı pişireceksin.“
„Daha ne olsun ulan“ dedi Çolak, düşünceli düşünceli..
„Yoksa korkuyor musun Çolak emmi“ diyerek araya girdi Sinan.
„Ulan zaten bu köyde ne hinlik çıkıyorsa ikinizin başının altından çıkıyor. Bakın bir oyun oynarsanız ananızı eşeklere kovalattırırım, ona göre!“
„Oyun moyun yok“ dedi Haydar ve cebinden bir deste para çıkararak, „Pişir helvayı al koçu. İnanmıyorsan aha parası.“
Çolak dönüşü olmayan bir yola girdiğini yeni yeni anlamaya başlamış, ne yapacağına karar verememişti. En sonunda, rezil olmaktansa helvayı pişirmeye razı oldu ve „Tamam ulan“ dedi. Bu karara varırken içinden; „Nasıl olsa bu hergeleler beni izlemek isterler. Orada yalnız kalmam“ diyerek korkusunu biraz olsun azalttı.
Köyün üzerine karanlık iyice inince Haydar yine dikildi karşısına Çolak’ın. Artık kaçacak yer yoktu. Ya oğlağı kızartacak, rakıyı ısmarlayacak ve tüm köylere rezil olacaktı, ya da helvayı pişirip, şanını kurtaracaktı. Eşinin bıyık altından gülüşüne aldırmadan mezarlığa doğru yola koyuldu.
Gençler daha akşamdan yeni mezarın yanına bir mezar daha eşmiş, Sinan’I içine yerleştirmişlerdi. Helvanın pişirileceği ocak iki mezarın arasına kurulmuştu. Yağ, un, şeker, su, tencere, kepçe, odunlar mezarların yanında hazır bekliyordu.
Çolak bildiği duaların tümünü okuyarak mezarlığa girdi. Gündüz cenaze törenine katıldığı için yeni mezarın yerini iyi biliyordu. Kestirmeden ve öteki mezarları çiğnememeye özen göstererek ilerledi. İçinden ardı ardına yükselen küfürleri sıralıyordu kendine ve hemen yeni bir duaya başlıyordu.
Mezarın yanına gelince çevresini iyice control etti. Karanlıkta hiç bir şey görünmüyordu. Bütün bedeni daha şimdiden ter içinde kalmıştı. Titreyen sağlam eliyle ateşi yaktı. Kuru odunlar birden alevlenince çevreyi saran aydınlık biraz da olsa azalttı korkusunu. Yeni kalaylanmış tencereyi ateşin üzerine yerleştirdi ve kavrulsun diye unu içine boşalttı. Ne kadar un koyması gerektiğini bile düşünmemişti. Ocağa durmadan odun atıyor, alevlerin ışığının daha da kuvvetli olması için çalışıyordu. Az sonra kavrulan unun kokusu mezarlığı sardı ve Çolak daha çok korkmaya başladı. Şimdi bütün ruhlar mutlaka unun kokusunu hissetmiş, tencerenin çevresine toplanmışlardı.
Bismillah üzerine bismillah çekerek kavrulan una yağı kattı Çolak. Ardından toz şekeri boca etti tencereye. Hiç bir sıraya dikkat etmiyor, bir an önce adı helva sayılabilecek bir karışım elde etmeye çalışıyordu.
Bir ara çömelip, kendini tam anlamıyla helva pişirmeye verdi. Tenceredeki karışım giderek daha çok helvaya benzemeye başlamıştı. Kepçenin ucuyla biraz alıp ağzına götürdü helvayı ve tam o sırada yandaki mezardan bir el uzandı ve derinden gelen bir ses “Biraz da bana veeer” diye inledi!
Korkudan neye uğradığını şaşıran Çolak kızgın kepçeyi kendisine doğru uzanan ele hızla vurdu ve bilinçsizce; “Hastir ulan, diriler yemeden ölüler yemez” diye bağırdı.
Ne olduysa kepçeyi vurduğu anda oldu. Eline kızgın helva yapışan Sinan üzerinde beyaz kefenle mezarda dikildi. Çolak Mustafa sağlam olan tek elinin yanacak olmasını bile düşünmeden helva tenceresini kaptı, iyice göğsüne bastırdı, bir yandan bağırarak, bir yandan allah, bismillah diye uluyarak köyün içine, kahveye doğru koşmaya başladı. Ardından da bembeyaz kefeniyle Sinan..
