
Giriş;
sınıfsızlaştırılmış ve örgütsüzleştirilmiş bir dönemden geçmekteyiz. Böylece teori ve politika, özgürlüğe, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın kurtuluşuna adanmış yaşam pratiğini adeta dışlar hale gelmiştir. Dolayısıyla teorinin ideolojik temeli ile onun politik / pratik temeli arasında ki kopuşun artan oranda ilerlemesi, insanın temel krizinin bir göstergesi haline gelmesine de yol açan nedenlerin başında sayılabilir. İşte böyle derin bir kriz döneminde Lenin’i düşünmenin, onun teori ve pratiğini yeniden bilinçlere çıkarmanın neden bu kadar hayatiyet taşıdığı kendiliğinden anlaşılabilir olsa gerek.
Lenin’in 135.doğum gününde (22 Nisan 1870) onu yeniden hatırlamak demek hem komünist Lenin’i hem de insan olan Lenin’i hatırlamak demektir. Lenin’i hatırlamak gelişmiş insanı hatırlamaktır. Dahası onu hatırlamak demek, insanın insanı sömürmediği özgür bir toplumda yaşamasına ilişkin öngörülerini hatırlamaktır. Elbette Lenin, sadece kapitalizmin derin kriz dönemlerinde proletaryanın kurtuluş yolunu göstermekle kalmadı, aynı zamanda bütün insanlığa da kurtuluş yolunu göstermesiyle diğerlerinden ayrılmış özel bir kimliktir. Tam da Lenin’i hatırlamak demek bütün bunları hatırlamak demektir.
Genellikle kendi literatürümüzde Lenin’in öyküsü yeterince bilindiği sanılır. Onu çok okuduğumuzdan dolayı anladığımız sanılmıştır. Peki ama gerçek böyle midir? Sanmıyorum. Ne yetmişler dünyasının şabloncu / dogmatikleşen yargıları içinde ne de son yirmi beş yılın unutulmuş veya unutturulmuş yargılarında Lenin’in yeterince anlaşılmış olduğu söylenemez. Lenin okuması demek Lenin metinlerini düz ve beyaz bir yaprak üzerinde okumak demek değildir. Lenin’i okumak sağdan sola Kuran metinleri gibi ezberlemek de değildir. Lenin’i okumak demek, “acılı dünyanın ezgisini” yürekte hissederek okumak demektir. Buradan esaretten kurtuluş yolunu çıkarmak ve insanın gerçek bir insanal kimliğine bürünmesinin mücadele metodunu anlamak demektir. Lenin demek kurtuluşun sentezsel programı demektir çünkü. O nedenle Leninizm, Marksizm’in ayağa kalkmış canlı bir ruhudur.
Kuşkusuz ben bu yazıda Lenin’in ne kişisel yaşamının ne de politik yaşamının kapsamlı bir dökümünü yapacak değilim. Yapmaya çalışacağım; bir yüzyılın kapanmış ve yeni bir yüzyılın açılmış olduğu bir dönemde, başka bir deyişle kapitalizmin politik, kültürel ve ekonomik bunalımının derinleştiği, paylaşım isteğine dayanan savaşlarda milyonlarca insanın yok edildiği derin bir kriz döneminde, yani 20. yüzyıl başlarında, daha çok Lenin profilinin değişim açısından ne anlam ifade ettiğinin altını çizmek olacaktır. Esası ise buradan bugüne bir yanıt oluşturmaktır elbette. Bunun temel nedeni soyut düşünceler içinde bilgimizi yeniden tazelemek değildir, tersine yeni bir yüzyıla girmiş iken yaşadığımız krizin derinliğinin 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş çağında ki krizin başka bir benzeri, ama bu sefer daha da derin ve kapsamlı bir kriz sürecinin içinden nasıl bir yol bulacağımızın ip uçlarını bulmak ve onu gündelik yaşamımızın bir parçası haline dönüştürmektir. Lenin okuması böyle anlaşılabilir ancak. Lenin’e ve Lenin düşüncesi ve pratiğine bu nedenle gereksinim duyulmakta ve onun yolundan yürünürken ezilenler cephesinden nasıl bir yanıt geliştirileceğinin yol haritasını onun yaratıcılığından çıkarmaktır esas olan. Bu yazı Leninizm’in ruhunu işlevsel kılacak bir moment yakalayabilirse amacına ulaşmış sayılacaktır. Dahası at izinin it izine karıştığı böyle kaotik bir dönemde Lenin öyküsü, devrimci kuşağımızın eğitiminde bir temel sağlar, düşünce ve davranışlarımızda yeni bir açılıma neden olabilirse amacına da ulaşmış olacaktır. Umalım ki öyle olsun.
Bir insan, bir yoldaş olarak Lenin;
Lenin kişiliğinde ete kemiğe bürünen ve onun düşünce ve eylem boyutunda ortaya çıkan devrimci gücünün nereden geldiğini göstermek her şeye rağmen önem taşır. Elbette güncel anlamda “Marksizm krizinin” yaşandığı bu dönemde, böyle bir kişiliğin somutluğunda çözüm dilinin gösterilmesi, 21. yüzyıl devrimci kuşaklarının da önüne koyulmuş barikatları aşmanın temel dinamik bir gücü demektir.
Bugün “yaşayan Marksizm”, devrimci anlamda aydınlanma rolünden ve işlevinden kopmuştur. Bu anlamda Marksizm’in bir Rönesans evresinden çıkması, insan yaşamında ve pratik ilişkilerde nasıl bir boşluğa düşülmüş olduğunu gösterir. O halde sorun hangi ellerde ve nasıl bir krize sokulmuştur? Kesinlikle ‘Marksizm krizinin’ kapsamı bu öğretinin kendisinden kaynaklanmıyor, tersine krizden çıkış yanıtlarını da gösteriyor ama, sorunun bu yanıtları insanlığın beyninden nasıl olup ta uçup gitmiştir? Elbette yazının başlıca amacı bu sorulara bir yanıt üretmek değildir ama, tarihin böyle bir aralığında Lenin kişiliğinin kriz çözümlemelerinde nasıl bir rol oynadığını, hem felsefi hem de tarihsel boyutları ile yeniden üretmek ve yeniden göstermektir. Bir deneysel çözümleme olarak... Lenin neden çağı bu kadar derinden etkilemiştir? Hala onun çizmiş olduğu yol ve ileri sürdüğü argümanlar neden güncelliğini yitirmemektedir? Dolayısıyla 21. yüzyıl krizinin atlatılmasında Lenin düşüncesi ve pratiği bizlere yeniden bir yol haritası çizebilecek midir? Sorunların esası bunlardır aslında.
Burada bu sorulara cevap oluşturmadan önce, Lenin üzerine bazı temel noktalara parmak basmakta yarar vardır;
a. Lenin’in ayrıcalığı Marksizm’in sadece öğreti / kuramsal düzeyde değil, daha önemlisi onun dinamik ve canlı ruhunu çok iyi kavramasıyla diğerlerinden ayrılır. Dolayısıyla bilimsel bir öğreti anlamına gelen Marksizm, sürekli yeni koşullarda üretilebilen dinamik ve bilimsel bir sistemdir. Bu anlamda Marksizm bir doğmalar yığını değildir. Ama en iyi veya en doğru bir öğreti bile, işin erbabı olmayan birisinin elinde en kötü sonuç verebileceğini tarih kanıtlamıştır bize. Lenin tarihin ender kişisi olarak dehasal bir kafa yapısı ile çağının en karmaşık sorunlarını bile Marksizm metodu ile çözümleyebilmiş ender bir kişiliktir. Onun özel üstünlüğü de burasıdır.
b. Lenin, politik sorunlar ile örgütsel sorunlar arasında kopmaz bir ilişki olduğunu çağın koşulları içinde en doğru biçimleriyle göstermiş olmasıyla da ayrıcalıklıdır. Parti örgütlenmesi ile politik gelişmeler arasında ki bağı görmek özel bir ayrıcalık değildir ama, önemli ayrıcalık politik gelişmeler karşısında hem teori alanında hem de örgüt alanında ki doğmacılıkla ve sınıf uzlaşmacılığıyla savaşabilme yeteneğidir. Çünkü yanlış kurgu her zaman “örgütsüzleşme” ile sonuçlanacaktır Lenin’e göre.
c. Lenin’in temel bir üstünlüğü de onun hem reel politikalarda hem de taktik politikalarda ki olağanüstü yeteneğidir. Bu yeteneğinin arkasında elbette doğru teorik bir temel ve doğru bir politik strateji vardır. Teori onun elinde ideolojik bir temel kazanmış, politika ise sınıf kavgasında bir pratik temel bulmuştur. Marx’ın “filozoflar dünyayı yorumlamakla kaldılar, esas olan onu değiştirmektir” sözünün hayat bulduğu asıl temel Lenin pratiğidir çünkü. Onun başarısı bu politik hareketi işçi sınıfı içinde nasıl maddi bir güce dönüştürüleceği ve bunu nasıl uygulayacağı sorununda gözlemlenmiştir. Çünkü Lenin’e göre her şeyin merkezinden proletarya ve proletaryanın dünya görüşü vardır.
d. Lenin sadece proletaryanın değil, bütün bir insanlığın da ilkesel bir dava adamıdır. Ona göre insanlığın kurtuluşu proletarya davasının yolundan ilerlenirse gerçekleşecektir. Onun için merkeze sınıf mücadelesi bu nedenle alınmıştır. Onun yaşam biçimi bu davanın içinde gizlenmiştir. Onda ki derin bir ruhsal biçimidir bu. Gerçek anlamda o bir yoldaştır; hem sıradan bir insandır hem de erişilmez bir insan. Hayat dolu, sevgi dolu, arkadaş canlısı, işçinin acısını yüreğinde birleştiren bir insandır Lenin. Balık tutan, briç oynayan, şakalaşan, avlanan bir insan vardır karşımızda. İlkelerinde katı, asla kişisel anlamda kindar olmayan ama, sınıf davasında sınıf kinini yüreğinde her zaman büyüten bir insan vardır karşımızda.
e. Lenin dili polemiklerde serttir. Bu dil eleştiri konusu dahi yapılmıştır. Ancak bunu o koşulların sert sınıf kavgası içinde anlamak gerekir. Mesela Martov ile polemiklerinde bile bu sert dil kullanılmıştır. Ama onun Menşeviklere yönelmesinden sonra derin bir acı ve üzüntü duyması boşuna değildir.1 Ama Lenin davasını savunmasında her zaman katı bir çizgi izlemiştir. O ne başarıdan bir baş dönmesi ne de başarısızlıktan bir yılgınlık göstermiştir. Hatalar karşısında acımasızdır ama esnek ve soğukkanlıdır da. Duygularını politik mücadele de asla göstermez. Ama bu onun duygu yüklü olmadığı anlamına da gelmez. Mütevazi ve alçakgönüllüdür Lenin. Parlak söylemlerden kaçınan, hatiplik gösterisi yapmayan, halkla konuşurken açık ve anlaşılır bir dil kullanan bir insandır. Onda gerçek asla abartılmaz. O sadece Marx’tan veya Hegel’den öğrenmez, sıradan bir işçiden de öğrenir. Onun bitmez tükenmez bir öğrenme tutkusunu düşmanları bile teslim etmiştir.
f. Lenin için pratik her zaman belirleyici olmuştur. Ama bu teorik bir temele dayanmadan olmaz. Lenin praksis felsefenin dava adamıdır. Ancak varlığın kendisinde vücut bulan bütünsellik, teori olmadan tümünü kavramak anlamına gelmez. Bilginin sonsuzluğu ne kadar doğru ise, pratik / üretim içinde olan sınıf veya bireylerin belirli anda ki bir kuramsal anlatımın kavranılması da o kadar doğrudur. Burada güncellik ile bütünsellik arasında kısmen bir kısır döngü ortaya çıkacaksa da, bunun çözümü pratik tarafından gerçekleştirilecektir. Bunun ilk yolu da yapının ve kadronun hazırlığına adanmış yaşamdır. İşte Lenin kişiliğinde böyle bir adanmışlık ve böyle bir hazırlanışın bütün teorik / pratik veçhelerini görmek mümkündür. Onun en yaratıcı özelliği, her zaman eyleme hazır olmasıdır ama, aynı düzeyde her pratik gerçeklikten muazzam teorik dersler çıkarabilen uzak görüşlü bir kişilik olmasıyla da ayrılır. Eylem ile teori arasında her zaman bir süreklilik vardır, olmalıdır. Ara molalar yoktur onda. Kazanımları hem korumasını iyi bilmiş hem de devrimin sürekliliğini bir yaşam tarzına dönüştürmüştür. Dolayısıyla her an eyleme hazır bir vaziyette durmuştur. Lenin böyle bir varoluş içinde daima pratiğe bu nedenle öncelik vermiştir. “Devlet ve Devrim” eserinin bir yerinde şöyle yazmıştır; “Devrim deneyi içinde yer almak, devrim üzerine yazmaktan çok daha zevkli ve yararlıdır.”
g. Lenin davanın en büyük demokratıdır. Tarihin en karmaşık ve en çelişkili bir bölgesinde Rusya’da, üstelik tarihsel olarak demokratik bir geleneğin dahi yaşanmadığı bir yerde Lenin, gerek parti iç işleyişinde gerekse SSCB’de en üst düzeyde demokrasiyi uygulayan, işçi ve emekçilerin söz ve karar sahibi olduğunu bilen, onu bilince çıkaran ve bunu pratikte azami düzeyde gösteren Lenin’den başkası değildir. Sonra ki sürecin bürokratikleşen eğilimlerinin Sovyet ülkesinde nasıl bir yıkıma yol açtığını biliyoruz artık. Ölümü arifesinde o, ısrarla bürokratlaşma eğilimine dikkat çekmiş ve onun önüne geçmek için bir dizi tedbirin alınmasında yoldaşlarını ikna etmeye çalışmıştır. Aslında Lenin, bu süreci önceden görmüş ama, yaşamının kısalığı buna engel olmuştur. Şu örnek bile Lenin’in SSCB’de demokrasi ve hukuk ilişkilerine ne derece önem verdiğini gösterir; o, devrimin fedaisi Kamo’nun devleti korumak adına bireysel kararla düşmanlarına karşı uyguladığı eylem sonrasında ki tartışmasında Lenin ona, “SSCB’nin başıboş bir devlet olmadığını, ama bir sosyalist hukuk devleti olduğunu” hatırlatmasını hepimiz biliriz. Elbette sosyalist demokrasi sorunu bugün içinde bu deneysel pratiklerden sonra tartışılması gereken en temel sorunların başında gelir. Ve bu anlamda Leninizm ruhunu kavramaya dönük bu çaba, aslında sosyalist demokrasi meselesinde baş gösteren sorunların çözümü için de kaçınılmaz bir yoldur.