Çolak köyün kahvesinden içeriye çığlıklar atarak girince  helva tenceresini kahvenin ortasına fırlatıp, boylu boyunca yere yığıldı.
Gençler dakikalarca onun yüzüne su serptiler, burnuna yanmış çaput koklattılar, her yanını kolonyayla ovaladılar, kızgın tencerenin yaktığı parmaklarını bezle sardılar. Sonunda kendine gelen Çolak, korku dolu gözlerle çevresine baktı ve beyaz kefenli Sinan’ı görünce; “Ulan senin ananın tilkilerle oynaştığını zaten herkes biliyor” diyerek bastı küfürü.
Az sonar sakinleşti Çolak. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla yanık parmaklarının acısına aldırmadan çayını içerken, “Korktun ama değil mi Çolak emmi” diye soran Sinan’a okkalı bir hastir çekti ve “Anan olsaydı dölden kesilirdi piç” dedi. “Oğlum, elini uzattın, helvayı vermedim, niye kalkıp üzerime geliyorsun?”
Sinan; “Ne yapayım, helva elimi yaktı” diyerek gülmeye başladı.
“Eline itler sıçsın fırlatmanın çocuğu. Ya ben kalp krizinden ölseydim?”
Gençlerin hepsi sözleşmişler gibi onu anında omuzlarına alıp, kahvenin içinde dolaştırarak; „En büyük Çolak emmi, başka büyük yok“ diye bağırmaya başladılar.
O anda bir şey hatırladı Çolak ve „Koç“ diye bağırdı, „Koç nerede ula dürzüler!“
Haydar cebinden çıkardığı parayı Çolak’a uzatarak, „Biz kimin yeğeniyiz emmi“ dedi, „Biz Çanakkale’de Anzaklarla çarpışmış, paşanın askeri Çolak emminin yeğenleriyiz, sözümüzde dururuz elbet!“
Abdulkadir Konuk
İnceleme ve tespit çalışmalarının devam ettiği açıklandı
Siber Suçlarla Mücadele Müdürlüğü sosyal medya hesaplarına inceleme başlattı, bu sabaha dek 91 hesapla ilgili işlem yapıldı
Emniyet Genel Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Müdürlüğü, İdlib’teki saldırının ardından “sosyal medyadan provokatif paylaşımlarda bulunanlarla” ilgili inceleme başlattığını açıkladı.
Bu sabaha kadar 91 sosyal medya hesabıyla ilgili işlem ve tespit yapıldı.
İnceleme ve tespit çalışmalarının devam ettiği açıklandı
Emniyet Genel Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Müdürlüğü, İdlib’teki saldırının ardından “sosyal medyadan provokatif paylaşımlarda bulunanlarla” ilgili inceleme başlattığını açıkladı.
Bu sabaha kadar 91 sosyal medya hesabıyla ilgili işlem ve tespit yapıldı.


İdlib operasyonuna dair sosyal medya paylaşımı yapan bir kişi tutuklandı; 43 kişi hakkında adli işlem yapıldı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, İdlib’deki saldırının ardından sosyal medyada yapılan paylaşımlarla ilgili soruşturma başlatıldığını açıkladı.
Ancak halihazırda internet erişimindeki kısıtlamalar sürüyor.  İnternetteki erişim kesintilerini gerçek zamanlı takip eden NetBlock.org, İdlib’te Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) yönelik saldırı sonrası Türkiye’de sosyal medya platformlarına erişiminin engellendiğini raporladı.
Başsavcılıktan bugün yapılan yazılı açıklamada, “Suriye'nin İdlib şehrinde gerçekleştirilen menfur saldırı sonucu şehit edilen askerlere ait olduğu yönünde sosyal medya üzerinden provokatif amaçlı ve gerçeğe aykırı olarak yayımlanan video, resim ve paylaşımlar hakkında ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’, ‘kanunlara uymamaya tahrik’ ve ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlarından re'sen soruşturma başlatıldığı” ifade edildi.
Emniyet Genel Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Müdürlüğü, İdlib’teki saldırının hemen ardından “sosyal medyadan provokatif paylaşımlarda bulunanlarla ilgili” inceleme başlattığını açıklamıştı. (AS)

Back To Top