Bir düşünür ve bir eylem adamı olarak Lenin;
Lenin Marx’dan sonra proletarya hareketinin en büyük düşünürüdür. O bu anlamda ne Rusya’nın ne de herhangi bir bölgenin politik önderidir. O bütün bir dünya proletaryasının önder bir kuramcısı ve pratik bir eylem adamıdır. Lenin, Rusya’nın sorunlarından ve çözümlemelerinden ortak ve genelleşen bir kuram yaratmış ve bu anlamda aynen Marx’ın izlediği yolu izlemiştir.
Nasıl ki Marx’ın kendi döneminde İngiliz fabrika sisteminin ekonomisi ve politikası üzerine araştırmalar yaptıysa ve buradan kapitalizmin makro özelliklerini hem teorik hem de tarihsel olarak çözümleyip sonuçlarını ortaya çıkarmışsa, Lenin de aynı şeyi Rusya’nın öznelliği üzerinden yapmış ve özellikle üçüncü dünyaya ilişkin kapitalizmin ilişkilerini ve sorunlarını çözümlemiştir. Lenin böylece çağın ana eğilimlerini gerçek olan bu pratik özün üzerinden yapabilen bir düşünürdür. Bütün gelişmelerin arkasında bu ana eğilimi saptayan Lenin, günlük olayları es geçmeden bu ana eğilimi çağın belirleyici temel bir sorunu olarak görüyordu.
Bu temel yargı üzerinden hareket eden Lenin, Rusya’nın gelişme sorunlarını yarı-feodal mutlakıyetçi bir yönetim altında kapitalizmin oluşumunu ve geri bir köylü ülkesinde sosyalizmin sorunlarını tanımlıyordu. Aynı zamanda kapitalizmin vahşetini çok iyi tanımlayan Lenin, onun son aşamaya doğru ilerlediğini, proletaryanın ve ezilen insanlığın sınıf mücadelesi yolu ile bu ilerlemeyi hızlandıracağını ve bunu proletaryanın çıkarlarına doğru yöneltebileceğini gösteriyordu. Bugün bazılarının iddia ettiği gibi bu öngörü doğrulanmamış değil, tersine arada ki kopuşlar (ki esası proletarya davası adına hareket eden yapıların tutuculuğu ile burjuvazinin kapitalizmi yenileme dinamiği bağlamında) sayesinde uzamıştır. Çünkü kapitalizm düne göre artan oranda bütün canlıları ile doğayı yok eden canavarlaşan bir sistem olarak bütün çelişkileriyle birlikte varlığını sürdürmeyi uzatmış ve bunda başarılı da olmuştur. Bu varlığın yıkımı insanlığın bilinci ve eyleminde bir anlam ifade etmiyorsa suçu Lenin’e değil, bunları başarma iradesinde ortaya çıkan bu yapıların iradesizliklerinde görmek daha doğru değil midir? Ama yine de bu sorun başlı başına bir tartışma konusu olmaya adaydır.
Lucas Lenin için, onun temel düşüncesinin, hatta onu Marx’a bağlayan noktanın “devrimin güncelliği” olarak saptar bir yazısında. Çünkü ona göre sınıf mücadelesi kavramsal ifadesi olan tarihsel maddecilik, teorik olarak ancak tarihsel bir anda pratik olarak güncellik kazanması ile formüle edilebilirdi. Bana göre de bu doğru bir saptamadır. Bu anlamda ne Marx ne de Lenin proletarya devrimini, yani devrimin güncelliği sorununu, işçi sınıfının barikatların arkasında dövüşürken gören vasat bir kafaya sahip değildiler. Tersine onlar dehasal bir kafa açıklığı ile proletarya devriminin güncelliğini ve kaçınılmazlığını olayların arkasında ki bu gerçeklikte saklı olduğunu, proletaryanın devrimci ruhunda ve kapitalizmin çelişkileri içinde saklı olduğunu biliyorlardı. Sınıf devriminin en geri dönemlerinde bile bu kafa açıklığı vardır onlarda. Onun için Marx, devrimi proletaryanın sefaletinde değil, tersine proletaryanın “eski toplumu yıkacak ve yeni toplumu kuracak” devrimci özünde görmesi nedensiz değildir. O nedenle kapitalist sistemin içinde ki çelişkilerden temel sorunu, devrim sorununu çıkardılar. Yerel deneyleri bu perspektiften incelediler.
Şimdi bu vasat kafalar, özellikle bugünlerde kapitalizmin yıkılmazlığını ve onun üstünlüğünü, böylece devrimin olanaksızlığını vaaz edebilmektedirler bize. Burada onlar proletaryanın devrimci rolünü yok sayıyor, kaçınılmaz bir şekilde emekçilerin kapitalizme biat etmesini telkin edebiliyorlardı; “yıkamıyorsak hiç değilse kapitalizmde insanca yaşayalım” diyorlardı. Onun için sosyalizm yerine “demokrasi” sakızı ağızlardan düşmüyordu. Onun için proletarya diktatörlüğü adeta literatürlerinden silinmişti. Onun için komünist örgütlenme tu kaka ilan edilebilmişti vs.
Tam da Lenin böyle kaotik bir dönemde, yani ortalıkta koca koca büyük Marksist “ağabeylerin” cirit attığı ve II. Enternasyonal’ın oportünist tezlerinin ortalığı sardığı bir çağın geçiş döneminde ortaya çıkmış ve başarısı da bu dönemde tarihsel bir anlam kazanmıştır. Çünkü Lenin uzun bir süredir Marx’ın bu temel tezlerini çekmecelere kilitleyenlerle hesaplaşmaya girmiş, teorinin saflığını korumuş ve onu emekçilerin yaşamında anlamlaştırmaya çalışmış ve onun canlı ruhunu yeniden diriltilmiştir. Adeta Leninizm olarak adlandırılan bu süreç Marksizm’in yeniden ikinci bir doğuş dönemdir.
Şimdi ise soru şudur; bugün Marksizm üçüncü bir doğuşa dönemine gebe değil midir? Eğer bu soru anlamsız değilse, arkasından yeni bir soru daha sormak gerekir; bu dönemin açılımı yeniden Lenin’in teori ve pratiği içinde bir yol bularak ilerleyebilecek midir? Bütün mesele budur.
Marx’ın ölümü sonrasında Lenin, tarihsel sürecin yeni olanaklarını ve yeni adımlarını öğretiye katmasını bilen tek önderdir. Lenin bu anlamda asla Marx’ı düzelmeye kalkmadı. Onun yolundan yürüdü. Teoriyi yeniden üretirken politikayı ve politik mücadeleyi yeni koşullar içinde yeniden tanımladı. Lenin de merkez düşünce aynen Marx’ta olduğu gibi proletarya ve proletaryanın sınıf mücadelesidir. Çünkü hala devrim kaçınılmaz bir zorunluluk olarak, işçi sınıfının gündeminde duran toplumsal bir olgudur.
Bugün kapitalizmin daha da yıkıcı bir şekilde küresel bir aşamaya gelmiş olması, hem devrimin kaçınılmazlığını ve güncelliğini göstermektedir hem de işçi sınıfının omuzlarına düşen ağır görevini...Yeni bir “insan soykırımı” ve aynı zamanda “doğa soykırımı” anlamına gelen kapitalizmin insanı, doğayı ve canlıları yok eden yeni süreci, onun öngörüleri doğrultusunda omuzlarımıza ne kadar ağır bir görevin düştüğünü de hatırlatmaktadır bize. Bugün devrimin bilinçlerden kopartılmış olmasından hareketle devrimin güncel olmaktan çıkmış olarak gösterenlerin, nasıl bir vasat kafaya sahip olduklarının da temel bir kanıttır bu. Oysa bütün göstergeler ve olayların dili, yani gelişmelerin arkasında ki bu canlı gerçeklik tap teze duruyorken, devrimi bilinmez bir zamana atmak ya da tümüyle tarihsel hafızalardan silmek bu sıradanlaşan oportünist kafanın doğal bir görünümü değil midir? Lenin’in en büyük başarısı, sadece devrimden korkan, kaçan veya mazeret üretenlerden kopması ile ayrılmaz, aynı zamanda kendi çağdaşları olan küçük burjuva devrimciliğinin sınıfa karşı olan güvensizliği başta olmak üzere “komplocu” bütün teorik tezleri ile de ayrışmasıyla bilinir.
Bu nedenle Lenin çağımızın en büyük düşünürü ve eylem adamıdır.
Lenin’e göre proletarya neden devrimde öncü bir sınıftır?
Avrupa da kapitalizmin gelişmesi, Rusya gibi feodal ya da yarı feodal yapıların güçlü olduğu bir dünyada kaçınılmaz olan bir gelişme yolu muydu? Sosyalizm bu ülkelerde ilerleyebilmesi için kapitalizmin gelişme yolunu izlemesi zorunlu muydu? Devrim bu ülkelerde hangi yolu izleyecekti? Devrimin öncüsü hangi sınıf olacaktı? Bu ve benzer sorular Lenin’e kadar açık, berrak ve net bir şekilde cevaplandırılmamıştı.
Elbette Lenin, Rusya da kapitalizmin gelişmesi zorunluluğunu öngörmüştü. Marx’ın ileri sürdüğü kapitalizmin gelişme yolunun, yani “ilkel birikim” yolunun Rusya gibi ülkelerde de olacağını yadsımıyordu. Bu gelişmenin tarihsel bir ilerleme anlamına geleceğini de biliyordu. Ama o asla işçi sınıfının ve öncü partisinin, kapitalizmi desteklemesi anlamına gelmeyeceğini de öngörüyordu. Elbette kapitalizmin bu gelişmesi proletarya için bir temel, bir güç merkezi olmasına yol açacaktı. Sınıf mücadelesinin koşullarını daha da güçlendirecekti. İşçi sınıfının bağımsız bir kimlik ile tarih sahnesine çıkacağını da öngörüyordu Lenin. Bu aynı zamanda teorik olanın politik karşılığını yaratacaktı. Ama bütün bunların kapitalizmi desteklemek ve bu sürecin tamamlanması beklemek anlamına gelmeyeceğini, bunu savunmak demek sınıf uzlaşmasına yol açılması demekti. Lenin bu düşünceleri elinin tersiyle reddetti. İşte Menşeviklerle ayrıldığı esas temel burasıydı. Bu görüş dikkate alınsaydı doğal olarak sınıf mücadelesini tatil etmek gerekecekti. Çünkü Lenin ilk yolun taşıyıcısı sınıfın proletarya olduğunu, oysa kapitalizmin gelişmesinin tamamlanmasını bekleyen bir politikanın taşıyıcı sınıfının ise proletarya değil, burjuvazi olacağını biliyordu. Eğer bu politika dikkate alınacak olsaydı, proletarya burjuvazinin yedeğine düşecekti.
Bu anlayıştan oportünistlerin sonraki takipçileri daha da ileri giderek, kapitalizmin gelişmesinin tamamlanmasının demokrasiyi de yaratacağını söyleyeceklerdir. Şematik bir kafanın en ileri halkası da burasıydı zaten. Tarih adeta tekerrür ediyor ve 21. yüzyılda oportünistler de aynı yolu izleyerek “liberal demokrasiyi” sosyalizmin karşısına alternatif olarak çıkarıyorlardı. Gelişmiş kapitalizm olan AB’ye katılırsak bize de demokrasi gelir diyenleri burada bir kez daha hatırlamakta yarar da vardır.
Rusya gibi ülkelerde kapitalizmin gelişmesi hem “devrimci” yolu, hem de tedrici-iç (Prusya yolunu) başkalaşım yolunu olanaklı kılabilirdi. Ama Menşeviklerin sormadığı temel bir soruyu Lenin sorar burada; bu her iki yoldan hangisinin gerçekleşeceğini belirleyen nedir? Bu soruya yine sadece Lenin cevap verir; sınıf mücadelesi.
Çünkü proletarya feodalizmden kapitalizme, oradan da sosyalizme geçiş süreçlerinin tek belirleyici gücü olmuştur her zaman. Sonucu belirleyen mücadele proletaryanın mücadelesidir. Köylüler yekpare bir sınıf değildir ve sınıfsal konumlarından dolayı kavgayı sonuna kadar götüremezler. Lenin bu nedenle merkeze proletaryayı almış ama, işçilerle köylüler arasında ittifak politikasını da bu nedenle öngörmüştür.
Sınıfın politik örgütlenmesinde yeni bir aşama; Bolşevik Örgütlenme;
Lenin’e göre Bolşevik örgütlenmenin temel esprisi hangi mantığa dayanır?
Proletarya ve emekçi sınıflar yekpare homojen bir sınıf değildir. Aynı temele dayanmış olsalar da farklı kültürel biçimlenişler vardır sınıfın içinde. Çünkü emekçiler kapitalizm şartlarında gündelik olarak ideolojik, politik ve kültürel olarak sürekli bir abluka içindedirler. Aynı zamanda proletarya tepeden tırnağa silahlanmış bir düşmanla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu nedenlerle karmaşık olan sınıf yapısı içinden en fedakar, en kararlı, davaya kendini bağlamış ve parti disiplinine tabi devrimcilerin seçilerek üye olduğu bir örgütlenme zorunluluğu bu nedenlere dayanmaktadır. Bu bir yerde profesyonel devrimcilik sürecidir.
Lenin’in bu öngörüsünün o güne kadar bütün tarihsel dönem içinde sınıf mücadelesinin deneylerinin sonucunda ortaya çıkarılmış bir örgütlenme biçimi olduğu unutulmamalıdır. Gerek burjuvazinin katı örgütlenmesinden gerekse II. Enternasyonal deneylerinden, özellikle Avrupa da ki parlamenter avanaklığına dayanan örgütlenmenin yenilgi deneylerinden süzülerek ortaya getirilmiş bir biçimdir. Yaşamın pratik sürecinden çıkartılan hem bilinçli bir çabanın ürünü hem de deneysel bir çabanın sonucu olarak geliştirilen bir örgütlenme biçimidir.
Ancak şu sorular karşımıza çok çıkarılmıştır; bu tür bir örgütlenme yozlaşmaya açık ve demokratik işleyişi sınırlayan bir süreci yaratmaz mı? Ya da devrimciler sınıfın yaşamından koparak komploculuk yoluna giren bir kimlik kazanamazlar mı? Ya da yaşanan süreçlerin böyle bir pratiği doğrulamış olması, bu örgütlenme biçiminin yanlışlığının da kanıtı olarak düşünülemez mi? Kuşkusuz bu sorular anlamsız değildir ama, bu nesnel örgütlenme projesinin geçersizliğini ispatlayan bir neden de değildir. Çünkü nedensel gerekçeler ortadan kalkmadığına göre, bu örgütlenme modelinin geçersizliği de ilan edilemez. Oysa yapı içinde bu sorunların çözümü mümkündür. Çünkü parti içinde her tür kaymanın varolması kapitalizm şartlarında daima mümkün olan bir göstergedir. Ancak bu mümkünlük aynı yapı içinde hem önderliğin kuramsal örgütlenme politikasının olabildiğince demokratik işlerliliğini güvenceye alacak bir yapının inşasını hem de kadro bileşiminin proletarya lehine büyütülmesinin güvencesini sağlayacak bir organizmanın gerekliliğini zorunlu kılar. O halde yapının içinde bu sorunların çözümü olanaklı bir sorun ise, bu Bolşevik Örgütlenmenin kuramsal olarak yanlış olduğunun bir kanıtı olarak sunulamaz. Çünkü devrim yolu Lenin’in de dediği gibi Nevski bulvarında yürümeye benzemez. Engellerle dolu bir yoldur bu. Düşman karşımızda tepeden tırnağa kadar silahlanmıştır. Bolşevik örgütlenmenin esinlendiği temel de burasıdır. Kapitalizmin kıyıcılığı karşısında Leninist örgütlenme, bu nesnel koşulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır çünkü. Sınıfın heterojenliği içinde öncü güçlerin en doğru seçimine dayanmak zorundadır. Elbette tehlike her zaman vardır. Önderlik ne kadar yetkin ise partiye üye olanların ağırlıklı kesiminin sınıfın içinden gelmesi ve özenli bir seçime dayanması da o kadar zorunludur. Örgütlenmenin görevi komplo yapmak değildir. Atıl kitleyi harekete geçirmek için “bireysel terör” eylemleri yapmak da değildir. Oysa Bolşevik Örgütlenme, sınıfı ve sınıf mücadelesini yöneten harekettir. O nedenle Lenin, politik sorunlarla örgütlenme sorunlarının mekanik olarak birbirinden ayrılamayacağını hatırlatır bize. Bu düşünce üstelik tarihsel olarak haklı da çıkmıştır. Çünkü bu örgütlenme biçimi, sınıf hareketinin ideolojik, politik ve kolektif hareketinin yaratılması için ileriye atılan bir organizmadır. Taşıyıcı bir araçtır ama, asla bir amaç değildir. Parti kendini devrimin yerine koyamaz. Tersine parti sınıfı devrime hazırlamak için vardır. Elbette yaşanan olumsuz deneyler, mesela partiyi sınıfın yerine ikame eden düşünce pratiği vs. bize yeni bir bakışı ve bu deneysel örneklerden yararlanmayı elbette emreder. Ama bu tartışma Leninist örgütlenmenin geçersizliğine asla bir kanıt oluşturamaz.
Burada tarihsel olarak iki yanlış üzerinde durmak gerekir; bunlardan ilki Kautsyki’nin temsil ettiği partinin devrimci eylemin ön koşulu olduğuna ilişkin tespitidir. Bu yanlıştır. Çünkü parti devrimin ön koşulunu oluşturmaz. Parti, sınıfı ve sınıfın devrimci eylemini yaratmaz, tersine onu devrime hazırlar ve belirlenmiş hedeflere doğru yönlendirir. İkinci yanlış Rosa Lüksemburg’un düşüncesinde ortaya çıkan hatalı yaklaşımdır. O, partinin devrimci kitle hareketinin bir ürünü olduğunu ileri sürer. Bunun bir yanı doğrudur. Ama yetersizdir. Evet, parti sınıf eyleminin bir ürünüdür ama, sınıfın eylemi ile parti etkileşiminde bilinçli öğe adeta unutulur. Şöyle düşünelim; sınıfın her devrimci eylemi otomat olarak devrimci bir partiyi yaratacak diye bir şart var mıdır? Oysa burada bilinçli bir atılım, bilinçli bir çaba olmadan olmaz. Tersinden şöyle de düşünebiliriz; sınıf eylemsiz ve durağan bir dönemde ise partinin durumu ne olacak, bu açık değildir. Bu anlamda Lenin de ki parti oluşumu için bilinçli müdahale ve hazırlık dönemi adeta anlaşılmaz hale gelir.
Parti için bir dizi tehlike her zaman olmuştur. Özellikle üyelik seçiminde bölünmeye kadar giden tüzük maddesinin birinci kısmında ki tartışmalar hatırlayalım. En katı bir seçime dayanan bu deneysel pratik, toplumda ezilenlerle mutlak bir dayanışma ve kendini davaya mutlak bir tarzda teslim etme anlayışından kaynaklanır. Menşevikler ise bu iki kutbun aynı parti içinde birleşmesine dayanması gerektiğini söyler. Bu aynı zamanda yapı içine her türden insanın üye olduğu bir temeldir. Dolayısıyla burada sınıfı devrime hazırlayan bir parti yerine, sistem içi reformlara hazırlanan bir parti geçer ki, bu da liberal anlamda burjuva partilerinden ne farkı kalabilir? Aslında bu bölünme doğrudan politik anlamı olan bölünmedir.
Teorik doğmacılık, örgütlenmede katılaşma veya esneklik yoksunluğu, taktik önderlik ile örgütün ayrılmazlığı arasında ki ilişkinin kopuşu vs. bir dizi sorun parti için tehlikeleri gösteren başlıca sorunlar olmuştur her zaman. Aynı zamanda Lenin, örgütlenme biçiminde baş gösteren legal ile illegal yapı ilişkilerinde ki ayrımlaşma da genel geçer bir yaklaşım göstermez. Tek yönlü bir anlayışa sahip değildir Lenin. Bu sorun koşullarla ilgili bir sorundur ve asla devrimciliğin bir kriteri de değildir.
Bir başka gösterge noktası, parti ile sınıf arasında ki ilişkinin çok açık bir şekilde koyulmasını gerektirir. Marx bunu Manifestoda net olarak belirlemiştir; Marx’a göre, farklı ülke proleterlerinin her tür milliyetten bağımsız olarak sınıfın ortak çıkarlarına tekabül etmesini zorunlu kılar. İkincisi parti, sınıfın geçmek zorunda olduğu değişik aşamalarda her zaman hareketin çıkarlarını temsil etmesi gerekir. O anlamda parti, sınıfın en kararlı ve en ileri kesimlerini içinde barındırmak zorundadır. Yine Marx’a göre partinin teorik olarak, proletaryanın büyük yığını üzerinde, sınıfın nihai genel sonuçlarını anlama üstünlüğüne sahip olmasını emreder.
Lenin’e göre Bolşevik Örgütlenme tipini diğer partilerden ayıran en temel nedenin ikili bir sonucu vardır; ilki proletarya içinde ki farklılaşmaların olmasıdır. Bütün sınıfı değil ama, en ileri ve en bilinçli kesimlerini kapsar. Bunu kısaca izah etmiştik. İkincisi ise diğer sınıflarla ittifakların zorunluluğudur. Bu zorunluluğun nedenleri açıktır. Devrim her şeyden önce proletaryanın tek başına üstleneceği bir sorun değildir. Özellikle geri kalmış köylülüğün belirgin olarak ağırlık taşıdığı ülkelerde bu daha da geçerli bir söylemdir. Her ikisinin de temelinde sınıf bilinçli bir öğenin titiz bir şekilde bağımsızlığını koruması vardır. Zira Lenin burjuvazinin sınıf içinde ki farklılaşmayı tetiklemesi, onun ideolojisini, politikasını ve kültürünü de tetiklemesi demektir. Bu nedenle sınıf bilincinin köreltilmesini ve diğer emekçi sınıf güçleri ile ittifaklarının parçalanmasını çok iyi gözleyen bir önderdir. Nitekim gerek Avrupa da gerekse Rusya da ve diğer ülkelerde partinin yozlaşmasında bu etkenler önemli bir rol oynamıştır. Bu nedenlerden dolayı Lenin devrimde proletaryanın rolünü ve önemini çok iyi gözlemiş ve merkeze alan bir politika izlemiştir.
Küresel kapitalizm koşullarında, burjuvazinin gerek kapsamlı tarzda kıyıcı bir örgütlenmesinin bilinciyle, gerekse sınıf içinde ki parçalanışın sonucu olarak değişik tonda sınıf alışkanlıkları veya kültürünün yaygınlığı nedeniyle, hatta sınıfın davranış ve düşünce yapılarında ki olumsuz göstergelerin niteliksizleşmeye yol açtığını da dikkate alırsak, Bolşevik Örgütlenmenin neden 21. yüzyılda artan oranda zorunlu bir örgütlenme modeli olduğunu da böylece anlamış olmamız gerekir.
Emperyalizm sorunun da Lenin’in rolü;
Lenin, kapitalizmin yeni aşaması olan emperyalizm sorununu çağın temel sorunu olarak ele aldı. Aslında bu çalışma Lenin’in bütün çalışmalarının içinde özel bir yere sahip olan bir çalışmasıydı. Burada hem sermayenin ekonomik ve siyasal eğilimlerini hem de emperyalizmin savaşla olan bağını doğru bir temelde gösteren Lenin’den başkası değildir. Böylece emperyalizmin doğrudan siyasal ya da ekonomik sonuçları nasıl ki kapitalizmden ayrılamayacaksa ve onun doğrudan bir sonucu ise, kapitalizmin doğasal sonuçları da emperyalizme doğru evrilen yolun kaçınılmaz sonuçlarını yaratacaktır. Bu yeni gelişme doğal olarak çağın temel sorunlarında etkili olan bir süreç olacaktır.
Lenin bu anlamda gerek Hilferding’den gerekse Rosa Lüksemburg’dan ayrılır. Bu iki teoriysen kuşkusuz emperyalizmin ekonomisi hakkında önemli katkılar sunmuşlardı. Ama onlar emperyalist-kapitalist sistem ile çağın politik sorunları arasında ki bağı doğru kavradıkları söylenemez. Lenin ile bu teorisyenler arasında ki temel ayrışmalardan birisi bu noktadır. Kuşkusuz Lenin’in bu başarısı teoriye kazanılan çok büyük bir katkıyı gösterir. Küresel emperyalizm çağı olan 21. yüzyıl çağında çok önemli değişimler olsa bile, işte Lenin’in göstermiş olduğu bu diyalektik bağ, yani çağın bütün politik sorunlarında hala küresel emperyalizmin belirleyici bir kimlik kazanması, onun geçmişten günümüze taşınan ideolojik ve politik kurgusunun da güncelliğini göstermesi anlamında temel bir parametredir. Bu açıklamanın hala geçerliliğini koruyan tek açıklama olması Lenin’in başarısının bir göstergesidir aslında. Elbette emperyalizmin çöküşü Lenin’e göre salt ekonomik alanla ile izah edilemez. Onun Polonyalı Marksistleri “emperyalist ekonomizm” ile eleştirmesi de bu nedenledir. Yine aynı şekilde Rosa’nın emperyalizmi salt emperyalist ülkelerde merkezileştiren teorisinin yanlışlığına da bu nedenle dikkat çekmiştir. Aynı şekilde Kautsyki’nin “ultra emperyalizm” görüşünü de yanlış buluyordu. Bunlar biliniyor.
Lenin’in emperyalizm teorisinde ki analiz gücü, onun salt ekonomik yasalarını analiz etmesi ile sınırlı değildir, aynı şekilde hem politik yargılarını hem de arkasında ki sosyal varlığı, dolayısıyla sınıfların gelişme süreçlerini doğru bir şekilde tahlil etmesi ve göstermesi ile de ayrı bir özellik taşır.
Emperyalizmin sömürge politikaları, salt politik yayılmacılığı değil aynı zamanda kapitalizmin ekonomik ve kültürel yayılması da demek olacaktı. Aynı şekilde tersi de geçerli bir momentti. Böylece yeni burjuvazinin sömürge ülkelerinde oluşma süreci ulusal bağımsızlık mücadelelerini doğuracaktır. Ulusal mücadele salt feodal güçlere karşı değil, aynı zamanda emperyalist güçlere karşı da verilecektir. Lenin’in başarısı bütün bu karmaşık gelişmeleri bir senteze dönüştürmesinde, dolayısıyla çözüm olanaklarını bulmasında yatar.
Elbette bu düşüncenin önceli Marx’ın İrlanda sorununda verilmişti. Ama bu öngörü ne yazık ki II. Enternasyonal tarafından geliştirilmediği gibi, üstelik hasır altı da edildi. Dahası sosyal şovenizm Marksist harekete de bulaştırıldı. Sorunun köklü çözümü Lenin tarafında atılacaktır artık. Marx’da ki ilk belirgin yaklaşımlar (teorik analiz), Lenin de hem Marksizm’e bir katkıyı ifade edecek tarzda yeniden üretilecektir hem de sorunun kendisi somut ve anlaşılır bir biçim alacaktır. Böylece teori pratik olarak güncelleşecektir. Sorun aynı zamanda yalnız işçilerin değil, proletaryanın sınıf bakışı açısından tüm ezilenlerin sorunu haline gelecektir. Rosa Lüksemburg sorunu doğru koymuş ve kapitalizmin bir dünya pazarı yarattığını belirtmişti. Ama savaşın yarattığı somut sorunlarla bağını doğru okuyamamıştı. Böylece pratiğe de geçmeyecekti bu. Somuta giden yolun doğru okunması ve pratik bir karşılık bulması Lenin’e bu nedenle gereksinim duyacaktır.
Lenin’ in başka bir başarısı da, Marx’dan devir aldığı ve pratikleştirdiği devrimin özü sorunuydu. Haklı olarak Marx, burjuva devrimleri ile proletarya devrimlerini birbirinden ayırmıştı. Lenin bu hat üzerinde yürüyerek sorunu daha da netleştirmiş ve bunu pratikte çözüm yoluna sokulmasını sağlamıştır. Küçük burjuvazinin “sol” versiyonları, burjuvazinin “devrimci rolünün” tükenmiş olmasından hareketle “saf” proletarya devrimlerini çıkarıyorlardı karşımıza. Oysa Lenin, burjuvazinin ilerici rolünün sona erdiğini elbette biliyordu ama, devrimle bağlantısı içinde ilerici nitelik taşıyan hareketleri yok saymıyordu. Hala ulusal sorun, sömürgeler sorunu, tarım sorunu gibi sorunlar ortada duruyordu. Bu anlamda “saf” bir proleter devrimi yoktu. Burjuva demokratik devrim olarak tanımlanan devrimlerin dönüşümünün, nasıl olur da proleter devrime dönüştürüleceği sorununu gösteriyordu Lenin. Kuşkusuz burjuva devrimleri, sınıf karakteri itibariyle karşı devrimci devrimlerdir. Ama bu devrimlerin nesnel sorunlarla bağlantısını dikkate alırsak, bunların toplumsal açıdan sona ermesi anlamına gelmeyeceği de bilinir. Sorun tam da buradadır; burjuvazi hem proletaryaya karşı olması ile hem de kendi ilerici geleneklerinden vazgeçmesiyle tanımlanır. Temel soru şudur artık; peki ama bu mirası hangi sınıf yüklenecektir? Bu soruya Lenin’in verdiği cevap işçi sınıfı olmuştur. Bunun anlamı şudur; işçi sınıfı burada hem burjuvazinin yapması gereken görevleri yüklenmek zorundadır hem de onun aşılması görevlerini... Böylece proletarya tüm ezilenlerin önderliğine yükselen bir sınıf kimliği kazanacaktır artık. İkili görevi vardır; bir yandan milliyetçiliği aşacak bir tarzda ezilen halkların ulusal bağımsızlığı için mücadele etmek, ezilen halkların işçisi olarak UKKTH ve devlet kurma hakkını savunmak ve bunu enternasyonal proletarya ile dayanışma haline getirmek, diğer yandan ise sömürü ilişkilerini tasfiye edecek bir anti kapitalist devrim yolunda ilerlemek.
Lenin ayrıcalığı özetle bunlardır.
Devlet sorunun da Lenin gerçeği;
Lenin için devlet sorunu Marksizm’in kritik bir sorunudur. Bu konuda ki belirlemeler Lenin açısından her zaman temel bir öneme sahip olmuştur.
Kuşkusuz devletin karakteri sorunu, daha önce Marx ve Engels tarafından tarihsel maddecilik çerçevesinde çözümlenmişti. Bu sorun gerek Marx zamanında gerekse Lenin dönemi ve sonrasında revizyonistlerle Marksistler arasında ki temel tartışma konusu olmaktan hiçbir zaman çıkmadı. Bu sorun şimdi de aynı şekilde yakıcı bir sorun olarak gündemde durmaktadır.
Tarihsel olarak Bernestein ve Kautsyki “ekonomi alanında” sözde Marx’ı düzeltmişlerdi. Ama bu iki teoriysen özellikle devlet sorununda bütün bütüne çuvallayacaklardır. Bu teorisyenlerin de içinde yer aldıkları II. Enternasyonal’ın egemen aklı, burjuva devletinin reform edilme sınırını bir türlü aşamıyordu. Bu devleti aklamanın bir göstergesi haline gelmesi demekti. Eleştirdikleri nokta özüne ilişkin değil, daha çok görünen sivri yanlarına ilişkindi. Onlar proletarya açısından sorunun taşıdığı önemi unuttular adeta. II. Enternasyonal’ın sol kanadı da sorunun önemini kavradığı söylenemez. Sorunun bir yanında sınıf uzlaşmasını ifade eden ve reformlarla sınırlanmış bir devlet anlayışı, diğer yanda ise tam bir kuralsızlığı savunan anarşist bir yaklaşım kendini gösteriyordu.
Kısacası devlet sorunu, devrim sorunun bir parçası olarak görülmedi hiçbir zaman bu teorisyenlerce.
Devlet sorununu Marx ve Engels’den sonra en doğru bir şekilde bir devrim sorunu haline sokan ilk defa Lenin olmuştur. Lenin’e göre devlet sorunu, proletaryanın mücadelesinin güncel bir sorunuydu. Bunun öngörülerini Lenin, Marx’ın pratik deneylerini ve bu deneylerin teorileştirmesini çok iyi okuyabilmişti. Mesela 1871 Komün deneyi, Marx ve Engels açısından proletarya için önemli bir deney anlamına geliyordu. Bu nedenle Marx “Gotha Programında” yanlış yaklaşımları eleştirdi. Çünkü devlet sorunu aynen ulusal sorunda olduğu gibi proletaryanın “nihai zaferine” bırakılamayacak kadar güncel bir sorundu. İşte Lenin’in önemi, bu sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak devrimin güncel bir sorunu haline getirmiş olmasında yatar. Lenin’e göre devlet, sınıf mücadelesinin temel bir sorunudur. Aynı zamanda proletarya devriminin ilk aşamasında proletarya devletinin ana çizgilerini belirtmesi açısından özel bir öneme sahip bir sorundur. Proletarya için yetersiz kalan (sendika, parti, koop.vb.) örgüt biçimleri, zorunlu olarak Sovyet Örgütlenmesini doğurmuştur. Bunun neden bir tesadüf olmadığı da böylece anlaşılmış olacaktır. Çünkü proletarya için sınıf düşmanlarını yok edecek ve uzun bir geçiş sürecinde kendi varlığına da son verecek merkez bir örgüte, yani devlet örgütüne duyulan gereksinmeden çıkabileceğini biliyordu Lenin. 1905 de İşçi Sovyetlerinin ortaya çıkışının, daha o zaman yeni bir devlet örgütlenmesinin nüvesi olduğunu göstermişti bile. Bu dönemde ciddi tartışmalar da yaşanmıştı. Özellikle Martov bu örgütlenmeyi mücadelenin bir aracı olarak kabul ederken, onu bir devlet organı olarak görmüyordu. Bu düşünce sağ oportünistlerin ortak bir düşüncesi haline geldi. Sol oportünistler ise Sovyetleri salt bir sendika gibi sınıf örgütlerinin yerine koydular ve bu örgütlenmeyi sendika veya parti örgütlenmesi düzeyine düşürdüler. Aslında sağ veya ‘sol’ oportünizm de özü itibariyle aynı kulvarda yürümeye devam ediyorlardı.
Bir başka göstergeye daha vurgu yapmak gerekir; bilindiği gibi Lenin kapitalizmden sosyalizme geçişin sorunlarını ayrıntılı olarak analiz etmiş, özellikle geçiş sürecinde ortaya çıkan iktidar sorununu dikkatle incelemişti. Mekanik bir tarzda iktidarı ele geçirmekle sosyalizmin kurulamayacağını gözlemlemişti. O nedenle geçiş sürecinin iktidar organını, özel olarak devrimin kalıcılığı açısından sorguluyordu. İşçi sınıfının devleti olan Sovyet örgütlenmesi, proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı temel bir silahıydı. Bu silah iyi kullanılmalıydı. Bu organın kendisi proletarya diktatörlüğünün (veya proletarya demokrasisinin) vazgeçilmez temel bir ayağıydı. Zira sosyalizmde hala sınıf mücadelesi devam edeceğine göre sınıf kavgasının sürdürülmesi ve proletarya çıkarlarının güvenceye alınması için proletarya devletine gereksinim devam edecektir.
Lenin gelişmiş bir beyin olarak yeni Sovyet Cumhuriyetlerinin her adımını nesnel olarak değerlendiren, hatta kendi aleyhine dahi kullanılma pahasına bazı değerlendirmelerden asla kaçınmayan bir liderdir. Onun temel bir özelliği de devrimden sonra bile hakim Rus şovenizmine karşı durması ve diğer küçük ulus devletlerinin (Sovyetlerin) bağımsızlığını titizlikle korumasıdır. O nedenle Lenin, bu küçük ulusları Rus Sovyetlerine (RSSCB) bağlama çabasına karşı çıkmış ve devletin resmi ismi bu nedenle SSCB olarak önerilmiş ve kabul edilmiştir. Ölümüne yakın son yazılarında bu düşünceler son derece açık bir şekilde ele alındığını biliyoruz. Yine NEP (Yeni Ekonomi Politikaları) döneminde, ‘devlet kapitalizminden’ kökten farklı olan, ama yine de SSCB’nin geçiş sürecinde ara bir yol olduğunu ve bunun geçici bir önlem anlamına geldiğini söyleyecek kadar cesur ve gerçekçiydi. “Biz kapitalist yolu terk eden, ama henüz yeni yola girmemiş olan bir devlete sahibiz” diyordu.
Lenin aynı zamanda büyük taktik politikalarının da uzmanıydı. Çeşitli dönemlerde uzlaşma taktiklerinden sınıfının çıkarları açısından asla kaçınmamıştır. Gerek ülke içinde gerekse ülkeler arası ittifak politikalarında bu durum zorunlu bir aşamaya gelmişse tereddütsüz gerekenleri yapan bir önderdir. Ama onun bütün ittifak politikasının geçerli tek bir nedeni vardır; proletaryanın çıkarlarını güvenceye almak. Devrimi ilerletmek. Onun için Lenin tereddüt etmeden gerek NEP politikasını, gerek Savaş Komünizmi stratejisini, gerekse Brest-Litowsk Antlaşmasını devreye sokabilmiş tek liderdir. O geçici ittifakları veya geçici bir dönem için tavizler verilmesini öngörürken tek bir kıstası vardır; Marksizm’in ilke ve yöntemlerine bağlı kalmak ve devrimin kazanımlarını korumaktır.
Sonuç olarak;
Bir tarihi kapatan yeni bir tarihi açan bir lider, en nihayet 53 yıl gibi kısa bir ömre sığdırmıştır bütün bunları. Lenin’i Lenin yapan da budur zaten. Bu anlamda Lenin fikirlerinde ve pratiğinde billurlaşan Leninizm, teorik ve pratik olarak salt Marksizm’in bir tekrarı değildir, onun yeni baştan üretilmesi ve güncelleştirilmesi anlamında yeni bir savaş politikası teorisidir aynı zamanda. Ama sadece bu da değildir. Leninizm, dünya insanlığını karanlıktan aydınlığa taşıyan bir yaşam felsefesi ve bir kurtuluş manifestosunun da adıdır. Bu anlamda diyalektik materyalizmin gelişmesinin yeni bir evresi ve Marksizm’in yeni bir doğuşudur. Haklı olarak Stalin, Leninizm’i “Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının Marksizm’i” olarak değerlendirirken tümüyle haklıdır. Dolayısıyla Leninizm 21. yüzyıl çağının da Marksizm’idir. O nedenle Leninizm’i Marksizm’den ayırmak isteyen sol liberallere karşı bir yerde göstermiş olduğum gibi (Demokratik Dönüşüm. sayı.18. Mart 2005) bugünün sloganı “Leninist Marksizm” sloganıdır. Özellikle altını çizerek söylemekte fayda var; nasıl ki Marksizm olmadan Leninizm olmazsa, Leninizm olmadan da Marksizm olamaz. Kimse Leninizm’den arındırılmış bir Marksizm yaratmaya kalkmamalıdır.
Lenin’in ve Lenin fikirlerinin SSCB yıkımından sonra öldüğü sanıldı. Bu olsa olsa vasat bir kafanın ileri sürebileceği bir düşünce olabilirdi ancak. Ama yakın bir zaman sonra görülecektir ki Leninst Marksizm, yeniden dünya insanlığının parlayan bir güneşi olacaktır. Bu boş bir inanç değildir. Yaşamın canlı pratiğinin bilimsel bir açıklanmasının kaçınılmaz tek yoludur. İnsanlığı cesetler yığınına çeviren kapitalizm, proletaryanın ve onun bilimi olan Leninst Marksizm’den yakasını kurtaracağını sanıyorsa aldanacağını da görecektir. Görmek isteyen gözler için bu önemlidir.
Bugün teori adeta ideolojisizleştirilmiş, işçi sınıfı devrimci rolünden soyutlandırılmış, sınıf mücadelesi ise sınıftan kopartılarakLenin’in 135.doğum gününde (22 Nisan 1870) onu yeniden hatırlamak demek hem komünist Lenin’i hem de insan olan Lenin’i hatırlamak demektir. Lenin’i hatırlamak gelişmiş insanı hatırlamaktır. Dahası onu hatırlamak demek, insanın insanı sömürmediği özgür bir toplumda yaşamasına ilişkin öngörülerini hatırlamaktır. Elbette Lenin, sadece kapitalizmin derin kriz dönemlerinde proletaryanın kurtuluş yolunu göstermekle kalmadı, aynı zamanda bütün insanlığa da kurtuluş yolunu göstermesiyle diğerlerinden ayrılmış özel bir kimliktir. Tam da Lenin’i hatırlamak demek bütün bunları hatırlamak demektir.
Genellikle kendi literatürümüzde Lenin’in öyküsü yeterince bilindiği sanılır. Onu çok okuduğumuzdan dolayı anladığımız sanılmıştır. Peki ama gerçek böyle midir? Sanmıyorum. Ne yetmişler dünyasının şabloncu / dogmatikleşen yargıları içinde ne de son yirmi beş yılın unutulmuş veya unutturulmuş yargılarında Lenin’in yeterince anlaşılmış olduğu söylenemez. Lenin okuması demek Lenin metinlerini düz ve beyaz bir yaprak üzerinde okumak demek değildir. Lenin’i okumak sağdan sola Kuran metinleri gibi ezberlemek de değildir. Lenin’i okumak demek, “acılı dünyanın ezgisini” yürekte hissederek okumak demektir. Buradan esaretten kurtuluş yolunu çıkarmak ve insanın gerçek bir insanal kimliğine bürünmesinin mücadele metodunu anlamak demektir. Lenin demek kurtuluşun sentezsel programı demektir çünkü. O nedenle Leninizm, Marksizm’in ayağa kalkmış canlı bir ruhudur.
Kuşkusuz ben bu yazıda Lenin’in ne kişisel yaşamının ne de politik yaşamının kapsamlı bir dökümünü yapacak değilim. Yapmaya çalışacağım; bir yüzyılın kapanmış ve yeni bir yüzyılın açılmış olduğu bir dönemde, başka bir deyişle kapitalizmin politik, kültürel ve ekonomik bunalımının derinleştiği, paylaşım isteğine dayanan savaşlarda milyonlarca insanın yok edildiği derin bir kriz döneminde, yani 20. yüzyıl başlarında, daha çok Lenin profilinin değişim açısından ne anlam ifade ettiğinin altını çizmek olacaktır. Esası ise buradan bugüne bir yanıt oluşturmaktır elbette. Bunun temel nedeni soyut düşünceler içinde bilgimizi yeniden tazelemek değildir, tersine yeni bir yüzyıla girmiş iken yaşadığımız krizin derinliğinin 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş çağında ki krizin başka bir benzeri, ama bu sefer daha da derin ve kapsamlı bir kriz sürecinin içinden nasıl bir yol bulacağımızın ip uçlarını bulmak ve onu gündelik yaşamımızın bir parçası haline dönüştürmektir. Lenin okuması böyle anlaşılabilir ancak. Lenin’e ve Lenin düşüncesi ve pratiğine bu nedenle gereksinim duyulmakta ve onun yolundan yürünürken ezilenler cephesinden nasıl bir yanıt geliştirileceğinin yol haritasını onun yaratıcılığından çıkarmaktır esas olan. Bu yazı Leninizm’in ruhunu işlevsel kılacak bir moment yakalayabilirse amacına ulaşmış sayılacaktır. Dahası at izinin it izine karıştığı böyle kaotik bir dönemde Lenin öyküsü, devrimci kuşağımızın eğitiminde bir temel sağlar, düşünce ve davranışlarımızda yeni bir açılıma neden olabilirse amacına da ulaşmış olacaktır. Umalım ki öyle olsun.
Bir insan, bir yoldaş olarak Lenin;
Lenin kişiliğinde ete kemiğe bürünen ve onun düşünce ve eylem boyutunda ortaya çıkan devrimci gücünün nereden geldiğini göstermek her şeye rağmen önem taşır. Elbette güncel anlamda “Marksizm krizinin” yaşandığı bu dönemde, böyle bir kişiliğin somutluğunda çözüm dilinin gösterilmesi, 21. yüzyıl devrimci kuşaklarının da önüne koyulmuş barikatları aşmanın temel dinamik bir gücü demektir.
Bugün “yaşayan Marksizm”, devrimci anlamda aydınlanma rolünden ve işlevinden kopmuştur. Bu anlamda Marksizm’in bir Rönesans evresinden çıkması, insan yaşamında ve pratik ilişkilerde nasıl bir boşluğa düşülmüş olduğunu gösterir. O halde sorun hangi ellerde ve nasıl bir krize sokulmuştur? Kesinlikle ‘Marksizm krizinin’ kapsamı bu öğretinin kendisinden kaynaklanmıyor, tersine krizden çıkış yanıtlarını da gösteriyor ama, sorunun bu yanıtları insanlığın beyninden nasıl olup ta uçup gitmiştir? Elbette yazının başlıca amacı bu sorulara bir yanıt üretmek değildir ama, tarihin böyle bir aralığında Lenin kişiliğinin kriz çözümlemelerinde nasıl bir rol oynadığını, hem felsefi hem de tarihsel boyutları ile yeniden üretmek ve yeniden göstermektir. Bir deneysel çözümleme olarak... Lenin neden çağı bu kadar derinden etkilemiştir? Hala onun çizmiş olduğu yol ve ileri sürdüğü argümanlar neden güncelliğini yitirmemektedir? Dolayısıyla 21. yüzyıl krizinin atlatılmasında Lenin düşüncesi ve pratiği bizlere yeniden bir yol haritası çizebilecek midir? Sorunların esası bunlardır aslında.
Burada bu sorulara cevap oluşturmadan önce, Lenin üzerine bazı temel noktalara parmak basmakta yarar vardır;
a. Lenin’in ayrıcalığı Marksizm’in sadece öğreti / kuramsal düzeyde değil, daha önemlisi onun dinamik ve canlı ruhunu çok iyi kavramasıyla diğerlerinden ayrılır. Dolayısıyla bilimsel bir öğreti anlamına gelen Marksizm, sürekli yeni koşullarda üretilebilen dinamik ve bilimsel bir sistemdir. Bu anlamda Marksizm bir doğmalar yığını değildir. Ama en iyi veya en doğru bir öğreti bile, işin erbabı olmayan birisinin elinde en kötü sonuç verebileceğini tarih kanıtlamıştır bize. Lenin tarihin ender kişisi olarak dehasal bir kafa yapısı ile çağının en karmaşık sorunlarını bile Marksizm metodu ile çözümleyebilmiş ender bir kişiliktir. Onun özel üstünlüğü de burasıdır.
b. Lenin, politik sorunlar ile örgütsel sorunlar arasında kopmaz bir ilişki olduğunu çağın koşulları içinde en doğru biçimleriyle göstermiş olmasıyla da ayrıcalıklıdır. Parti örgütlenmesi ile politik gelişmeler arasında ki bağı görmek özel bir ayrıcalık değildir ama, önemli ayrıcalık politik gelişmeler karşısında hem teori alanında hem de örgüt alanında ki doğmacılıkla ve sınıf uzlaşmacılığıyla savaşabilme yeteneğidir. Çünkü yanlış kurgu her zaman “örgütsüzleşme” ile sonuçlanacaktır Lenin’e göre.
c. Lenin’in temel bir üstünlüğü de onun hem reel politikalarda hem de taktik politikalarda ki olağanüstü yeteneğidir. Bu yeteneğinin arkasında elbette doğru teorik bir temel ve doğru bir politik strateji vardır. Teori onun elinde ideolojik bir temel kazanmış, politika ise sınıf kavgasında bir pratik temel bulmuştur. Marx’ın “filozoflar dünyayı yorumlamakla kaldılar, esas olan onu değiştirmektir” sözünün hayat bulduğu asıl temel Lenin pratiğidir çünkü. Onun başarısı bu politik hareketi işçi sınıfı içinde nasıl maddi bir güce dönüştürüleceği ve bunu nasıl uygulayacağı sorununda gözlemlenmiştir. Çünkü Lenin’e göre her şeyin merkezinden proletarya ve proletaryanın dünya görüşü vardır.
d. Lenin sadece proletaryanın değil, bütün bir insanlığın da ilkesel bir dava adamıdır. Ona göre insanlığın kurtuluşu proletarya davasının yolundan ilerlenirse gerçekleşecektir. Onun için merkeze sınıf mücadelesi bu nedenle alınmıştır. Onun yaşam biçimi bu davanın içinde gizlenmiştir. Onda ki derin bir ruhsal biçimidir bu. Gerçek anlamda o bir yoldaştır; hem sıradan bir insandır hem de erişilmez bir insan. Hayat dolu, sevgi dolu, arkadaş canlısı, işçinin acısını yüreğinde birleştiren bir insandır Lenin. Balık tutan, briç oynayan, şakalaşan, avlanan bir insan vardır karşımızda. İlkelerinde katı, asla kişisel anlamda kindar olmayan ama, sınıf davasında sınıf kinini yüreğinde her zaman büyüten bir insan vardır karşımızda.
e. Lenin dili polemiklerde serttir. Bu dil eleştiri konusu dahi yapılmıştır. Ancak bunu o koşulların sert sınıf kavgası içinde anlamak gerekir. Mesela Martov ile polemiklerinde bile bu sert dil kullanılmıştır. Ama onun Menşeviklere yönelmesinden sonra derin bir acı ve üzüntü duyması boşuna değildir.1 Ama Lenin davasını savunmasında her zaman katı bir çizgi izlemiştir. O ne başarıdan bir baş dönmesi ne de başarısızlıktan bir yılgınlık göstermiştir. Hatalar karşısında acımasızdır ama esnek ve soğukkanlıdır da. Duygularını politik mücadele de asla göstermez. Ama bu onun duygu yüklü olmadığı anlamına da gelmez. Mütevazi ve alçakgönüllüdür Lenin. Parlak söylemlerden kaçınan, hatiplik gösterisi yapmayan, halkla konuşurken açık ve anlaşılır bir dil kullanan bir insandır. Onda gerçek asla abartılmaz. O sadece Marx’tan veya Hegel’den öğrenmez, sıradan bir işçiden de öğrenir. Onun bitmez tükenmez bir öğrenme tutkusunu düşmanları bile teslim etmiştir.
f. Lenin için pratik her zaman belirleyici olmuştur. Ama bu teorik bir temele dayanmadan olmaz. Lenin praksis felsefenin dava adamıdır. Ancak varlığın kendisinde vücut bulan bütünsellik, teori olmadan tümünü kavramak anlamına gelmez. Bilginin sonsuzluğu ne kadar doğru ise, pratik / üretim içinde olan sınıf veya bireylerin belirli anda ki bir kuramsal anlatımın kavranılması da o kadar doğrudur. Burada güncellik ile bütünsellik arasında kısmen bir kısır döngü ortaya çıkacaksa da, bunun çözümü pratik tarafından gerçekleştirilecektir. Bunun ilk yolu da yapının ve kadronun hazırlığına adanmış yaşamdır. İşte Lenin kişiliğinde böyle bir adanmışlık ve böyle bir hazırlanışın bütün teorik / pratik veçhelerini görmek mümkündür. Onun en yaratıcı özelliği, her zaman eyleme hazır olmasıdır ama, aynı düzeyde her pratik gerçeklikten muazzam teorik dersler çıkarabilen uzak görüşlü bir kişilik olmasıyla da ayrılır. Eylem ile teori arasında her zaman bir süreklilik vardır, olmalıdır. Ara molalar yoktur onda. Kazanımları hem korumasını iyi bilmiş hem de devrimin sürekliliğini bir yaşam tarzına dönüştürmüştür. Dolayısıyla her an eyleme hazır bir vaziyette durmuştur. Lenin böyle bir varoluş içinde daima pratiğe bu nedenle öncelik vermiştir. “Devlet ve Devrim” eserinin bir yerinde şöyle yazmıştır; “Devrim deneyi içinde yer almak, devrim üzerine yazmaktan çok daha zevkli ve yararlıdır.”
g. Lenin davanın en büyük demokratıdır. Tarihin en karmaşık ve en çelişkili bir bölgesinde Rusya’da, üstelik tarihsel olarak demokratik bir geleneğin dahi yaşanmadığı bir yerde Lenin, gerek parti iç işleyişinde gerekse SSCB’de en üst düzeyde demokrasiyi uygulayan, işçi ve emekçilerin söz ve karar sahibi olduğunu bilen, onu bilince çıkaran ve bunu pratikte azami düzeyde gösteren Lenin’den başkası değildir. Sonra ki sürecin bürokratikleşen eğilimlerinin Sovyet ülkesinde nasıl bir yıkıma yol açtığını biliyoruz artık. Ölümü arifesinde o, ısrarla bürokratlaşma eğilimine dikkat çekmiş ve onun önüne geçmek için bir dizi tedbirin alınmasında yoldaşlarını ikna etmeye çalışmıştır. Aslında Lenin, bu süreci önceden görmüş ama, yaşamının kısalığı buna engel olmuştur. Şu örnek bile Lenin’in SSCB’de demokrasi ve hukuk ilişkilerine ne derece önem verdiğini gösterir; o, devrimin fedaisi Kamo’nun devleti korumak adına bireysel kararla düşmanlarına karşı uyguladığı eylem sonrasında ki tartışmasında Lenin ona, “SSCB’nin başıboş bir devlet olmadığını, ama bir sosyalist hukuk devleti olduğunu” hatırlatmasını hepimiz biliriz. Elbette sosyalist demokrasi sorunu bugün içinde bu deneysel pratiklerden sonra tartışılması gereken en temel sorunların başında gelir. Ve bu anlamda Leninizm ruhunu kavramaya dönük bu çaba, aslında sosyalist demokrasi meselesinde baş gösteren sorunların çözümü için de kaçınılmaz bir yoldur.
Bir düşünür ve bir eylem adamı olarak Lenin;
Lenin Marx’dan sonra proletarya hareketinin en büyük düşünürüdür. O bu anlamda ne Rusya’nın ne de herhangi bir bölgenin politik önderidir. O bütün bir dünya proletaryasının önder bir kuramcısı ve pratik bir eylem adamıdır. Lenin, Rusya’nın sorunlarından ve çözümlemelerinden ortak ve genelleşen bir kuram yaratmış ve bu anlamda aynen Marx’ın izlediği yolu izlemiştir.
Nasıl ki Marx’ın kendi döneminde İngiliz fabrika sisteminin ekonomisi ve politikası üzerine araştırmalar yaptıysa ve buradan kapitalizmin makro özelliklerini hem teorik hem de tarihsel olarak çözümleyip sonuçlarını ortaya çıkarmışsa, Lenin de aynı şeyi Rusya’nın öznelliği üzerinden yapmış ve özellikle üçüncü dünyaya ilişkin kapitalizmin ilişkilerini ve sorunlarını çözümlemiştir. Lenin böylece çağın ana eğilimlerini gerçek olan bu pratik özün üzerinden yapabilen bir düşünürdür. Bütün gelişmelerin arkasında bu ana eğilimi saptayan Lenin, günlük olayları es geçmeden bu ana eğilimi çağın belirleyici temel bir sorunu olarak görüyordu.
Bu temel yargı üzerinden hareket eden Lenin, Rusya’nın gelişme sorunlarını yarı-feodal mutlakıyetçi bir yönetim altında kapitalizmin oluşumunu ve geri bir köylü ülkesinde sosyalizmin sorunlarını tanımlıyordu. Aynı zamanda kapitalizmin vahşetini çok iyi tanımlayan Lenin, onun son aşamaya doğru ilerlediğini, proletaryanın ve ezilen insanlığın sınıf mücadelesi yolu ile bu ilerlemeyi hızlandıracağını ve bunu proletaryanın çıkarlarına doğru yöneltebileceğini gösteriyordu. Bugün bazılarının iddia ettiği gibi bu öngörü doğrulanmamış değil, tersine arada ki kopuşlar (ki esası proletarya davası adına hareket eden yapıların tutuculuğu ile burjuvazinin kapitalizmi yenileme dinamiği bağlamında) sayesinde uzamıştır. Çünkü kapitalizm düne göre artan oranda bütün canlıları ile doğayı yok eden canavarlaşan bir sistem olarak bütün çelişkileriyle birlikte varlığını sürdürmeyi uzatmış ve bunda başarılı da olmuştur. Bu varlığın yıkımı insanlığın bilinci ve eyleminde bir anlam ifade etmiyorsa suçu Lenin’e değil, bunları başarma iradesinde ortaya çıkan bu yapıların iradesizliklerinde görmek daha doğru değil midir? Ama yine de bu sorun başlı başına bir tartışma konusu olmaya adaydır.
Lucas Lenin için, onun temel düşüncesinin, hatta onu Marx’a bağlayan noktanın “devrimin güncelliği” olarak saptar bir yazısında. Çünkü ona göre sınıf mücadelesi kavramsal ifadesi olan tarihsel maddecilik, teorik olarak ancak tarihsel bir anda pratik olarak güncellik kazanması ile formüle edilebilirdi. Bana göre de bu doğru bir saptamadır. Bu anlamda ne Marx ne de Lenin proletarya devrimini, yani devrimin güncelliği sorununu, işçi sınıfının barikatların arkasında dövüşürken gören vasat bir kafaya sahip değildiler. Tersine onlar dehasal bir kafa açıklığı ile proletarya devriminin güncelliğini ve kaçınılmazlığını olayların arkasında ki bu gerçeklikte saklı olduğunu, proletaryanın devrimci ruhunda ve kapitalizmin çelişkileri içinde saklı olduğunu biliyorlardı. Sınıf devriminin en geri dönemlerinde bile bu kafa açıklığı vardır onlarda. Onun için Marx, devrimi proletaryanın sefaletinde değil, tersine proletaryanın “eski toplumu yıkacak ve yeni toplumu kuracak” devrimci özünde görmesi nedensiz değildir. O nedenle kapitalist sistemin içinde ki çelişkilerden temel sorunu, devrim sorununu çıkardılar. Yerel deneyleri bu perspektiften incelediler.
Şimdi bu vasat kafalar, özellikle bugünlerde kapitalizmin yıkılmazlığını ve onun üstünlüğünü, böylece devrimin olanaksızlığını vaaz edebilmektedirler bize. Burada onlar proletaryanın devrimci rolünü yok sayıyor, kaçınılmaz bir şekilde emekçilerin kapitalizme biat etmesini telkin edebiliyorlardı; “yıkamıyorsak hiç değilse kapitalizmde insanca yaşayalım” diyorlardı. Onun için sosyalizm yerine “demokrasi” sakızı ağızlardan düşmüyordu. Onun için proletarya diktatörlüğü adeta literatürlerinden silinmişti. Onun için komünist örgütlenme tu kaka ilan edilebilmişti vs.
Tam da Lenin böyle kaotik bir dönemde, yani ortalıkta koca koca büyük Marksist “ağabeylerin” cirit attığı ve II. Enternasyonal’ın oportünist tezlerinin ortalığı sardığı bir çağın geçiş döneminde ortaya çıkmış ve başarısı da bu dönemde tarihsel bir anlam kazanmıştır. Çünkü Lenin uzun bir süredir Marx’ın bu temel tezlerini çekmecelere kilitleyenlerle hesaplaşmaya girmiş, teorinin saflığını korumuş ve onu emekçilerin yaşamında anlamlaştırmaya çalışmış ve onun canlı ruhunu yeniden diriltilmiştir. Adeta Leninizm olarak adlandırılan bu süreç Marksizm’in yeniden ikinci bir doğuş dönemdir.
Şimdi ise soru şudur; bugün Marksizm üçüncü bir doğuşa dönemine gebe değil midir? Eğer bu soru anlamsız değilse, arkasından yeni bir soru daha sormak gerekir; bu dönemin açılımı yeniden Lenin’in teori ve pratiği içinde bir yol bularak ilerleyebilecek midir? Bütün mesele budur.
Marx’ın ölümü sonrasında Lenin, tarihsel sürecin yeni olanaklarını ve yeni adımlarını öğretiye katmasını bilen tek önderdir. Lenin bu anlamda asla Marx’ı düzelmeye kalkmadı. Onun yolundan yürüdü. Teoriyi yeniden üretirken politikayı ve politik mücadeleyi yeni koşullar içinde yeniden tanımladı. Lenin de merkez düşünce aynen Marx’ta olduğu gibi proletarya ve proletaryanın sınıf mücadelesidir. Çünkü hala devrim kaçınılmaz bir zorunluluk olarak, işçi sınıfının gündeminde duran toplumsal bir olgudur.
Bugün kapitalizmin daha da yıkıcı bir şekilde küresel bir aşamaya gelmiş olması, hem devrimin kaçınılmazlığını ve güncelliğini göstermektedir hem de işçi sınıfının omuzlarına düşen ağır görevini...Yeni bir “insan soykırımı” ve aynı zamanda “doğa soykırımı” anlamına gelen kapitalizmin insanı, doğayı ve canlıları yok eden yeni süreci, onun öngörüleri doğrultusunda omuzlarımıza ne kadar ağır bir görevin düştüğünü de hatırlatmaktadır bize. Bugün devrimin bilinçlerden kopartılmış olmasından hareketle devrimin güncel olmaktan çıkmış olarak gösterenlerin, nasıl bir vasat kafaya sahip olduklarının da temel bir kanıttır bu. Oysa bütün göstergeler ve olayların dili, yani gelişmelerin arkasında ki bu canlı gerçeklik tap teze duruyorken, devrimi bilinmez bir zamana atmak ya da tümüyle tarihsel hafızalardan silmek bu sıradanlaşan oportünist kafanın doğal bir görünümü değil midir? Lenin’in en büyük başarısı, sadece devrimden korkan, kaçan veya mazeret üretenlerden kopması ile ayrılmaz, aynı zamanda kendi çağdaşları olan küçük burjuva devrimciliğinin sınıfa karşı olan güvensizliği başta olmak üzere “komplocu” bütün teorik tezleri ile de ayrışmasıyla bilinir.
Bu nedenle Lenin çağımızın en büyük düşünürü ve eylem adamıdır.
Lenin’e göre proletarya neden devrimde öncü bir sınıftır?
Avrupa da kapitalizmin gelişmesi, Rusya gibi feodal ya da yarı feodal yapıların güçlü olduğu bir dünyada kaçınılmaz olan bir gelişme yolu muydu? Sosyalizm bu ülkelerde ilerleyebilmesi için kapitalizmin gelişme yolunu izlemesi zorunlu muydu? Devrim bu ülkelerde hangi yolu izleyecekti? Devrimin öncüsü hangi sınıf olacaktı? Bu ve benzer sorular Lenin’e kadar açık, berrak ve net bir şekilde cevaplandırılmamıştı.
Elbette Lenin, Rusya da kapitalizmin gelişmesi zorunluluğunu öngörmüştü. Marx’ın ileri sürdüğü kapitalizmin gelişme yolunun, yani “ilkel birikim” yolunun Rusya gibi ülkelerde de olacağını yadsımıyordu. Bu gelişmenin tarihsel bir ilerleme anlamına geleceğini de biliyordu. Ama o asla işçi sınıfının ve öncü partisinin, kapitalizmi desteklemesi anlamına gelmeyeceğini de öngörüyordu. Elbette kapitalizmin bu gelişmesi proletarya için bir temel, bir güç merkezi olmasına yol açacaktı. Sınıf mücadelesinin koşullarını daha da güçlendirecekti. İşçi sınıfının bağımsız bir kimlik ile tarih sahnesine çıkacağını da öngörüyordu Lenin. Bu aynı zamanda teorik olanın politik karşılığını yaratacaktı. Ama bütün bunların kapitalizmi desteklemek ve bu sürecin tamamlanması beklemek anlamına gelmeyeceğini, bunu savunmak demek sınıf uzlaşmasına yol açılması demekti. Lenin bu düşünceleri elinin tersiyle reddetti. İşte Menşeviklerle ayrıldığı esas temel burasıydı. Bu görüş dikkate alınsaydı doğal olarak sınıf mücadelesini tatil etmek gerekecekti. Çünkü Lenin ilk yolun taşıyıcısı sınıfın proletarya olduğunu, oysa kapitalizmin gelişmesinin tamamlanmasını bekleyen bir politikanın taşıyıcı sınıfının ise proletarya değil, burjuvazi olacağını biliyordu. Eğer bu politika dikkate alınacak olsaydı, proletarya burjuvazinin yedeğine düşecekti.
Bu anlayıştan oportünistlerin sonraki takipçileri daha da ileri giderek, kapitalizmin gelişmesinin tamamlanmasının demokrasiyi de yaratacağını söyleyeceklerdir. Şematik bir kafanın en ileri halkası da burasıydı zaten. Tarih adeta tekerrür ediyor ve 21. yüzyılda oportünistler de aynı yolu izleyerek “liberal demokrasiyi” sosyalizmin karşısına alternatif olarak çıkarıyorlardı. Gelişmiş kapitalizm olan AB’ye katılırsak bize de demokrasi gelir diyenleri burada bir kez daha hatırlamakta yarar da vardır.
Rusya gibi ülkelerde kapitalizmin gelişmesi hem “devrimci” yolu, hem de tedrici-iç (Prusya yolunu) başkalaşım yolunu olanaklı kılabilirdi. Ama Menşeviklerin sormadığı temel bir soruyu Lenin sorar burada; bu her iki yoldan hangisinin gerçekleşeceğini belirleyen nedir? Bu soruya yine sadece Lenin cevap verir; sınıf mücadelesi.
Çünkü proletarya feodalizmden kapitalizme, oradan da sosyalizme geçiş süreçlerinin tek belirleyici gücü olmuştur her zaman. Sonucu belirleyen mücadele proletaryanın mücadelesidir. Köylüler yekpare bir sınıf değildir ve sınıfsal konumlarından dolayı kavgayı sonuna kadar götüremezler. Lenin bu nedenle merkeze proletaryayı almış ama, işçilerle köylüler arasında ittifak politikasını da bu nedenle öngörmüştür.
Sınıfın politik örgütlenmesinde yeni bir aşama; Bolşevik Örgütlenme;
Lenin’e göre Bolşevik örgütlenmenin temel esprisi hangi mantığa dayanır?
Proletarya ve emekçi sınıflar yekpare homojen bir sınıf değildir. Aynı temele dayanmış olsalar da farklı kültürel biçimlenişler vardır sınıfın içinde. Çünkü emekçiler kapitalizm şartlarında gündelik olarak ideolojik, politik ve kültürel olarak sürekli bir abluka içindedirler. Aynı zamanda proletarya tepeden tırnağa silahlanmış bir düşmanla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu nedenlerle karmaşık olan sınıf yapısı içinden en fedakar, en kararlı, davaya kendini bağlamış ve parti disiplinine tabi devrimcilerin seçilerek üye olduğu bir örgütlenme zorunluluğu bu nedenlere dayanmaktadır. Bu bir yerde profesyonel devrimcilik sürecidir.
Lenin’in bu öngörüsünün o güne kadar bütün tarihsel dönem içinde sınıf mücadelesinin deneylerinin sonucunda ortaya çıkarılmış bir örgütlenme biçimi olduğu unutulmamalıdır. Gerek burjuvazinin katı örgütlenmesinden gerekse II. Enternasyonal deneylerinden, özellikle Avrupa da ki parlamenter avanaklığına dayanan örgütlenmenin yenilgi deneylerinden süzülerek ortaya getirilmiş bir biçimdir. Yaşamın pratik sürecinden çıkartılan hem bilinçli bir çabanın ürünü hem de deneysel bir çabanın sonucu olarak geliştirilen bir örgütlenme biçimidir.
Ancak şu sorular karşımıza çok çıkarılmıştır; bu tür bir örgütlenme yozlaşmaya açık ve demokratik işleyişi sınırlayan bir süreci yaratmaz mı? Ya da devrimciler sınıfın yaşamından koparak komploculuk yoluna giren bir kimlik kazanamazlar mı? Ya da yaşanan süreçlerin böyle bir pratiği doğrulamış olması, bu örgütlenme biçiminin yanlışlığının da kanıtı olarak düşünülemez mi? Kuşkusuz bu sorular anlamsız değildir ama, bu nesnel örgütlenme projesinin geçersizliğini ispatlayan bir neden de değildir. Çünkü nedensel gerekçeler ortadan kalkmadığına göre, bu örgütlenme modelinin geçersizliği de ilan edilemez. Oysa yapı içinde bu sorunların çözümü mümkündür. Çünkü parti içinde her tür kaymanın varolması kapitalizm şartlarında daima mümkün olan bir göstergedir. Ancak bu mümkünlük aynı yapı içinde hem önderliğin kuramsal örgütlenme politikasının olabildiğince demokratik işlerliliğini güvenceye alacak bir yapının inşasını hem de kadro bileşiminin proletarya lehine büyütülmesinin güvencesini sağlayacak bir organizmanın gerekliliğini zorunlu kılar. O halde yapının içinde bu sorunların çözümü olanaklı bir sorun ise, bu Bolşevik Örgütlenmenin kuramsal olarak yanlış olduğunun bir kanıtı olarak sunulamaz. Çünkü devrim yolu Lenin’in de dediği gibi Nevski bulvarında yürümeye benzemez. Engellerle dolu bir yoldur bu. Düşman karşımızda tepeden tırnağa kadar silahlanmıştır. Bolşevik örgütlenmenin esinlendiği temel de burasıdır. Kapitalizmin kıyıcılığı karşısında Leninist örgütlenme, bu nesnel koşulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır çünkü. Sınıfın heterojenliği içinde öncü güçlerin en doğru seçimine dayanmak zorundadır. Elbette tehlike her zaman vardır. Önderlik ne kadar yetkin ise partiye üye olanların ağırlıklı kesiminin sınıfın içinden gelmesi ve özenli bir seçime dayanması da o kadar zorunludur. Örgütlenmenin görevi komplo yapmak değildir. Atıl kitleyi harekete geçirmek için “bireysel terör” eylemleri yapmak da değildir. Oysa Bolşevik Örgütlenme, sınıfı ve sınıf mücadelesini yöneten harekettir. O nedenle Lenin, politik sorunlarla örgütlenme sorunlarının mekanik olarak birbirinden ayrılamayacağını hatırlatır bize. Bu düşünce üstelik tarihsel olarak haklı da çıkmıştır. Çünkü bu örgütlenme biçimi, sınıf hareketinin ideolojik, politik ve kolektif hareketinin yaratılması için ileriye atılan bir organizmadır. Taşıyıcı bir araçtır ama, asla bir amaç değildir. Parti kendini devrimin yerine koyamaz. Tersine parti sınıfı devrime hazırlamak için vardır. Elbette yaşanan olumsuz deneyler, mesela partiyi sınıfın yerine ikame eden düşünce pratiği vs. bize yeni bir bakışı ve bu deneysel örneklerden yararlanmayı elbette emreder. Ama bu tartışma Leninist örgütlenmenin geçersizliğine asla bir kanıt oluşturamaz.
Burada tarihsel olarak iki yanlış üzerinde durmak gerekir; bunlardan ilki Kautsyki’nin temsil ettiği partinin devrimci eylemin ön koşulu olduğuna ilişkin tespitidir. Bu yanlıştır. Çünkü parti devrimin ön koşulunu oluşturmaz. Parti, sınıfı ve sınıfın devrimci eylemini yaratmaz, tersine onu devrime hazırlar ve belirlenmiş hedeflere doğru yönlendirir. İkinci yanlış Rosa Lüksemburg’un düşüncesinde ortaya çıkan hatalı yaklaşımdır. O, partinin devrimci kitle hareketinin bir ürünü olduğunu ileri sürer. Bunun bir yanı doğrudur. Ama yetersizdir. Evet, parti sınıf eyleminin bir ürünüdür ama, sınıfın eylemi ile parti etkileşiminde bilinçli öğe adeta unutulur. Şöyle düşünelim; sınıfın her devrimci eylemi otomat olarak devrimci bir partiyi yaratacak diye bir şart var mıdır? Oysa burada bilinçli bir atılım, bilinçli bir çaba olmadan olmaz. Tersinden şöyle de düşünebiliriz; sınıf eylemsiz ve durağan bir dönemde ise partinin durumu ne olacak, bu açık değildir. Bu anlamda Lenin de ki parti oluşumu için bilinçli müdahale ve hazırlık dönemi adeta anlaşılmaz hale gelir.
Parti için bir dizi tehlike her zaman olmuştur. Özellikle üyelik seçiminde bölünmeye kadar giden tüzük maddesinin birinci kısmında ki tartışmalar hatırlayalım. En katı bir seçime dayanan bu deneysel pratik, toplumda ezilenlerle mutlak bir dayanışma ve kendini davaya mutlak bir tarzda teslim etme anlayışından kaynaklanır. Menşevikler ise bu iki kutbun aynı parti içinde birleşmesine dayanması gerektiğini söyler. Bu aynı zamanda yapı içine her türden insanın üye olduğu bir temeldir. Dolayısıyla burada sınıfı devrime hazırlayan bir parti yerine, sistem içi reformlara hazırlanan bir parti geçer ki, bu da liberal anlamda burjuva partilerinden ne farkı kalabilir? Aslında bu bölünme doğrudan politik anlamı olan bölünmedir.
Teorik doğmacılık, örgütlenmede katılaşma veya esneklik yoksunluğu, taktik önderlik ile örgütün ayrılmazlığı arasında ki ilişkinin kopuşu vs. bir dizi sorun parti için tehlikeleri gösteren başlıca sorunlar olmuştur her zaman. Aynı zamanda Lenin, örgütlenme biçiminde baş gösteren legal ile illegal yapı ilişkilerinde ki ayrımlaşma da genel geçer bir yaklaşım göstermez. Tek yönlü bir anlayışa sahip değildir Lenin. Bu sorun koşullarla ilgili bir sorundur ve asla devrimciliğin bir kriteri de değildir.
Bir başka gösterge noktası, parti ile sınıf arasında ki ilişkinin çok açık bir şekilde koyulmasını gerektirir. Marx bunu Manifestoda net olarak belirlemiştir; Marx’a göre, farklı ülke proleterlerinin her tür milliyetten bağımsız olarak sınıfın ortak çıkarlarına tekabül etmesini zorunlu kılar. İkincisi parti, sınıfın geçmek zorunda olduğu değişik aşamalarda her zaman hareketin çıkarlarını temsil etmesi gerekir. O anlamda parti, sınıfın en kararlı ve en ileri kesimlerini içinde barındırmak zorundadır. Yine Marx’a göre partinin teorik olarak, proletaryanın büyük yığını üzerinde, sınıfın nihai genel sonuçlarını anlama üstünlüğüne sahip olmasını emreder.
Lenin’e göre Bolşevik Örgütlenme tipini diğer partilerden ayıran en temel nedenin ikili bir sonucu vardır; ilki proletarya içinde ki farklılaşmaların olmasıdır. Bütün sınıfı değil ama, en ileri ve en bilinçli kesimlerini kapsar. Bunu kısaca izah etmiştik. İkincisi ise diğer sınıflarla ittifakların zorunluluğudur. Bu zorunluluğun nedenleri açıktır. Devrim her şeyden önce proletaryanın tek başına üstleneceği bir sorun değildir. Özellikle geri kalmış köylülüğün belirgin olarak ağırlık taşıdığı ülkelerde bu daha da geçerli bir söylemdir. Her ikisinin de temelinde sınıf bilinçli bir öğenin titiz bir şekilde bağımsızlığını koruması vardır. Zira Lenin burjuvazinin sınıf içinde ki farklılaşmayı tetiklemesi, onun ideolojisini, politikasını ve kültürünü de tetiklemesi demektir. Bu nedenle sınıf bilincinin köreltilmesini ve diğer emekçi sınıf güçleri ile ittifaklarının parçalanmasını çok iyi gözleyen bir önderdir. Nitekim gerek Avrupa da gerekse Rusya da ve diğer ülkelerde partinin yozlaşmasında bu etkenler önemli bir rol oynamıştır. Bu nedenlerden dolayı Lenin devrimde proletaryanın rolünü ve önemini çok iyi gözlemiş ve merkeze alan bir politika izlemiştir.
Küresel kapitalizm koşullarında, burjuvazinin gerek kapsamlı tarzda kıyıcı bir örgütlenmesinin bilinciyle, gerekse sınıf içinde ki parçalanışın sonucu olarak değişik tonda sınıf alışkanlıkları veya kültürünün yaygınlığı nedeniyle, hatta sınıfın davranış ve düşünce yapılarında ki olumsuz göstergelerin niteliksizleşmeye yol açtığını da dikkate alırsak, Bolşevik Örgütlenmenin neden 21. yüzyılda artan oranda zorunlu bir örgütlenme modeli olduğunu da böylece anlamış olmamız gerekir.
Emperyalizm sorunun da Lenin’in rolü;
Lenin, kapitalizmin yeni aşaması olan emperyalizm sorununu çağın temel sorunu olarak ele aldı. Aslında bu çalışma Lenin’in bütün çalışmalarının içinde özel bir yere sahip olan bir çalışmasıydı. Burada hem sermayenin ekonomik ve siyasal eğilimlerini hem de emperyalizmin savaşla olan bağını doğru bir temelde gösteren Lenin’den başkası değildir. Böylece emperyalizmin doğrudan siyasal ya da ekonomik sonuçları nasıl ki kapitalizmden ayrılamayacaksa ve onun doğrudan bir sonucu ise, kapitalizmin doğasal sonuçları da emperyalizme doğru evrilen yolun kaçınılmaz sonuçlarını yaratacaktır. Bu yeni gelişme doğal olarak çağın temel sorunlarında etkili olan bir süreç olacaktır.
Lenin bu anlamda gerek Hilferding’den gerekse Rosa Lüksemburg’dan ayrılır. Bu iki teoriysen kuşkusuz emperyalizmin ekonomisi hakkında önemli katkılar sunmuşlardı. Ama onlar emperyalist-kapitalist sistem ile çağın politik sorunları arasında ki bağı doğru kavradıkları söylenemez. Lenin ile bu teorisyenler arasında ki temel ayrışmalardan birisi bu noktadır. Kuşkusuz Lenin’in bu başarısı teoriye kazanılan çok büyük bir katkıyı gösterir. Küresel emperyalizm çağı olan 21. yüzyıl çağında çok önemli değişimler olsa bile, işte Lenin’in göstermiş olduğu bu diyalektik bağ, yani çağın bütün politik sorunlarında hala küresel emperyalizmin belirleyici bir kimlik kazanması, onun geçmişten günümüze taşınan ideolojik ve politik kurgusunun da güncelliğini göstermesi anlamında temel bir parametredir. Bu açıklamanın hala geçerliliğini koruyan tek açıklama olması Lenin’in başarısının bir göstergesidir aslında. Elbette emperyalizmin çöküşü Lenin’e göre salt ekonomik alanla ile izah edilemez. Onun Polonyalı Marksistleri “emperyalist ekonomizm” ile eleştirmesi de bu nedenledir. Yine aynı şekilde Rosa’nın emperyalizmi salt emperyalist ülkelerde merkezileştiren teorisinin yanlışlığına da bu nedenle dikkat çekmiştir. Aynı şekilde Kautsyki’nin “ultra emperyalizm” görüşünü de yanlış buluyordu. Bunlar biliniyor.
Lenin’in emperyalizm teorisinde ki analiz gücü, onun salt ekonomik yasalarını analiz etmesi ile sınırlı değildir, aynı şekilde hem politik yargılarını hem de arkasında ki sosyal varlığı, dolayısıyla sınıfların gelişme süreçlerini doğru bir şekilde tahlil etmesi ve göstermesi ile de ayrı bir özellik taşır.
Emperyalizmin sömürge politikaları, salt politik yayılmacılığı değil aynı zamanda kapitalizmin ekonomik ve kültürel yayılması da demek olacaktı. Aynı şekilde tersi de geçerli bir momentti. Böylece yeni burjuvazinin sömürge ülkelerinde oluşma süreci ulusal bağımsızlık mücadelelerini doğuracaktır. Ulusal mücadele salt feodal güçlere karşı değil, aynı zamanda emperyalist güçlere karşı da verilecektir. Lenin’in başarısı bütün bu karmaşık gelişmeleri bir senteze dönüştürmesinde, dolayısıyla çözüm olanaklarını bulmasında yatar.
Elbette bu düşüncenin önceli Marx’ın İrlanda sorununda verilmişti. Ama bu öngörü ne yazık ki II. Enternasyonal tarafından geliştirilmediği gibi, üstelik hasır altı da edildi. Dahası sosyal şovenizm Marksist harekete de bulaştırıldı. Sorunun köklü çözümü Lenin tarafında atılacaktır artık. Marx’da ki ilk belirgin yaklaşımlar (teorik analiz), Lenin de hem Marksizm’e bir katkıyı ifade edecek tarzda yeniden üretilecektir hem de sorunun kendisi somut ve anlaşılır bir biçim alacaktır. Böylece teori pratik olarak güncelleşecektir. Sorun aynı zamanda yalnız işçilerin değil, proletaryanın sınıf bakışı açısından tüm ezilenlerin sorunu haline gelecektir. Rosa Lüksemburg sorunu doğru koymuş ve kapitalizmin bir dünya pazarı yarattığını belirtmişti. Ama savaşın yarattığı somut sorunlarla bağını doğru okuyamamıştı. Böylece pratiğe de geçmeyecekti bu. Somuta giden yolun doğru okunması ve pratik bir karşılık bulması Lenin’e bu nedenle gereksinim duyacaktır.
Lenin’ in başka bir başarısı da, Marx’dan devir aldığı ve pratikleştirdiği devrimin özü sorunuydu. Haklı olarak Marx, burjuva devrimleri ile proletarya devrimlerini birbirinden ayırmıştı. Lenin bu hat üzerinde yürüyerek sorunu daha da netleştirmiş ve bunu pratikte çözüm yoluna sokulmasını sağlamıştır. Küçük burjuvazinin “sol” versiyonları, burjuvazinin “devrimci rolünün” tükenmiş olmasından hareketle “saf” proletarya devrimlerini çıkarıyorlardı karşımıza. Oysa Lenin, burjuvazinin ilerici rolünün sona erdiğini elbette biliyordu ama, devrimle bağlantısı içinde ilerici nitelik taşıyan hareketleri yok saymıyordu. Hala ulusal sorun, sömürgeler sorunu, tarım sorunu gibi sorunlar ortada duruyordu. Bu anlamda “saf” bir proleter devrimi yoktu. Burjuva demokratik devrim olarak tanımlanan devrimlerin dönüşümünün, nasıl olur da proleter devrime dönüştürüleceği sorununu gösteriyordu Lenin. Kuşkusuz burjuva devrimleri, sınıf karakteri itibariyle karşı devrimci devrimlerdir. Ama bu devrimlerin nesnel sorunlarla bağlantısını dikkate alırsak, bunların toplumsal açıdan sona ermesi anlamına gelmeyeceği de bilinir. Sorun tam da buradadır; burjuvazi hem proletaryaya karşı olması ile hem de kendi ilerici geleneklerinden vazgeçmesiyle tanımlanır. Temel soru şudur artık; peki ama bu mirası hangi sınıf yüklenecektir? Bu soruya Lenin’in verdiği cevap işçi sınıfı olmuştur. Bunun anlamı şudur; işçi sınıfı burada hem burjuvazinin yapması gereken görevleri yüklenmek zorundadır hem de onun aşılması görevlerini... Böylece proletarya tüm ezilenlerin önderliğine yükselen bir sınıf kimliği kazanacaktır artık. İkili görevi vardır; bir yandan milliyetçiliği aşacak bir tarzda ezilen halkların ulusal bağımsızlığı için mücadele etmek, ezilen halkların işçisi olarak UKKTH ve devlet kurma hakkını savunmak ve bunu enternasyonal proletarya ile dayanışma haline getirmek, diğer yandan ise sömürü ilişkilerini tasfiye edecek bir anti kapitalist devrim yolunda ilerlemek.
Lenin ayrıcalığı özetle bunlardır.
Devlet sorunun da Lenin gerçeği;
Lenin için devlet sorunu Marksizm’in kritik bir sorunudur. Bu konuda ki belirlemeler Lenin açısından her zaman temel bir öneme sahip olmuştur.
Kuşkusuz devletin karakteri sorunu, daha önce Marx ve Engels tarafından tarihsel maddecilik çerçevesinde çözümlenmişti. Bu sorun gerek Marx zamanında gerekse Lenin dönemi ve sonrasında revizyonistlerle Marksistler arasında ki temel tartışma konusu olmaktan hiçbir zaman çıkmadı. Bu sorun şimdi de aynı şekilde yakıcı bir sorun olarak gündemde durmaktadır.
Tarihsel olarak Bernestein ve Kautsyki “ekonomi alanında” sözde Marx’ı düzeltmişlerdi. Ama bu iki teoriysen özellikle devlet sorununda bütün bütüne çuvallayacaklardır. Bu teorisyenlerin de içinde yer aldıkları II. Enternasyonal’ın egemen aklı, burjuva devletinin reform edilme sınırını bir türlü aşamıyordu. Bu devleti aklamanın bir göstergesi haline gelmesi demekti. Eleştirdikleri nokta özüne ilişkin değil, daha çok görünen sivri yanlarına ilişkindi. Onlar proletarya açısından sorunun taşıdığı önemi unuttular adeta. II. Enternasyonal’ın sol kanadı da sorunun önemini kavradığı söylenemez. Sorunun bir yanında sınıf uzlaşmasını ifade eden ve reformlarla sınırlanmış bir devlet anlayışı, diğer yanda ise tam bir kuralsızlığı savunan anarşist bir yaklaşım kendini gösteriyordu.
Kısacası devlet sorunu, devrim sorunun bir parçası olarak görülmedi hiçbir zaman bu teorisyenlerce.
Devlet sorununu Marx ve Engels’den sonra en doğru bir şekilde bir devrim sorunu haline sokan ilk defa Lenin olmuştur. Lenin’e göre devlet sorunu, proletaryanın mücadelesinin güncel bir sorunuydu. Bunun öngörülerini Lenin, Marx’ın pratik deneylerini ve bu deneylerin teorileştirmesini çok iyi okuyabilmişti. Mesela 1871 Komün deneyi, Marx ve Engels açısından proletarya için önemli bir deney anlamına geliyordu. Bu nedenle Marx “Gotha Programında” yanlış yaklaşımları eleştirdi. Çünkü devlet sorunu aynen ulusal sorunda olduğu gibi proletaryanın “nihai zaferine” bırakılamayacak kadar güncel bir sorundu. İşte Lenin’in önemi, bu sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak devrimin güncel bir sorunu haline getirmiş olmasında yatar. Lenin’e göre devlet, sınıf mücadelesinin temel bir sorunudur. Aynı zamanda proletarya devriminin ilk aşamasında proletarya devletinin ana çizgilerini belirtmesi açısından özel bir öneme sahip bir sorundur. Proletarya için yetersiz kalan (sendika, parti, koop.vb.) örgüt biçimleri, zorunlu olarak Sovyet Örgütlenmesini doğurmuştur. Bunun neden bir tesadüf olmadığı da böylece anlaşılmış olacaktır. Çünkü proletarya için sınıf düşmanlarını yok edecek ve uzun bir geçiş sürecinde kendi varlığına da son verecek merkez bir örgüte, yani devlet örgütüne duyulan gereksinmeden çıkabileceğini biliyordu Lenin. 1905 de İşçi Sovyetlerinin ortaya çıkışının, daha o zaman yeni bir devlet örgütlenmesinin nüvesi olduğunu göstermişti bile. Bu dönemde ciddi tartışmalar da yaşanmıştı. Özellikle Martov bu örgütlenmeyi mücadelenin bir aracı olarak kabul ederken, onu bir devlet organı olarak görmüyordu. Bu düşünce sağ oportünistlerin ortak bir düşüncesi haline geldi. Sol oportünistler ise Sovyetleri salt bir sendika gibi sınıf örgütlerinin yerine koydular ve bu örgütlenmeyi sendika veya parti örgütlenmesi düzeyine düşürdüler. Aslında sağ veya ‘sol’ oportünizm de özü itibariyle aynı kulvarda yürümeye devam ediyorlardı.
Bir başka göstergeye daha vurgu yapmak gerekir; bilindiği gibi Lenin kapitalizmden sosyalizme geçişin sorunlarını ayrıntılı olarak analiz etmiş, özellikle geçiş sürecinde ortaya çıkan iktidar sorununu dikkatle incelemişti. Mekanik bir tarzda iktidarı ele geçirmekle sosyalizmin kurulamayacağını gözlemlemişti. O nedenle geçiş sürecinin iktidar organını, özel olarak devrimin kalıcılığı açısından sorguluyordu. İşçi sınıfının devleti olan Sovyet örgütlenmesi, proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı temel bir silahıydı. Bu silah iyi kullanılmalıydı. Bu organın kendisi proletarya diktatörlüğünün (veya proletarya demokrasisinin) vazgeçilmez temel bir ayağıydı. Zira sosyalizmde hala sınıf mücadelesi devam edeceğine göre sınıf kavgasının sürdürülmesi ve proletarya çıkarlarının güvenceye alınması için proletarya devletine gereksinim devam edecektir.
Lenin gelişmiş bir beyin olarak yeni Sovyet Cumhuriyetlerinin her adımını nesnel olarak değerlendiren, hatta kendi aleyhine dahi kullanılma pahasına bazı değerlendirmelerden asla kaçınmayan bir liderdir. Onun temel bir özelliği de devrimden sonra bile hakim Rus şovenizmine karşı durması ve diğer küçük ulus devletlerinin (Sovyetlerin) bağımsızlığını titizlikle korumasıdır. O nedenle Lenin, bu küçük ulusları Rus Sovyetlerine (RSSCB) bağlama çabasına karşı çıkmış ve devletin resmi ismi bu nedenle SSCB olarak önerilmiş ve kabul edilmiştir. Ölümüne yakın son yazılarında bu düşünceler son derece açık bir şekilde ele alındığını biliyoruz. Yine NEP (Yeni Ekonomi Politikaları) döneminde, ‘devlet kapitalizminden’ kökten farklı olan, ama yine de SSCB’nin geçiş sürecinde ara bir yol olduğunu ve bunun geçici bir önlem anlamına geldiğini söyleyecek kadar cesur ve gerçekçiydi. “Biz kapitalist yolu terk eden, ama henüz yeni yola girmemiş olan bir devlete sahibiz” diyordu.
Lenin aynı zamanda büyük taktik politikalarının da uzmanıydı. Çeşitli dönemlerde uzlaşma taktiklerinden sınıfının çıkarları açısından asla kaçınmamıştır. Gerek ülke içinde gerekse ülkeler arası ittifak politikalarında bu durum zorunlu bir aşamaya gelmişse tereddütsüz gerekenleri yapan bir önderdir. Ama onun bütün ittifak politikasının geçerli tek bir nedeni vardır; proletaryanın çıkarlarını güvenceye almak. Devrimi ilerletmek. Onun için Lenin tereddüt etmeden gerek NEP politikasını, gerek Savaş Komünizmi stratejisini, gerekse Brest-Litowsk Antlaşmasını devreye sokabilmiş tek liderdir. O geçici ittifakları veya geçici bir dönem için tavizler verilmesini öngörürken tek bir kıstası vardır; Marksizm’in ilke ve yöntemlerine bağlı kalmak ve devrimin kazanımlarını korumaktır.
Sonuç olarak;
Bir tarihi kapatan yeni bir tarihi açan bir lider, en nihayet 53 yıl gibi kısa bir ömre sığdırmıştır bütün bunları. Lenin’i Lenin yapan da budur zaten. Bu anlamda Lenin fikirlerinde ve pratiğinde billurlaşan Leninizm, teorik ve pratik olarak salt Marksizm’in bir tekrarı değildir, onun yeni baştan üretilmesi ve güncelleştirilmesi anlamında yeni bir savaş politikası teorisidir aynı zamanda. Ama sadece bu da değildir. Leninizm, dünya insanlığını karanlıktan aydınlığa taşıyan bir yaşam felsefesi ve bir kurtuluş manifestosunun da adıdır. Bu anlamda diyalektik materyalizmin gelişmesinin yeni bir evresi ve Marksizm’in yeni bir doğuşudur. Haklı olarak Stalin, Leninizm’i “Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının Marksizm’i” olarak değerlendirirken tümüyle haklıdır. Dolayısıyla Leninizm 21. yüzyıl çağının da Marksizm’idir. O nedenle Leninizm’i Marksizm’den ayırmak isteyen sol liberallere karşı bir yerde göstermiş olduğum gibi (Demokratik Dönüşüm. sayı.18. Mart 2005) bugünün sloganı “Leninist Marksizm” sloganıdır. Özellikle altını çizerek söylemekte fayda var; nasıl ki Marksizm olmadan Leninizm olmazsa, Leninizm olmadan da Marksizm olamaz. Kimse Leninizm’den arındırılmış bir Marksizm yaratmaya kalkmamalıdır.
Lenin’in ve Lenin fikirlerinin SSCB yıkımından sonra öldüğü sanıldı. Bu olsa olsa vasat bir kafanın ileri sürebileceği bir düşünce olabilirdi ancak. Ama yakın bir zaman sonra görülecektir ki Leninst Marksizm, yeniden dünya insanlığının parlayan bir güneşi olacaktır. Bu boş bir inanç değildir. Yaşamın canlı pratiğinin bilimsel bir açıklanmasının kaçınılmaz tek yoludur. İnsanlığı cesetler yığınına çeviren kapitalizm, proletaryanın ve onun bilimi olan Leninst Marksizm’den yakasını kurtaracağını sanıyorsa aldanacağını da görecektir. Görmek isteyen gözler için bu önemlidir.
Post A Comment:
0 comments so far,add yours